Varsayılan bir sessiz Augustan dertlenme ...

Akın Akça
1865

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Varsayılan bir sessiz Augustan dertlenmesi: Açmazın lirik kaçamağına deniz aşırı

-

a.
Yol verince, bir büyük yazıyı simgelesin bu yazgı hepsi
Şiir ama çünkü, son gelenin her şeyden önce vârislemişliği

Ve gene de, düşünmek bir saltanat olmasın;
düşünmenin gerektirildiği bir hayat koşullar toplamının

Ama çünkü, bir imge de var mıdır, düşünmek gibi;
ihtiyacın olduğu anda, varedenden vareden varedilmişliği:

Sevinç,

coşku,

didişme.

Bir sevinç,

büyük coşku,

didişmeler...

En güzel bir sevinç Neo-Klasik'liği olsun
şu karşıda dört fır dönen göz o dörtgöz.
Petek petek açık yeşil yaprak fersah tokmak doğa'n.
Bakıyor karşıdan arı, petek; gez göz arpacık ve, söz...
İşte şiir, işte Dryden artık;
işte, az da düşünüyor; şakacı, para sefilcil-düşmüş kürek mahkumu Dr. Samuel Johnson; ve işte Pope.
Az Pastoral ve onun içindeki bir kırık lirik.

Verse'yi az mı aştık...

b.
Çok incesin, güzelsin, kırılgansın;
Çocuğuz..
Dön gel, sırt dön gene istersen.
Gel canım.
Papatya umutların
kar gibi keskin
buzun deşifre sessizliğinde
su aşağıda olsa da, ve buz yukarda olsa da;

Bu bir mucize! !

Akın Akça
Kayıt Tarihi : 16.4.2007 01:23:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Hikayesi:


