Size “Vatandaş Mustafa” isimli bir belgesel filmden söz edeceğim. 15 kasım 2007 de Garajistanbul’da galası yapılan film, o noktadan başladığı yolculuğuna Anadolu’nun değişik köşelerinden devam edecek. Bir kişinin ismi vatandaş olduğu üzerinden tanımlanıyorsa konumu bellidir. O filmde işlenen Mustafa’nın yaşam öyküsünde bizleri de ilgilendiren bir şeylerin olduğu bellidir artık.
Rize İkizdere, Çayeli, Çamlıhemşin, Fındıklı Çağlayan Dereleri üzerinde oynanan oyunların yakın çekimini karelere yansıtan kişi, Fırtına Havzasına kurulması planlanan hidroelektrik santrale karşı hukuk savaşını başlatanlardan Avukat Remzi Kazmaz. Alternatif Sinema'nın yapımcılığında çekilen filmin montajı ve kurgusu Yaşar Bülbül'e ait. Bergama mücadelesinde çizgili pijamasıyla hafızalarda yer eden Optimus amca gibi Fırtına’da çobanlık yaparken şimdi bir mücadele adamı olan Mustafa ise kamera karşısına geçmek durumunda kalmış. Çünkü orada yaşananlar aktarılmalı insanlara. En olduğu gibi, en orada hissedildiği, acı verdiği gibi. Film bunu gerçekten başarmış. Oradaki psikolojiyi, yıkımı, yaşananları çok iyi vermiş. Bunu bir insan üzerinden vermek ete kemiğe büründürmüş yaşananları. Bir anlatı, bir uzak öykü olmaktan kurtarmış izleyicinin gözünde.
Fırtına havzası, dünyadaki çiçeklerin % 28 ini barındıran bir yer. Katmanlaşmış bir yeşilin içinde kıvrımlanarak coşan dereyi görmeden o heyecanı duymak belki de mümkün değil. Kendi izlencemden söz etmek gerekirse ben, filmde epey ağladım aslında. Bir insanın parça parça edilerek öldürülüşü kadar canlıydı oradaki tahribatın görüntüleri. Boğazımda bir yumruk ve gözümde yaşlarla izledim olan biteni. Film bitip de ışıklar yanmadan önce kaşımı, gözümü temizlemeye çalıştım sanki bir belgesele ağlamak ayıpmış gibi. Yanımda oturan kişi fark etmiş yine de tüm çaktırmama çabama rağmen. “Siz ağladınız ama belki de bu salonda ağlayan tek kişi sizsinizdir “ dedi. Bu söz de çok içimi acıttı. Dilerim o filmde ağlayan, bir tek ben değilimdir. O acıyı taa içinizde hissetmezseniz sizin de bir şeyler yapmanız gerektiği ortaya çıkmaz çünkü.
Finalde Vatandaş Mustafa şöyle diyordu. “Bu dere ile ben aynı lisanı konuşuyoruz.buradaki çiçeklerle, bu gökyüzü ile, üzerime dolacak olan bu toprakla ben aynı lisanı konuşuyoruz. Buradaki ayı, çiçekler, böcekler ve ben aynı lisanı konuşuyoruz, biz. “
Bir sit alanının mahkeme kararlarına rağmen kıyımı. Görseniz, canavarlar gibiydi ceset üzerinde gezinen kamyonlar, vinçler. Koparılmış damarlar üzerinden çiğneyen dişler. Parçalayan, acıtan, insanı hiçe sayan. Yaşamı hiçe sayan. Haber bile vermeden dinamitler patlatıp evlerine taşlar yağdıran. Mustafa, “Ben bu derede çimdim, balık tuttum, dokundum suya ” diyor. Ama birilerinin hiç umuru değil balık, yaşam, doğa, yeşil, mavi, deniz...Hiç bir şey önemli değil, paranın yeşilinden başka.
