Galiba kum, tuz ve su, çoğu zaman özlemlerin gömüldüğü an ve yer oluyor...
Şafakların peşinden koşuyorum, ardı ardına karşıladığım tan zamanının içinde nefes almanın da ayrıcalığını yaşıyorum…
Bu kaçıncı şafak zamanı ve ben kaç gün ardı doğan güneşi karşılıyorum yollarda?
Hangi anın peşinde ve kaç an zamanında daha uykusuz gözlerimin kapaklarını ovuşturacağım?
Kaç kızıl güneşi omuzlarımın tekinde zapt edeceğim aracımın motor sesinde karışıyor dudaklarımdan dökülen şarkının tınısı ve ben öksüzleşmiş bir ruh ile kendimce baş etmeye çalışırken, geçmişin acımasız kareleri düşüyor çoğu zaman ıslak gözlerimden…
Bu anlar yine ruhumun puslu karelerini saklıyor. Göz diplerimden, en acı cümle dökülüyor çoğu zaman dudaklarımdan “ah ayrılık aman ayrılık” derken, acımasız hislerin buğulu zamanlarını yaşıyor ve de özlüyorum sanki…
Cümleler kurşun kurşun işliyor içime, “haram geceler” derken, garip bir burkulma geçişiyor içimden. Ve ruhum darda kalmışçasına bulantı geçiriyor içimden…
Hayatın umulmazları ile baş etmeye çalışırken bu yolculukta, geçmişe ait saygının artık acıya dönüştüğünü hissediyorum içimden…
Oysa bizim yıllar, yıllar önce acıyla geçiştirilecek zamanlarımız yoktu ve bu yollarda gülüşlerimizin aralarına “emrin olur” şarkısının tınısını sıkıştırırdık…
Şimdilerde aynı yollarda uzaklara doğru salınınca, geçmişten gelen her ağaç dalı gölgesine sığınası geliyor bedenim içimdeki bir sesle, iç
çocuğun sesine uyarak…
ben yalnızlığımın yalnızlığını tekrar içimde hissederken, bu sefer ağır gelen hasretin acımasızca ağırlığı idi…
Bakışları dalgındı, gözlerinden yükseliyordu geçmişin tozlu yollarında koşuştuğu düşünceler…
Her anın bir anısı kilitlenmişti beyninin kuytularına ve kendini kendi gözleriyle kilitlemişti düşündeki insanın gözlerine…
Ve artık suskunluk bitmişti ve gözleri arşa doğru feryatta idi…
Dünlerin unutulmuş kahır düşünceleri yarılırcasına, yarılırcasına ayrışarak, tek tek fırlıyordu gözlerinden ve sevdiğinin gözlerine doğru…
Artık suskunluk gözlerde isyandaydı ve geçmiş karelerle tek tek önünden geçerken, anı fırtınaları gibi derin bir hesaplaşmanın sesleri yapışıyordu suskunlaşmış diline ki artık seslerin son demiydi sessizlikle düşüncelerin içinde…
Düşünceler acı vererek yarılıyordu isyan edici bir ruhla ve o özlem denen hasretin bel büküşüne teslim etmişti bedenini…
“kendine aşmak, kalbini deşmek değildi” diyor “Süveyda” kitabı ile “Berna Uslu Kaya” yazar…
Evet değildi, ama gömülmekti anılar zincirinin yoğun ağırlığı ile ve diplemekti hayatı…
Sahipsizliği yenmek, zincirlenmiş ruhunu özgür bırakmak, gelmiş geçmiş tüm zamanların üstünü deşerek hesaplaşmaktı kendi kendine veya kırmaktı suskunluğu, düşmekti yollara bir arayış içinde ve nihayet başını sığdırmaktı bir hesaplaşma gömütüne, doluşmaktı tüm bu isteklerin ardına gizlenen sessizleşen düşüncelerle…
Paylaştığımız ne kadar çok şey vardı beraberliğimiz boyunca, belki de paylaşmadığımız pek bir şey yoktu, olamazdı da.
Şimdilerde artık, bu duyguları bu paylaşım duygularının güzelliğini yaşama imkânı asla olamazdı.