- Bazı açılımların oturması için bölük pörçük, yer yer alınan bi kaynakçalar toplamı: 'XVIII. yy'ın ilk yarısına (Neo-Klasik döneme) Augustan Çağı da denilir.Bunun nedeni o sırada yaşayanların, bu yarım yüzyılın, eski Roma İmparatoru Augustus'un saltanatı yılları kadar parlak olduğuna; çağdaşları arasında Vergilius, Ovidius, Horatius kadar büyük yazarların yetiştiğine inanmalarıydı. Kurdukları düzenden ve kendilerinden hoşnut, toplumlarını kusursuz sanan, her alanda başarılarına tam güven duyan, yenilik istemeyen insanlardı bu dönemde yaşayanlar. Onlara bakılacak olursa, bilim, sağduyu ve akıl sayesinde çözümlenemeyecek sorun yoktu. Royal Society'e 25 yıl başkanlık eden Sir Isaac Newton, evrenin nasıl işlediğini açıklamıştı. Alexander Pope iki dizeyle Newton'u överken, bu bilgine tüm çağdaşlarının duyduğu hayranlığı yankılar:' 'Nature and nature's laws lay hid in sight; God said 'Let Newton be! ' and all was light. Doğa ve doğanın yasaları gecenin karanlığında gizlenmişti; Tanrı 'Newton var olsun' dedi ve ışığa boğuldu her şey' (Kendi bir çeşit tercümem: ‘Doğa ve doğanın kanunları, uzanmıştı gözden yitik. Tanrı dedi 'Newton varolsun' ve tüm, her şey.. ışık oldu.’) Her neyse, devam edersek ' Elizabeth çağında yaşayanlar, Mermaid (Denizkızı) gibi şiirsel adlar taşıyan meyhanelerde toplanıp şarap içerken, XVIII. yy’da (1700’lerde) yaşayanların kahvehanelerde ya da “chocolate-house” (çikolata evi) denilen yerlerde toplanıp, kahve ya da sıvı halinde çikolata içmeleri, çok anlamlı bir değişikliğin göstergesiydi. Macaulay’nin History of England’de (İngiltere Tarihi) anlattığına göre, İngiltere’de ilk kahvehane, Türkiye’yle ticaret yaparken kahve tiryakisi olan bir adam tarafından Commonwealth döneminde açılmıştı. Restorasyonda kahve sayısı hızla artmış ve herkes kendi kişiliğine uygun bir kahvehaneye gitmeye alışmıştı (burda düşündüm ki, acaba fazla artan bir şeyler olunca, insanlar bölücülüğe mi yönelir –nerden geldiyse aklıma) Örneğin yüksek sosyete, White’s Coffee-house’a, din adamları Child’s Coffee-house’a, politikacılar St. James’ Coffee-house’a, borsacılar Jonathan’s Coffee-house’a ve yazar takımı Will’s Coffee-house’a giderlerdi. (Din adamının çocuk kahveevi’ne gitmesine şaşmadım şahsen ama acaba neden St. James’e de gider olmadı ki o aziz değil mi?) Kahvehaneler sadece kültürel etkinlik merkezleri değil, ticaretle ilgili işlerin kotarıldığı yerlerdi aynı zamanda. Ne gariptir ki, bugün İngiltere’nin hala en ünlü deniz sigorta şirketi olan Lloyd’s, XVIII. yüzyılın başlangıcında Lloyd’s Coffee-house’da işlemeye başlamıştı. İkinci Charles zamanında hükumet bu toplantı yerlerini kapamaya kalkınca, iki rakip parti, yani Whig’lerle Tory’ler hemen birleşip kıyametler kopararak bunu engellemişleri (kanımca biz napıyoruz? laiklik konusunda? mesela) XVIII. yy’ın başlangıcında kültürel alanda kahvehanelerle birlikte gelişen bir başka yenilik de dergicilikti. Yazarlar kimi zaman başkalarıyla işbirliği yaparak kimi zaman kendi başlarına dergi yayınlıyorlardı.” Velhasıl, böyle böyle“ Bu bölümün başlangıcında belirttiğimiz gibi, Augustan Çağın insanları pek kendilerini beğenmişlerdi. XIX. Yy’ın 2. yarısında da Matthew Arnold, “our excellent and indipensable Eighteenth Century” Bizim mükemmel ve vazgeçilmez Onsekizinci Yüzyılımız) demişti. Ne var ki, bugün edebiyat meraklılarının, özellikle şiir sevenlerin Neo-Klasik dönemden hoşlanmalarının pek yolu yoktur. Bunun başlıca nedeni de, o dönemin şiirden yoksun oluşudur. İngilizlerin en ünlü şiir antolojisi olan The Oxford Book Of English Verse’de (İngiliz Şiirinin Oxford Kitabı) Dryden’dan Dr. Johnson’a kadar yazılan şiirlere sadece aşağı yukarı elli sayfa ayrılmışken, Pre-Romantik ve Romantik şiirlere bunun beş kat fazlası, yani iki yüz elli sayfa kadar ayrılması, Restorasyon ve Neo-Klasik dönemdeki şiir yoksulluğunu kanıtlamaya yeter. İngilizcede “şiir”e karşılık iki sözcük kullanılır: “Poetry” ve “verse”. “Şiir” ile “manzume” arasında ne denli büyük bir ayrım varsa, bu iki sözcük arasında da o denli büyük bir ayrım vardır. “poetry” bildiğimiz gerçek anlamda şiirdir. Yazılan metnin sadece biçimimden değil, özünden de kaynaklanır; yani koşukla yazılmasa da, şiirdir gene. Augustan çağda şiir yazanların çoğu, “poetry” yazamıyorlar, “verse” yazabiliyorlardı ancak. Üstelik