Gümüş bir kasenin içine batırılan fırçadan sızan mürekkebin suda usulca dağılmasını anımsatan bir uysallıkla zamanın çeperinden taşabilenleri severim. Eski bir suluboya resmindeki kadar sade bir yumuşaklıkla insanı anlatabilen yazarları daha çok severim. Günü tüketen hadiselerle basit ihtiraslara yenik düşmek yerine önemsiz gibi görünen ayrıntılarla oyalanmalarındaki ‘isyankârlık’ baş döndürücüdür hakikaten. O özel türün zihni olup biteni değil, hemen öncesinde ya da sonrasındaki kamaşma, kıvılcımlanma, sürtünme, yok olma, ebediyete kavuşma halinin ve onun etrafında genişleyen aydınlanma anlarının kaydını tutar. Kainattaki tüm varlıklarla kurdukları gizli akrabalık onların sessiz dilidir. İnsan dokunmazsa ağaç kambur kalır. Kanatların okşamadığı nehir kurur. Rüzgâr esmezse taş şeklini bulamaz. Yağmurun kırbaçlamadığı ot küser. Vaktinden erken patlayan tomurcuk yaşamaz. Suda yüzebilen ahşabın sırrı özünde saklıdır... Kendini görünmez kılmak için güneş ışığıyla yıkanmış berrak bir denizde renk değiştiren küçük balıklar misali saklanarak yazanla, onu seven arasında bu türden bir yakınlık seziyorum. Dudak izleriyle yıllarca aynı çay fincanının yaldızlarını eskiten iki yabancı gibi edebiyatın koyu gölgesinde gün gelir buluşur onlar.
Tabiatın kibriyle insana korkunç bir ders verdiği dramatik bir felaket sonrasında, muhtemel bir ‘cehennemin’ eşiğinde birbirlerine sıkıca sarılmış dünyanın ortasında yapayalnız duran iki kadını izliyordum televizyonda. Hayatın geçiciliğini kadim kültürlerinden gelip tevekkülle kabullenebilen o insanların ölüm karşısındaki vakur duruşu beni sarstı. Yüzlerindeki kasılmayı gördüm. Ağlamıyorlardı. Yırtıcı bir hayvanın ürkmüş ifadesi yerleşmişti derin çizgilerine. Tanrı, kiraz çiçeklerinin zarafetiyle bereketlendirdiği bir toplumu büyük bir trajediyle cezalandırmıştı. O ürpertici an hissettiklerim, unuttuğum bir kültürün, geleneğin hikâyelerini taşıdı bana. Mişima’yı, Kavabata’yı hatta daha da gerilere gidip sarayda köle olan bir kadının bin yıl önce tuttuğu günlükleri hatırladım.
Sevmediğinde başkalaşanlar...
Pencereyi açıp kış ayazında açan mor sümbüllerimin kokusuyla sarhoş olunca, okyanusun kabaran suları altında kalan bir köyde, vaktiyle sabah nemiyle buğulanan erik ağaçlarının taç yapraklarını gördüm. Varoluşun bütünlüğü insanları ipeksi bağlarla düğümlediğinde aslında ne kadar ‘yakın’ olduğumuzu şaşırarak fark etmiyor muyuz? Hünnap ağaçları, dağların yamacındaki bir tapınaktan gelen çan sesleri, sularla sürüklenen çocukların tiz çığlıkları, alacakaranlıkta ışıldayan beyaz zakkumlar, şafak sökerken peş peşe öten kuşların cıvıltısı, zaaflarında, hırslarında, gelecek tasavvurlarında boğulanların ortak kederi, gülhatmilerle saçlarını süsleyen kadınların neşesi, akik taşlarından yapılmış tespihler, sert bir esintiyle kırılabilen bambular, geceleyin birbirlerinin kanatlarındaki donmuş çiyi temizleyen âşık ördekler, sandıktan çıkan kırık bir yelpaze, baharda başka ağaçlara sarılan mor salkımlar, geceleyin seslerini değiştiren kargalar gibi sevmediğinde başkalaşanlar... Hepimiz bir bütünün birbirinin yerine geçen, tekrar eden parçalarıyız işte...
‘İnsan sevildiği ölçüde zor anımsanır’
Kaba sınırlarla parçaladığımız hayatı incelikli ayrıntılarla buluşturan usta yorumcularından biridir Kavabata. Onun romanlarını okurken dünyevi meselelerin içinde gizlenen, daha evvel belki üzerinde çok düşünmediğimiz için tanımadığımız duyguları harekete geçiren sihirli bir dokunuşla başka âlemlerde dolaşmaya başlarsınız. O çocukluktan miras kalan bozulmamış bir sezgiyle bir insanı çok basit nedenlerle sevebileceğimize inandırabilir. Vaktiyle günahlarının çekiciliği yüzünden kapıldığınız bir ilişkinin ihtiyarladığınızda size neden artık cazip gelmediğini gösterir. Ya da birini sadece iyiliği ve güzelliği nedeniyle seven bir erkeğin yaşadığı sıkıntıyı sözcüklerin arasına yerleştirdiği nedensiz boşluklarla anlatır. Sadece sevginin değil bütün gerçek duygular gibi öfkenin, suçluluk duygusunun da sonsuz olduğunu basit cümlelerle ifade eder. Yaşamı arzuyla, tutkuyla, şehvetle ölüme bağlayan konuşmalarla dolu romanı Bin Beyaz Turna‘da, “Bir insan sevildiği ölçüde zor, nefret edildiği ölçüde kolay anımsanır” diyordu. O ince adacığın üstünde doğup büyüyen bazı kederli, alıngan, hassas, vahşi insanlar gibi o da hayli kabukludur. Ölenlerin bağışlanmayacağını, tam tersine intikam arzusunu kamçılayacağını da söyletiyordu kahramanına.