Çünkü sen terk ettiğin bir şehirde bıraktıkça beni, bunu düşünmenin bile imkânsızlığını görüyorum artık…
Aynı duyguların bile güzelliğini yaşarken iç dünyamızda, vazgeçilmez güzellikleri yaşıyorduk sen ve ben…
Oysa şimdi sadece yalnızlaştığım yollarda yaşadığım yürüme acılarını taşımamla bile bedenen imkânsızlarla yaşama ulaştırdı beni…
Biz adımladığımız yolların adımlar boyunca huzurunu yaşıyorduk…
Vazgeçemediğimiz değerlerimiz vardı bizim… Yarın yoktu, yarından sonraki yarınlar da yoktu. Umut denen olgu ile sadece beklemekti zamanı hiçe sayarak. Saatin yelkovanını, güneşin son ışığını, sevgilinin adını, yüzünü, sesini, avuçlarındaki kızıllığı düşünmenin de bir anlamı yoktu…
Açıkçası işsiz güçsüz, zaman kavramsız düşüncelerle sevgili düşünmenin de bir anlamı yoktu. Çünkü biz ötesizdik, çünkü biz yarınsızdık, çünkü yaşarken sevebileceğimizi bilirdik. Sonraları sevilmek bizim umurumuzda değildi.
Yani yarınlardan beklentisiz kalmak bizim umarsızlığımızdı, sonra da hayattan, özlemden falan da şikâyet etmenin hiç anlamı yoktu… Eskilerden kalma mektuplara dönüp onları hecelemenin de hiç anlamı yoktu. Gözyaşı dökmenin de anlamsızlığını ezberlemiş olmamız gerekliydi…
Velhasıl ağaçtaki bir dut gibi sus pus olmamız gerekliydi. Belki de içe, içeriye doğru ağlamamız şarttı da biz anlamıyorduk. Demek istediğim çam ağacındaki bir kozalak gibi düşerek hiç pişmanlık duymamamız gerekliydi belki de ama sevgide kozalak olmanın da anlamı yoktu.
Çünkü biz sevmeyle yaşamın nefesini alıyorduk…
Vazgeçemediğimiz değerlerimiz vardı bizim…
Her güne her ana yakışan sevgili...
Akşamın son saatleri, tam da senin gittiğin zamanlar bunlar.
İçim acıyor, kanayasıya bir bakış bu gökyüzüne, sensizliği arayış bu. Çaresizlikler sarmışken bedenimi, her yer sen ışığı, sen kokusu ve sadece ben yalnızlığının bensizliği.
Sensizlikle başlayan ve yine de sensiz biten bir gün sonu bu…
Uğruna yaşamlar feda ettiğimiz sevgiden, sevgiliden yoksunlaşmamak için uğraş verdiğimiz bir gün sonu daha ve uzayacak geceye sarkacak düşüncelerle geçecek kâbus dolu saatlerin başlayacağı karanlıkların başı ve senli rüyaların hasretini alacak uzun bir düş görme zamanı başlamakta tekrar…
Yarın doğacak güneşin ışıkları ile seni tekrar düşünme zamanları başlayacak…
Hayatım bu benim sevgili, düşmek ve düşlemek seni, senden sonrası zamanları yok saymak, yaşamamış farzetmek biliyorum acınılılası bir yaşam bu ki ardı sevdaya çıkan yolsa yaşanacak hem de sevinerek…
Bazen de ezilmişliği sindiremeyiz içimize, çoğu geceler hıçkırarak da olsa ses verirsek de kendi kendimize, biliriz ki uzakları yakın edemeyiz ama, uzaklardaki sesleri içimizde hisseder, bu seslerin sahiplerine dualarımızı ekleriz ve kimsesizliğimizi olsun bu seslere ekleriz, çoğalarak...
Nedense bu sabah içimde tuhaf bir istek var, koşmak veya kopup gitmek aracımla uzaklara, uzakların gizem dolu hallerini yaşamak için…
Deniz kokusu sarmış tüm bedenimi, hep senli izler kumsalda.
Gitmeseydin, yaşam farklı olacaktı, ben farklı yaşayacaktım.
Acısız, kurak bir gökyüzüm olacaktı. Sadece mavilikleri sarsacaktı yüreğimi. Sen mavi kokusuna doluşacaktı tüm nefeslerim.
Sadece güneşin kızıl ışıkları saracaktı deniz suyunun üstünü ve gözlerini arayacaktım o ıslak zeminde, ıslak bakışlarımla…
Bu yola koyuluşta, nereye olursa olsun, bir yere konaklamalıydım. Bir ağaç gölgesi, bir su kenarı, bir deniz rüzgârının serpintisi olan bir yere, kumsala konaklamalıydım…
İçimde sahipsiz düşüncelerin titreyişleri var..
