…?
Menem köyümle Elimas’ın köyü arasında bent olanda. Sene çoh su gidende, mene az gelende deye gavga yapılanda. Menem köyümden bir adem, Elimas’ın köyünden bir ademi suya tepende. Cümle adem seyre dalanda, gavga da sona erende. Adem, suda debelenende, lıkır lıkır su yutanda. Seyredenler ah vah edende. Sudaki adem de az azdan can verende. Kimileri, “Adem boh yoluna gidende…” deyende.
…?
Elimas’ın köyünden bir adem, “Onlardan bir adem suya tepilende! ” deye bağıranda. Hamısı hücuma yeltenende. Menem köyüm hemen ricat edende. Adem telef etmeyende.
...?
Ertesi günü Elimas’ın köyü haber salanda. “Biz de sizin köyden bir ademi suya tepende. Adem boğularak geberende, gavga sona erende. Yoksa, köylümüz gan
Beşinci katta; yatalak, emekli polis Murat amca vardı ya, nihayet ayrılmış yatağından. Herkes ona öncelik tanırken o, ben dahil üç kişiyi yol verdi. Seni de yoldaş eyleyecekken terk eylemiş mekanı. Ölüm meleği, onun bir tutamlık bulutunu teslim aldıktan sonra, yürekleri dağlayan feryadını duyunca senin yattığın odaya inmiş. Bunca ıstıraba daha fazla dayanamayacağını sanıp, bir solukluk havayı salıverir diye beklemiş bir süre. Acılar içinde kıvransan da yaşam için direndiğini anlayınca ayrılmış yanından. Bizim gruba düşen
Murat amcanın bir tutamlık bulutu söyledi bunları bana.
Emekli polisin öldüğü söylenmemiş sana Asiye hanım.
Seni görmek istedim.
Sağ olsun, bir meleğin güvencesinde gönderdi beni grup berzahı.
Çise, gece söylediklerini sabahın köründe eksiksiz yerine getirerek babasını hayır dualarla İzmir’e uğurladı. Terasta otururken, güneşin Kaz Dağı’na vuruşuna baktı uzun uzadıya. Dünkü yanan yer, yeşillikler arasında kara bir leke olarak belli oluyordu. Kaz Dağı o kadar yakın görünüyordu ki, atlayıp tepesine çıkası geldi. Sarıkız gibi kaz gütmek istedi. Kaz Dağı’na çıkarak Sarıkız’ın türbesini ziyaret eden bir sınıf arkadaşının anlattıklarını anımsadı…
Söylenceye göre Sarıkız, sarışın, ipek gibi saçları olan çok güzel bir kızmış. Kaz güdermiş. Günlerden bir gün bir oğlanla karşılaşmış. Oğlanın yanık bakışıyla taze yüreği pırpır edivermiş. Buluştukça birbirlerine akmış gönülleri. Özde Türk ve Müslüman oldukları halde, Alevi-Sünni ayrımcılığı tokmak gibi inmiş başlarına. İki tarafın katı yüreklileri, böyle bir sevdaya şiddetle karşı çıkmışlar. Öyle ki, Alevi bir oğlanın Sünni bir kızı sevmesi övgü ve destek görürken, Sünni bir oğlana gönül veren Sarıkız’a çok görülmüş bu hak. Üstelik, asılsız iftiralara uğramış. Savunma hakkı bile verilmeden hakkında ölüm fermanı çıkarılmış. Sarıkız’ın babası, sözde örf olan bu fermanı uygulamaya mecbur kalmış. Kazları birlikte gütme bahanesiyle kızını ormana götürmüş. Öldürüleceğini anlayan Sarıkız, “Ben sadece gönül verdim,” deyip iftiralara inanma demek istemiş babasına. Vedalaştığı kazları, kovaladığı halde yanından ayrılmamışlar. Baba, öldürmeye kıyamadığı kızını, kazlarıyla birlikte Kaz Dağı’nın üstüne götürüp yazgısıyla baş başa bırakmış. Sarıkız, dağın tepe