Dilerim bu mücadele sürmez. Yani bitmiştir artık; ama hiç sanmıyorum. Paranın kokusu ile dolmuş burunlar, o parayı ellerinde görmeden bırakmazlar. Bağımsız mahkeme kararı ile kıyım şimdilik durduruldu ama yeni bir yol da bulundu bile: Yabancı sermaye ortaklığı. Bağımsız ulusal mahkemeler, yabancı sermayenin yaptıklarına karışamıyor.
Bu noktada hepimize sorumluluk düşüyor, hepimize görev.
Aynur UluçKayıt Tarihi : 17.11.2007 08:05:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
sevgili Uluç;doğa ile insan arasındaki duygusal ilişkiyi irdeleyen yazın için teşekkür ederim sana..kutluyorum sevgilerimle...
söze gelince herkes över. ama iş yapmaya gelince Kaz Dağlarına giderler siyanür aramaya.
o sinemada ağlayamayan hissizler, bu paraya karşı burunları hassas insanlar gibi aslında bir yerde.
ben artık giderek bu işlerin genetiğine inanmaya başlıyorum galiba ya da yaş alıyorum. bir insanın içinde olacak
inşallah hukuk mücadelesinde böyle yerlerimizin hepsi kurtarılır. Çünkü kötü örnekler zaten gözümüzün önünde tarihte. ama ders almak lazım. Açgözlüler ders almak bilmez. Onlar sadece durdurulmalıdır, olay bu..
Bu konuşma, 1854'te Kızılderili şef Seattle tarafından, kendisine halkının topraklarını satması teklif edilince yapılmış. Dr. Henry Smith tarafından kaydedilmiş ve 29 Ekim 1887'de Seattle SundayStar'da yayımlanmıştır.
Yüzyıllardır ecdadımıza gözyaşı dökmüş olan ve bize ezeli görünen gökyüzü, değişebilir. Bugün açıksa yarın bulutlarla dolabilir. Benîm sözlerimse hiç batmayan yıldızlar gibidir. Washington, Büyük Şef Seattle'ın sözlerinin doğruluğundan emin olmalıdır. Tıpkı soluk yüzlü kardeşlerimizin mevsimlerin çevriminden emin olduğu gibi.
Beyaz şefin oğlu, babasının bize dostluk ve iyi niyet dolu selamını gönderdiğini söylüyor. Bu çok nazik bir davranış. Çünkü karşılığında bizim dostluğumuza pek ihtiyacı yok. Onun halkı kalabalık, engin çayırdaki otlar gibi. Benim halkımsa çok az, üzerinden fırtına geçmiş bir ovada tek tük kalmış ağaçlar gibi.
Büyük, ve eminim ki iyi beyaz şef, toprağımızı almak istediğini söylemiş, ama bize üzerinde rahat rahat yaşayabileceğimiz kadar arazi bırakacakmış. Bu çok cömert bir davranış, çünkü artık kızılderilinin beyaz adamın saygı duyması gereken pek bir hakkı kalmadı. Aynı zamanda da akıllıca bir teklif, çünkü bizim artık büyük bir ülkeye ihtiyacımız yok.
BİR ZAMANLAR
Halkımız tüm ülkeyi kaplıyordu, tıpkı fırtınalı bir denizdeki dalgaların deniz tabanını kapladıkları gibi. Ama bu çok eskilerde kaldı, kabilelerin yüceliği neredeyse unutuldu bile. Bu zamansız yok oluşun yasını tutacak değilim, soluk benizli kardeşlerimize bu yok oluşu hızlandırdıkları için kızacak da değilim, hiç kuşkusuz bu mahvoluşta bizim kendi suçumuz da vardı.
Genç erkeklerimiz gerçek ya da hayali bir hataya kızıp da yüzlerine kara boya çaldıklarında, yürekleri de bozulup kararıyor. O zaman vahşetleri dizginlenemez olup dur durak dinlemiyor; yaşlı erkeklerimiz onları zaptedemiyor.