bu iki şey arasındaki ayrımın, hatta şiirin niteliğinin düzyazınınkinden bambaşka olduğunun bilincinde bile değildiler. O çağın, bize kalırsa en büyük dahisi olan Swift bile, şiir sanki uydurma bir şeymiş gibi, ölçülü uyaklı dizelerinin, düzyazı kadar elverişli bir biçimde gerçekleri yansıtmasını amaçlıyordu:” “And let me in these shades compose, Something in verse as true as prose. Bırakın bu gölgeliklerde, düzyazı kadar gerçek Bir şey yazabileyim şiirle.” İşte bu zihniyetten ötürü, Neo-Klasik çağda kaleme alınan ölçülü uyaklı dizelerin özü düzyazıydı aslında. Hatta yazılanların adları bile –örn. Pope’un Essay on Criticism’i (Eleştiri Üzerine Deneme) ya da Essay on Man (İnsan Üzerine Deneme) - aklımıza şiiri değil, düzyazıyı getirir hemen. Augustan çağı lirik şiirin yazılmasına hiç uygun değildi. Her tür şiir için gerekli, ama lirik şiir için ayrıca gerekli olan hayal gücü, heyecan, duyarlılık, düşünce derinliği, coşku gibi nitelikler fena halde küçümsenirdi o sıralarda. Onun için, daha önce de belirttiğimiz gibi, Restorasyon da, Neo-Klasik Çağ da taşlamaya yöneldi; taşlamanın altın çağı oldu bu dönemler. Gelgelelim taşlama ne denli nükteli olursa olsun, gerçek şiirin yerini tutamaz hiçbir zaman; evrensel bir konuyu işlemiyorsa, güncelliğini çabucak yitiriverir. (Bu son cümlede şahsen az tedirgin kaldım ama yine de haklı) O çağda şiirin başlıca özelliklerinden biri de, didaktik, yani eğitici bir amaç gütmesiydi. Dr. Johnson, “it’s always a writer’s duty to make the world better” (dünyayı daha güzel yapmak, bir yazarın görevidir her zaman) deyince, onunla beraberiz elbette. Gerçekten de her edebiyat ya da sanat ürünü, dünyayı güzelleştirmiştir gözümüzde. Ne var ki, Dr. Johnson bu kadarıyla yetinmiyordu; “the end of writing is to instruct; the end of poetry is to instruct by pleasing” (yazı yazmanın amacı öğretmektir; şiirin amacı hoşa giderek öğretmektir) diyordu. Gerçi iyi bir şiirin bize bir şeyler öğreten bir yanı vardır mutlaka. Ama bir şairin beceriksiz bir öğretmen gibi karşımıza dikilip ahlak dersi vermeye kalkması kadar itici bir şey de olamaz. XVIII. yy’ın ilk yarısının şiirini olumsuz yönde etkileyen bir neden de, Dryden’den başlayarak dönemin tüm şairlerinin koşuk biçimi olarak heroic couplet’i, üslup olarak da “poetic dictation” (şiirsel söylem) denilen, ama gerçek anlamda hiç de şiirsel olmayan yapay anlatımı benimsemeleridir. Heroic couplet, uyakları aa,bb,cc,dd diye sürüp giden iki dize, yani bir beyittir. Restorasyon şairleri de, XVIII. yüzyılın ilk yarısının şairleri de uyağı çok önemsiyorlardı. Samuel Butler, Hudibras’da gemilerin dümenle yönlendirildiği gibi, şiirin de uyakla yönlendirildiğini söylemişti:” Ve. Bu yazı böyle gider kitabın sonuna. Konuyla ilgili kısımlar buralardı. Kaynak: s.80,81,82,83 eski beş ciltlik hali üzeri’nden 2. cildi’nde, İngiliz Edebiyatı Tarihi, Prof. Dr. Mina Urgan, Altın Kitaplar Derleyen ben - Bu kaynakçaların ışığında, benim şiirden vermeye çalıştığımdan kaçırılmamasına çalıştığımsa; bir anlamda “başlık”ta hedefini bulabilir. “dertlenme”den kasıt, olayın verse olmasına çalıştığım gibi başlayıp liriğe geçmeye çalışmasıdır. Ben buna çalıştım. Nitekim, Neo-Klasik çağda olmamış. Ben de o çağa atıf yaparak, bi bakıma en olunmazı olur etmek istedim. Ne olduysa tabi... - Bu da, aynı cilt ve kitap serisinden 7. Bölüm s.155 & 156, Dr. Samuel Johnson Alexander Pope’un 1744’te ömesiyle birlikte, Neo-Klasisizm edebiyatta etkinliğini yitirmeye başlamış, bir sonraki bölümde göreceğimiz gibi, XVIII.yy’ın 2. yarısında Pre-Romantik diyebileceğimiz yepyeni bir çığır açılmıştı. Ne var ki, Dr. Johnson 1709 ile 1784 yılları arasında yaşadığı ve Pope’tan tam kırk yıl sonra öldüğü halde, yeniliklere sırt çevirip, ömrünün ilk yarısında egemen olan Neo-Klasik ilkelere bağlı kalmayı yeğ tuttu. Kendileri de belki farkında olmadan şiirde yeni bir hava estirenlere karşı çıktı. Örneğin, Thomas Gray’i beğenenlere, “bu adam yeni bir biçimde cansıkıcı olduğu için, birçoklarının onu büyük sandıklarını “ (“he was dull in a new way and that made many people think him great”) söyledi. Doğaya tapılmaya başlanan bir çağda, İskoçya’nın vahşi ve görkemli manzaralarına hayran kalanları alaya alarak, bir iskoçyalının görüp görebileceği en görkemli manzaranın onu ingiltere’ye götürecek