bir yerinde her gece ateş yakmış. Gönül verdiği oğlan görüp gelsin diye. Sevdiği oğlanın aklını çıvdırdığını, alıp başını gittiğini bilmeden yakmış durmuş ateşi... Aylar ve uzun yıllar geçmiş. Sarıkız’ın yaktığı ateşi sevdiği oğlan görememiş ama, babası gördükçe sevinirmiş. Kızına yapılan haksızlığın onulmaz acısına daha fazla dayanamayıp yanına gitmiş. Sarıkız’ın kazları, Sarıkız’a yaklaştırmamışlar babayı. Sarıkız’ı ortalarına alarak bas bas bağırıp, babayı ısırmak istemişler. Sarıkız, babasının kötü niyetle gelmediğini anlamış. Kazlarını susturmuş. Kucaklaştığı babasıyla uzun süre ağlaşmışlar. O günden sonra birlikte kalıp kazları gütmüşler. Dağın düzlüğüne taşlarla geniş avlular yapmışlar. Bir gün kazlar, Edremit Körfezi’ne doğru bir beyaz bulut gibi akarak uçup gitmişler. Sarıkız çok üzülüp ağlamış. Gözyaşları yağmur gibi yağmış Kaz Dağı’na. Sırtıyla aşağıdaki ormandan odun getiren babasına kazların kaçtığını söylemiş.
“Ben sana başka kaz bulurum ama senin gibi evlat bulamam,” demiş babası.
Kazların akşama doğru geri dönmesi, Kaz Dağı’nın bu güzel kızını çok sevindirmiş. Sonra utanmış kendinden. Babasının sözlerine sevineceği yerde, kazların gelişine sevindiği için...Sonraki günlerde sevmeye doyamadığı babasını yitirmiş. Kaz Dağı’nın en yüksek tepesine gömmüş. Tepeye, “Bundan sonra senin adın Babadağ olsun,” demiş.
Al yanağının alına
Bal dudağının balına
Tatlı dilinin tadına
Canım kurban ederim
Vallah kalmam yarına
Billah salmam yarına
DÜNYAYI SESSİZE AL
Facebook’a yıllar önce kayıtlıydım ama, pek girmiyordum. Bu salgın hastalık döneminde yolum oraya da düştü. Bir süre önce, hikayeler bölümde yer alan resimdeki bir şiir çarptı gözüme. Köyümün bazı yerlerinden söz ediliyordu şiirde. Hele son mısra aldı götürdü beni. “Dünyayı sessize al. Güzel şeyler hayal et.” Dünyayı sessize al. Yani, dünyadaki tüm kötülükleri, her türlü olumsuzlukları sessize al. Ve, güzel şeyler hayal et. Doğrusu, bayıldım bu son dizelere ve onun yüklediği anlamlara… Ayrıca; Ömer Hayyam’ın, "Tanrı gibi gökyüzüne ulaşabilseydim eğer/Kendimce bir dünya yaratırdım/Ey insanoğlu gönlünce yaşa derdim" dizelerini hatırlattı bana…
Köyümdeki yakınlarım ve bazı kişilerle hemen iletişime geçtim. Şiirin yazarı meğer yakınımız ve eniştemizmiş. Kuzenimin oğlu ve yeğenimin eşiymiş. Kutlayıp, şiiri ve içeriğini Edebiyat Evi sitesinde yayınlayacağımı söyledim.
Şiir, kareli bir sayfaya yazılıp resim halinde görücüye çıkarılmış. İnternet ortamında resim, video gibi işlemleri bir yerlere gönderme veya yerleştirme gibi işlemleri beceremediğim için resim olarak şiiri sayfamın alt kısmına alamadım. Şiirdeki sözleri ve yazılışlarını aynen aşağıya aldım.
Ece ve Törüngey
Altay Türklerinin yaratılış destanına göre Tanrı Ülgen* evreni, dünyayı ve insan hariç tüm canlıları yaratıyor. Dünyadaki yaşam dengesini bozabileceği varsayımıyla insanı yaratmayı erteliyor. Epey bir zaman sonra, “Hatasının bedelini öder” diyerek insanı da yaratmaya karar veriyor.