Belki bir arayış, belki de bir beklenti sonrası hayal kırıklığı, belki de yalnızımsı düşüncelerin sahiplenemediği bir istek yığını…
Hep o cümle geziniyor beynimin sahipsizlik duyguları arasında ve sanki garip bir tempo ile dudaklarımdan dökülüyor mırıltılar halinde…
Belki bir korku çemberi içinde dolanıyorum, yalnızlığın iç burkan tarifi biraz zor bir hali bu ama o cümle beynime mıhlanmış sanki ve durmayasıya tekrar ediyorum.
Ara sıra aracımın direksiyonuna sağ avuç kenarımla şiddetini her seferinde arttırarak sağ avuç ayası zaman zaman içimin sızısını bastırarak acılanıyorum kendi kendimin şiddeti ile…
Ve tekrar ediyorum o cümleyi, hırsımı yenmeye çalışarak, geçmişe yönelik garip anı pişmanlıkları ile…
“Kendimi aşarsam yüreğim deşilmez ki diyerek tüm geçmişimi sıralıyorum peşi sıra yaşam sırasına göre…
En önemlisi, sen düşüncelerini tek tek aşmalıyım, hırsımı, öfkemi kendime karşı sindirerek garip bir acıma duygusu bastırıyor bedenim. Ve önce sana acılanıyorum, sonra da kendi kendime…
Olmayasıya sebepler oluşturuyorum sana karşı, en önemlisi kendime karşı bir savaş açmışım sanki…
Garip bir duygu bu sevmenin acılarında beden sağlığını korumak için verilen uğraşların ardına sığınarak kendimi haklılığa çıkarmak…
Sanki hataların tümü sana aitti, sanki tüm acımasızlıkları sen yaratıyordun ve ben hep masumların oyuncusu gibi hissediyordum kendimi. Olayların dışındaymışım gibi avutuyordum kendimi. Suçsuzluğumu, hatasızlığımı ilan ediyordum kendime…
Ne kadar da zorlu sorunların içindeymişim. Ve kendime ne kadar da çok acımasızmışım…
Tüm saklıların içinde bunaldıkça “aşk kendine ve gücüne sahip ol” diye bağırasım geliyor ve gırtlağıma saplanan kurumuşluk etkisi sadece, sadece gözlerimi kısarak öksürme duygusu ile baş etmeye çalışıyordum.
Bu gidişlerle arkada bıraktıklarımı yenme duygusu mu yaşatıyordu bana yoksa korkaklığımdan kaçış mıydı, hangi yenme hissini yaşıyordum bu günlerce süren yolculuk kaçışlarıyla…
Her nereye adım atsam, aracın motor gürültüsü kapatarak dalga seslerine boğulurcasına gömülsem, gözlerimin önündeki sen karartısı benimle, benimle raks ediyor ve senli gittiğim her yer artık büyük acılara atıyor beni ve derin bir solukla nefesimi tutturuyor bana…
Kendi kendime soruyorum, “kendini aşmak” bu hırsları yenmek mi, yoksa diyerek garip bir tesellinin içinde buluyorum kendimi…
Her gittiğim yer, acı veriyorsa bana, her durduğum yerde, derin bir soluğu içimde zapt etmeye çalışıyorsam, bu yaşamımın şu anlardaki şu anlardaki kesitleri işkence oyunlarına mı doluşuyor?
Ama bir gerçek var sanki ben nereye saklansam, orada hep sen varsın…
Bu demek ki “saklandığım her yerde sen varsın artık saklı kalışlarım da benim ruhumu sakinleştirmiyor…
Belki de bu kadar öfkelenmem için bir neden yoktu…
Her yolculuğa çıkışım, seni saklımdan ortalığa atıyor ve ben ruhsal bunalmalara senin varlığınla yaşamaya sanki mecburum…
Anladım ki bazen hayat senden kaçışlarda bile, sen varlığını içime yapıştırıyor…
Belki de bunun adına özlem deniliyor veya tükenmeyesiye bir nefrete bağlı kinlenmek…
Anladım ki sana kinlenmek, bile hayatın bazı kesitlerinde kopuşulamayasıya güzelmiş…
Bu hırsla ve büyük bir nefretle hırsın dalgalarının sertliğine salıyorum denizin tuzlu suyuna bedenimi…
Galiba kum, tuz ve su, çoğu zaman özlemlerin gömüldüğü an ve yer oluyor...