Ama umalım ki kızılderililer ile soluk benizli kardeşleri arasındaki düşmanlık artık dönmemecesine sona ermiş olsun. Bu düşmanlıktan hiçbirimiz bir şey kazanamayız, ancak kaybederiz. Doğrudur, genç yiğitlerimiz intikam almayı kazanç zannediyorlar, kendi hayatları pahasına olsa bile. Oysa savaş zamanı evde kalan ihtiyar erkekler ve kaybedecek oğlu olan kadınlar, intikamın kayıp olduğunu biliyorlar.
Washington'daki büyük babamız, George artık sınırlarını kuzeye doğru kaydırdığına göre o bizim de babamız sayılır, büyük ve iyi babamız bize oğluyla haber gönderip diyor ki söylediklerini yapacak olursak bizi koruyacakmış. Cesur orduları bizim için yek vücut olacak, savaş gemileri limanlarımızı dolduracak, böylece kuzeydeki eski düşmanlarımız Simsiyam ve Hidaslar artık bizim kadınlarımızı ve yaşlı erkeklerimizi korkutamayacakmış. O zaman o bizim babamız, biz de onun çocukları olacakmışız.
AMA BU MÜMKÜN MÜ?
Sizin Tanrınız sizin halkınızı seviyor ve benimkinden nefret ediyor; güçlü kollarını beyaz adamın omzuna atıyor ve bir babanın küçük oğluna yol gösterdiği gibi yol gösteriyor ona. Ama kızılderili çocuklarım çoktan gözden çıkarmış durumda. Sizin insanlarınızı sürekli güçlendiriyor, yakında tüm ülkeye yayılacaklar. Benim halkımsa medcezir gibi çekiliyor ama geri dönmeyecek.
Beyaz adamın Tanrısı kızılderili çocuklarını sevseydi, onları korurdu. Oysa kızılderililer kime başvuracağını bilmeyen yetimler gibi. Nasıl kardeş olabiliriz ki? Sizin babanız nasıl bizim babamız olup da bize refah getirir, içimizde yine yüceleceğimize dair ümitler uyandırabilir?
Bize kalırsa sizin Tanrınız adil değil. Beyaz adama geldi o. Biz onu hiç görmedik. Sesini hiç duymadık: Sizin Tanrınız beyaz adama yasalar bildirdi ama göğü dolduran yıldızlar gibi bu kıtayı dolduran kızılderili çocukları için söyleyecek sözü yoktu. Hayır, biz iki ayrı ırkız ve öyle de kalmalıyız. Aramızda ortak pek az şey var. Bizim atalarımızın külleri bizim için kutsaldır ve mezarları son istirahat yerleridir. Siz ise atalarınızın mezarından, görünüşe bakılırsa pek üzüntü duymadan uzaklaşabiliyorsunuz.
Sizin dininiz kızgın bir tanrının demirden parmağıyla taştan levhalara yazılmış, unutmayasınız diye. Kızılderili bu dini ne hatırlayabilir ne de anlayabilir.
Bizim dinimiz atalarımızın gelenekleri, yaşlılarımızın rüyalarıdır; ulu Ruh ve Reislerimizden gelir, halkımızın yüreğine kazınır.
Sizin ölüleriniz mezara girer girmez sizleri ve topraklarını sevmeyi bırakır. Yıldızların ötesine gidip unutulurlar ve hiç geri dönmezler. Bizim ölülerimizse onlara verilmiş bu güzel dünyayı hiç unutmazlar. Kıvrılan nehirlerini, yüce dağlarını ve zaptedilmiş vadilerini sevmeyi sürdürürler; yalnız bıraktıkları yaşayanları şefkatle özlerler ve sık sık onları avutmak üzere geri dönerler.
Gece ve gündüz bir arada olmaz. Dağ yamaçlarındaki sis kızgın sabah güneşi karşısında nasıl geri çekilirse, kızılderili de öyle kaçmıştır yaklaşan beyaz adamdan.
Ancak teklifiniz adil bir teklife benziyor; sanırım halkım bunu kabul edecek. Onlara ayırdığınız topraklarda barış içinde yaşamaya gidecek. Çünkü büyük beyaz şefin sözleri doğanın sesine benziyor. Geceyarısı denizinden içerilere süzülen yoğun bir sis gibi halkımın etrafım saran koyu karanlıktan sesleniyor ona.