yol olduğunu söyledi. Edebiyatta duygulara ve hayal gücüne önem verenlere dudak büküp, aklın egemenliğini savundu. Gençlerin coşkuya kapılmamalarını, her yazdıklarını titizlikle gözden geçirmelerini, ayrıca güzel buldukları bir tümceye gelince, onun hemen üstünü çizip metinden çıkarmalarını salık verdi. Zaten Dr. Johnson edebiyatta tutucu olduğu kadar, din ve siyaset alanında da Anglikan Kilisesine ve Tory partisine bağlı bir tutucuydu. Ama ileride göreceğimiz gibi, bu tutuculuğu, herkesin iyimserliği bir yaşam felsefesi olarak benimsediği bir çağda, tıpkı Swift’inki gibi, onun neredeyse dramatik boyutlara varan kötümserliğinden, yaşamın mutlu olabileceği umudunu yitirmesinden kaynaklanmaktaydı. Yazılarından kat be kat daha ilginç olan kişiliğini inceleyince, darkafalı sayılabilecek bir tutuculuğun ardında, açığa vurmadığı derin acıların, denetim altında tutmaya canla başla uğraştığı coşkulu bir duyarlılığın gizlendiği anlaşılır.(Daha önceden de zaten duyarlı yazmalı kişi gibi laflar etmişti Johnson, bir de coşkululuk katılmış olaya, buraya gelirken: Bence, demek oluyor ki, önceden mantığa da önem veren biriymiş sanırım, ama coşkusu da varmış dendiği gibi) Dr. Johnson her an yitirebileceği ruhsal dengesini koruyabilmek için tutuculuğa dört elle sarılır sanki. İşte bu yüzdendir ki, Legouis ile Cazamian gibi kimi eleştirmenler, XVIII. yüzyılın ikinci yarısının Romantik eğilimlerinin onun da bilinçaltında var olduğunu, ama Dr. Johnson’un bunları bilinçaltında tutmaya çaba gösterdiğini ileri sürerler. (Burda aklıma geldi ki, insan bilinçaltında neyi tutup neyi tutmayacağını çok iyi süzmelidir. Yanı sıra, bilinçaltı durumları da hep, kötü şey demek değildir. İyidir de.) Her zaman Dr. Johnson diye anılan Samuel Johnson, 1709’da Lichfield kasabasında dünyaya geldi. Bir kitapçı dükkanı işleten yoksul bir adamın oğluydu. Okuma yazma öğrenir öğrenmez, o dükkandaki kitapların içine daldığından, babasının mesleği çok önemli bir rol oynadı kişiliğinin gelişmesinde. Samuel Johnson küçücükken, “scrofula” yani sıraca denilen deri hastalığına tutuldu. İngiltere kralının hastaya el sürmesiyle bu hastalığın iyileşeceği sanıldığı için, İngilizcede sıracaya “the King’s evil” (Kralın hastalığı) adı da verilir. Bu umutla, küçük Samuel üç yaşındayken, Kraliçe Anne’in ona dokunması için Londra’ya götürüldü. Ama Kraliçenin dokunması hiçbir işe yaramadı, Dr. Johnson’un hastalığı ömrünün sonuna değin geçmedi. Bu yüzden son derece çirkinleşti, gözlerinden biri görmez oldu. Samuel Johnson doğduğu kasabanın okulunu bitirdikten sonra Oxford’a gitti. Ama orada geçinebilecek kadar parası olmadığından, diplomasını alamadan üniversiteden ayrılmak zorunda kaldı. Ancak çok daha sonraları, altmış yaşını geçtikten sonra, ona hem Dublin’deki Trinity College’dan, hem de Oxford’dan fahri doktora payesi verildi. Dr. Johnson 1735’te, yirmi altı yaşındayken, kendinden yirmi üç yaş büyük, kırk dokuz yaşında bir dula aşık olup onunla evlendi. On yedi yıl süreyle, yani eşi ölünceye değin ona bağlı kaldı. Bu anası yaşındaki kadını daha sonraları da unutmadı. Yaşam öyküsünü yazan Boswell’e ihtiyarladığında, “Sir, it was a love marriageon both sides” (Efendim, her iki taraf için de bir aşk evliliğiydi bu) demişti. Bu dul bayanın kızının Boswell’e anlattıklarına göre, eşiyle ilk tanıştığı sırada Dr. Johnson’un görünüşü berbatmış. Gençliğinde çok sıska olduğundan, iri kemik yapısı ayrıca çirkin görünüyor, deri hastalığının yüzünde bıraktığı izler ayrıca göze batıyormuş. Sara nöbetine tutulmuşcasına, ansızın irkilip kıvranmaları, acayip el kol hareketleri, insanı hem şaşırtıyor, hem de güldürüyormuş. Ama dul bayan, Dr. Johnson’un konuşmasından öyle etkilenmiş ki, o güne değin böylesine aklı başında bir adam görmediğini söylemiş kızına.

Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Akın Akça
    Akın Akça

    şiiri daha iyi algılamak isteyenler Gary Numan'dan Fold'u özl.le de Icon of Coil'den Formerself'i
    bir kere dinlesinler. ne alakası var bilmiyorum ama bana oyle geldi sevgiler

    Cevap Yaz
  • Akın Akça
    Akın Akça

    çok teşekkürler ÖLÜMSÜZ AŞKLARIN ŞAİRİ. güzel günler dilerim

    Cevap Yaz
  • Cüneyt Eşberk
    Cüneyt Eşberk

    tebrikler...saygılarımla...

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (3)

Akın Akça