Tanrı Ülgen’in, her türlü meyvenin ve sebzenin yetiştiği çok geniş bir bahçesi var. İçindeki pınarların berraklığı göz kamaştırıyor. Kıvrıla kıvrıla akan çay da öyle. Yeşillikler içinde altından yapılan köşk, güneş gibi parlıyor. Tanrı Ülgen bu bahçeye, “Uçmag Bağca-Cennet Bahçe-” diyor. Bahçenin sert taşlarından kemik, balçık toprağından da et yaparak, özene bezene insan vücudu çıkarıyor ortaya. Ruhlar, göğün dördüncü katındaki Süt Ak Göl’de bulunuyor. Tanrı Ülgen, insan ruhunu kendine çekmek üzere Süt Ak Göl’e çıkacakken vazgeçip geriye dönüyor. Şeytan Erlik’in, insanın yapısını acayip şekilde değiştirebileceği kuşkusuyla tüysüz köpeğini bekçi bırakıyor. Özenerek ortaya çıkardığı eserini emniyete almanın rahatlığıyla ruh getirmek üzere yedi kat göğün dördüncü katına gidiyor.
KOCA SEYİT
1929 yılında Balıkesir-Çanakkale yolunun açılışı sırasında Atatürk, Havran’a gelince, Çanakkale Deniz Savaşı’ndan sonra yaşadıklarını kendisinden dinlediği Koca Seyit’i hatırlıyor. Nahiyedeki yetkililere Koca Seyit’i soruyor. Hiçbiri onu tanımıyor. Atatürk, şu serzenişte bulunuyor. "Sizi onunla tanıştırmak istiyorum. Yaptığınız, milletin kahramanlarına vefasızlıktır. Kendisini tanıyın ki, bu topraklarda yaşamanın bir bedeli olduğu bilinsin.”
İlkokul ikiye gözü yaşlı başladı oğlan. Orman idaresi, tomruk kesim ve sürütme paralarını vermediği için yayla mahallesinde oturan babası giyim kuşam alamamıştı. O yüzden pırpıt ve yamalı üst baş ve çarıkla gitmişti okula. Gözyaşlarına dayanamayan dedesi, Dumlupınar pazarına götürüp, yeni elbise
ve kara lastik de olsa ayakkabı alıvereceğini söylediğinde dünyalar onun oluvermişti.
Okula başladıktan dört gün sonraydı. Dumlupınar pazarına gitmek üzere dedesiyle birlikte, tan yeri ağarırken çıktı avlu kapısından. Ebesinin hayır dualarıyla…Uyku mahmurluğu içinde değildi. Pazara gitme heyecanıyla sık sık uyanıp, şafak söküyor mu diye pencereden baktığı halde… Üçü *toklu, ikisi kısır koyun beş küçükbaş hayvan ve bir eşekle koyuldular yola. Köyün harman yerine varınca diğer pazarcıların arasına karıştılar. Satılmak üzere epey hayvan götürülüyordu. Küçük bir koyun ve keçi sürüsü gibiydi toplu sürülenler. Dört beş dana da, sahiplerince yedilerek götürülüyordu. Pazarcılar, harman yerini geride bıraktıklarında, güneşin ilk ışıkları da Murat Dağı’nı “merhaba” diyordu... Köyün mezarlığı geçilirken büyükleri gibi oğlan da, ölülerin ruhlarına dua okudu.
Bir süre gittikleri köy yolundan ayrılıp, Dumlupınar’a kestirmeden ulaşan dağ yoluna saptı pazarcılar. Hem dar hem de bazı yerleri epey dik olan, kağnın zor gidip geleceği yolda yürüyorlardı. Oğlan gibi, eşek ya da beygir üzerinde gidenler de vardı tabi. Orman içindeki bu yoldan gidilirken küçük bir alanda mola verildi. Hayvanlar yaylıma bırakıldı. Aç karnına yola çıkanlarca yer sofraları kuruldu. Oğlan, dedesinin hazırlayıverdiği, içi tereyağlı bazlamayı iştahla yedi. Üzerine de, çeşmenin buz gibi suyunu içti.
Bu şaire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!