Kalan günlerimizi nerede geçireceğimizin pek bir önemi yok.
FAZLA KALMADI ZATEN
Kızılderilinin gecesi besbelli karanlık olacak. Ufukta tek bir parlak yıldız görünmüyor. Uzaklarda üzgün sesli rüzgârlar inliyor. Kızılderilinin ardına kötü kaderi takıldı artık. Nereye giderse gitsin zalim düşmanının yaklaşan adımlarını duyacak ve kıyametini karşılamaya hazırlanacak; tıpkı avcının adımlarını ardında duyan yaralı bir ceylan gibi. Doğup batan birkaç ay daha, birkaç kış daha... Ve sonunda bir zamanlar sizler kadar güçlü ve ümitli olan halkımın mezarlarının başında ağlayacak kimse kalmayacak. Ama neden üzülelim ki? Neden halkımın kaderine inleyeyim? Kabileler insanlardan oluşur ve tek tek bireyleri kadardır gücü. İnsanlar denizin dalgalan gibi gelir, gider. Bir gözyaşı, bir ağıt, derken özlem dolu gözlerimizden silinip yok olurlar. Tanrısı kendisiyle arkadaş gibi yürüyen ve konuşan beyaz adam bile bu ortak kaderden ayrı tutulamaz. Belki de kardeşizdir her şeye rağmen. Göreceğiz...
Topraklarımızı alma teklifinizi düşüneceğiz ve karar verince size bildireceğiz. Ama kabul edecek olursak, şu anda ve burada birinci şartımı belirtiyorum: Her arzu ettiğimizde atalarımızın ve arkadaşlarımızın mezarlarını rahatsız edilmeksizin ziyaret etme hakkı verilecek bize. Bu ülkenin her yanı benim halkım için kutsaldır. Her yamaç, her vadi, her ova ve koru kabilemin acı ya da tatlı bir anısıyla doludur.
TAŞLAR BİLE
Sessiz sahilde ağırbaşlı yücelikleriyle güneşin altında dilsizcesine dururken, halkımın kaderiyle bağlantılı olayların anılarıyla titrerler. Ayaklarının altındaki toprak bizim adımlarımıza beyaz adamın adımlarına olduğundan daha büyük bir sevgiyle yanıt verir, çünkü atalarımızın küllerinden oluşmaktadır. Çıplak ayaklarımız bu sevgi dolu dokunuşun farkındadır, çünkü toprak halkımızın yaşamıyla doludur.
Bir zamanlar burada severek yaşamış ve artık adları unutulmuş olan yiğitler, şefkatli analar, neşeli genç kızlar ve küçük çocuklar, bu ıssız toprakları sevgiyle anarlar hâlâ.
Bu dünyadan en son kızılderili de yok olduğunda ve anısı beyaz adamlar arasında bir efsaneye dönüştüğünde, bu kıyılar benim kabilemin görünmez ölüleriyle dolu olacak. Sizin çocuklarınızın çocukları tarlada, dükkânda, yollarda ya da ormanın sessizliğinde kendilerini yalnız zannettiklerinde, aslında yalnız olmayacaklar. Yeryüzünün hiçbir yerinde mutlak yalnızlığa ayrılmış bir yer yoktur. Geceleri, kent ve köylerinizin sokaklarından el ayak çekildiğinde, siz onların boşaldığını sanacaksınız. Oysa yollar bir zamanlar bu güzel toprakta yaşamış olan ve onu hâlâ seven esas sahipleriyle dolup taşacak. Beyaz adam hiç yalnız kalamayacak.
Beyaz adam adil olsun ve halkıma iyi davransın. Çünkü ölüler hiç de sandığınız kadar güçsüz değildir.
ağaçlar ayakta kalsa
yollar aynı sene içinde
ağaçlar uzun yıllarda
saygılarımla
iç
TÜM YORUMLAR (6)