Ben seni her şeye rağmen son nefese sürecek bir zaman sürecinde kendime saklayarak, bu gün kendimi yalnızlığıma sürükledim...
Hadi bari bir şey söyle, ağlamaklı ayrılık düşmüş ömrümüze, kaç köşe kaç bucak dolaşsak da bitmez bu nankörce uğraş, arkada kalan koskoca bir ömrün kahır zamanları kalmışsa artık yırtılmanın anlamı ne sevgili… Artık nankörce davranmanın da anlamı ne ki bu son nefese yol alan ömür senden kalanlarla yetinecekse, bu nankörlük niye idi, niye idi senin için ölürüm demeler...
Hadi biraz tuz bas yüreğime, biraz da su, sonra mı bas kumu üstüne ki salınsın umutlar diplere doğru...
İçimde birini yok etmek istiyorum, direndikçe direniyor, hırslanıyorum, dişlerimi sıkıyorum, tüm geçmişimin üstünü örtmek istiyorum, bir gülüşe hasret yaşamanın çok zor olduğunu öğrendikçe, öğreniyorum, sessizleşmem, ıssızlaşmam, boğuyor beni, tüm sevinçlerimi hatırlama çabam, yoruyor bedenimi…
Ve ben gömülüyorum Eğe mavisi deniz suyuna dalıyorum derinliklere, nefessiz yaşamı yaşıyorum içimden tuhaf ve iri dalgalar peydahlanarak sarsılıyorum…
Bu gün güneşin son ışıklarını sırtımda hissediyorum. Üşüyorum, derinliklerde, ciğerlerim sarsılıyor ve ben, hâlâ derinliklere kulaç atıyorum, palet çırpıyorum, karardıkça kararıyor, koyulaştıkça koyulaşıyor mavilikler, ama sen yine çıkmıyorsun aklımdan. Hırslanıyorum, tekrar…
Tuz ve su basıyorum kanattığım düşüncelerime…
Yarınsızdık biz, her gecenin kuytuluğunda dolaşırken düşüncelerimiz, kendimizi yarınlara atmak isterdik. Bu istekten öte amaç olmuştu ikimizde de.
“Yarınımız birlikte olmalıydı” çünkü biz kendi kendimize yarınsızdık yalnızlık yaşamımızda ve biz çoğu zaman boşluğa haykırırdık “yarınsızız biz, bizimde yarınlarımız olmalı, dünlerde kalan bir eksiklikti bu.”
Ve biz birbirimize hep yarınları özleyerek bakardık. Gözlerimizde çünkü ikimiz de bizsiz yarınsızdık…
Biz birbirimizde yarınları özlerken, hazmedilemez bir yoksunluk duyguları ile birbirimiz için nefes alırdık…
Dünlerin yaşanmışlığı hep bize yarınları merakla özletti. Ve biz yarınları birlikte yaşayabilmek için hep dua ederdik…
Bizim dualarımızın içinde hep yarınların birlikteliğimiz için dileklerimiz vardı…
Hep bir yerde kesişiyordu yarınlar, ya senin imkânsızlıklarla verdiğimiz mücadele, ya da benim yarınlara sarkan çaresizliklerimle nedenlerim hiçbir yerde buluşamadı bizim yarınlarımız…
Ve biz yarınları özleyerek tükettik, yıllarca süren bir süreçte yarınlarrı özleyerek yaşam sürdük…
Biz kapı aralıklarında kış korkusu yaşayan yoksullar gibiydik, hep ürkek yaşadık yarınları düşündükçe…
Hayat bu sevdiceğim, biz yarınların ürkekliği ile yaşarken, hayatı, yarınların çetin şartları eritti gitti bizi ve biz sevginin köşe kapmaca oynayan çocuklar gibi hep ebe olarak kaldık yarınlara…
Şimdi oturmuş dünkü sevgimizi özleyerek düşünüyoruz…
Değmiyordu bu kadar özlem yarım kalan aşka ve değmeyenlerin içinde kalan biz sevdalılara artık bu yaşam…
Susuşlarım artık özlediklerimin aklıma düşmesindendi…
Kaç zamanın geçmişe gömülerek bu günlere ulaşan sessiz sesleriydi ve ben bu sessizlikle artık boğulmak üzereydim. Yarınsızlığın dünlere yapışmış özlemini yaşarken susuşların sessizlik sebeplerini yüreğimden geçiştiriyordum artık…
Biz birkaç, üçbeş kişiydik hayatı yakalamak isterken çoğu zaman ıskalanırdık, kendiliğimizden aşırı güven duygusuna sadık kalırken…
En çok ıskalandığımız zamanları, sevgilimizle, inanmışlıkla yaşarken bocalıyorduk.
Güven duygusuna sadık kalmak için boğazımıza tıkanan lokmaları yutamaz hale gelirdik çoğu zaman…
En çok ıskalandığımız yıllar da sevdiğimiz yanımızdan defalarca kaybolurken ıskalanırdık. Ama güvenirdik ve bu güven sonrasında hep yanılgılı zamanları yaşamımıza sokardık…
En çok inanmışlığımızca yanılgıya uğruyorduk…
Bu da bizim susuşlardaki acılarımıza sebep olan etkendi…
Evvelimi tükettirdin, geleceğimi yaşanamaz hâle getirmek için ne lâzımsa yaptın, şimdilerde artık yaşamımın karşısına geçip, göbeğini kaşıyarak gülmen için hiçbir engel kalmadı, beni merak ediyorsan sevgili, bilesin ki nefes almak için elimden geldiğince uğraş veriyorum hayata...
Kum, tuz ve su...
Mustafa Yılmaz 4Kayıt Tarihi : 14.7.2014 16:41:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu anlar yine ruhumun puslu karelerini saklıyor. Göz diplerimden, en acı cümle dökülüyor çoğu zaman dudaklarımdan “ah ayrılık aman ayrılık” derken, acımasız hislerin buğulu zamanlarını yaşıyor ve de özlüyorum sanki… Cümleler kurşun kurşun işliyor içime, “haram geceler” derken, garip bir burkulma geçişiyor içimden. Ve ruhum darda kalmışcasına bulantı geçiriyor içimden… Hayatın umulmazları ile baş etmeye çalışırken bu yolculukta, geçmişe ait saygının artık acıya dönüştüğünü hissediyorum içimden… Oysa bizim yıllar, yıllar önce acıyla geçiştirilecek zamanlarımız yoktu ve bu yollarda gülüşlerimizin aralarına “emrin olur” şarkısının tınısını sıkıştırırdık… Şimdilerde aynı yollarda uzaklara doğru salınınca, geçmişten gelen her ağaç dalı gölgesine sığınası geliyor bedenim içimdeki bir sesle, iç çocuğun sesine uyarak… ben yalnızlığımın yalnızlığını tekrar içimde hissederken, bu sefer ağır gelen hasretin acımasızca ağırlığı idi… Mustafa yılmaz Kum, tuz ve su... Yazı dizisinden...
![Mustafa Yılmaz 4](https://www.antoloji.com/i/siir/2014/07/14/vazgecemedigimiz-degerlerimiz-vardi-bizim.jpg)
Yani yarınlardan beklentisiz kalmak bizim umarsızlığımızdı, sonra da hayattan, özlemden falan da şikâyet etmenin hiç anlamı yoktu… Eskilerden kalma mektuplara dönüp onları hecelemenin de hiç anlamı yoktu. Gözyaşı dökmenin de anlamsızlığını ezberlemiş olmamız gerekliydi…
Velhasıl ağaçtaki bir dut gibi sus pus olmamız gerekliydi. Belki de içe, içeriye doğru ağlamamız şarttı da biz anlamıyorduk. Demek istediğim çam ağacındaki bir kozalak gibi düşerek hiç pişmanlık duymamamız gerekliydi belki de ama sevgide kozalak olmanın da anlamı yoktu.
Çünkü biz sevmeyle yaşamın nefesini alıyorduk…
MUSTAFA ABİMM!YÜREĞİN VAR OLSUN EMİ.BU HÜZÜNBAZ KARDEŞİNİN DUALARINDASIN..SEN DE KUTUP YILDIZINA BAKIP.BENİM İÇİN DUA ETMEYİ UNUTMA..SEVGİ VE SAYGIMLA
TÜM YORUMLAR (1)