Edebiyatındaki melankolik sesi, asırlar öncesinin haiku ustalarına olan merakına bağlıyorlar ama bence o yazıda hareketle durgunluğu buluşturan tuhaf gücü daha ziyade doğup büyüdüğü coğrafyaya ve ‘kimsesizlik’ yarasına borçlu. Bütün romanlarında yuvasız ve ailesiz bir çocuk ruhuyla dolaşan yazarın ilk başarısı İzu Dansözü isimli novellasıydı. Bu romanda bir dansöze aşık olan bir genci anlatıyordu, yani kendini. Daha sonra yazdığı bütün romanlarda, ailesini hayatının ilk beş yılında kaybetmesinin travmasını, karşılıksız aşklarının iz bırakan hüznünü kullandığı dilin sadeliğiyle hissettirdi. Bir ara on birinci yüzyıl Japon edebiyatını araştırmak için sevdiği bir şehrin ıssızlığına sığındı. Savaşın ardından en uzun zamanda yazdığı romanı Karlar Ülkesi‘ni tamamladı. Eleştirmenler en çok sevilen romanının Dağın Sesi olduğunu söylüyor. Geçici hafıza kayıpları yaşayan ihtiyar bir adamın kendisini hayal kırıklığına uğratan karısı, zampara oğlu ve gizli bir tutkuyla bağlandığı gelini arasında gelişen puslu hikâyelerle gelişen bu roman da çarpıcı ama ben şehrin ritmine ve mutsuz evlilik hayatına sıkışmış bir adamla, taşrada büyümüş bir geyşa arasındaki ilişkiyi anlatan Karlar Ülkesi ’ni daha çok sevmiştim.
Boş duvarlara çarpan bir yankı...
Başka türlü bir sihri vardı o romanın. Tabiatı her zamanki zengin üslubuyla tasvir ederken, eksik kalmaya mahkûm bir aşk hikâyesini sözcüklerle kutsuyordu sanki. Açıp ilk cümlesine bakınca sesindeki şiirin basitliğiyle irkildim: “Uzun tünelden çıkan tren karlar ülkesine girdi. Yeryüzü, gece göğünün altında bembeyaz uzanıyordu. Tren istasyonda durdu.” Hikâyenin başında tatil için bir kaplıca oteline gitmeye karar veren Şimamura, trende karşılaştığı Yoko’nun meleksi yüzüne hayran olur. Bu kadar masum görünüşlü bir kadının neden geyşa olduğunu bir türlü anlayamaz. Onda deliliğin izlerini göremez. Daha sonra otele vardığında bütün hayatını tekrar sorgulamasına neden olacak başka bir geyşaya, Komako’ya âşık olur. Tutkulu bir aşkın muhtemel sonuçlarından ölesiye korkan bir erkekle, hiçbir zaman arzuladığı gibi sevilmeyeceğini düşünen bir kadının hikâyesi hüzünlüdür ama bence kitabı yıllar sonra okura hatırlatan diğer romanlarında olduğu gibi sadece hikâyenin kendisi değildir. Duyguları soğuk, ıslak bir yorgan gibi örten anlatımının gizli lirizmi onu benzersiz kılıyor.
Bir erkeğin çok arzuladığı bir kadından, çocukluğundan kalan kesif bir suçluluk duygusuyla vazgeçişini anlatıyordu: “Burada o kadar uzun süre kalmıştı ki, karısını ve çocuklarını unutmuş olabileceğini düşünebilirdi. Komaka’dan ayrılamadığı için kalıyor değildi. Sadece onun sık ziyaretlerini alışkanlık haline getirmişti. Saldırılar sürekli hale geldikçe Şimamura kendisindeki eksikliği, bütün varlığıyla yaşamasına engel olan şeyi daha çok merak eder olmuştu. Adeta durmuş, kendi soğukluğunu izliyordu. Komako’nun nasıl bu kadar kendini kaybedebildiğini anlamıyordu. Kadın bütün varlığıyla ona gelirken, Şimamura’dan Komako’ya bir şey gitmiyordu sanki. Şimamura Komako’nun sesini göğsünde, tıpkı biriken kar gibi, boş duvarlara çarpan bir yankı olarak duyuyordu. Ve kendini sonsuza kadar şımartamayacağını biliyordu”.
‘Üzüntü aşk kadar derindir’
Sanırım Kavabata da bir yazar olarak kendini her koşulda şımartamayacağını geç bir yaşta anlamıştı. Japonya’ya verilen ilk Nobel Edebiyat ödülünü aldıktan sonra yaptığı konuşmada, yakın dostu Mişima’nın intiharının bir suç olduğunu söylemişti. Bundan tam dört yıl sonra, ılık bir bahar sabahı evinde havagazını açarak intihar etti.
Bu dünyayı terk etmek için neden ihtiyarlığı beklediğine dair arkasından konuşulanlar muhtelif ama doğrusu sebepleri pek ilgimi çekmiyor. Ben onu yazar olmaya iten dürtünün hakiki kaynağını merak ediyorum. Eğer daha beş yaşındayken kimsesiz kalıp kimsenin onu bir daha sevmeyeceğine inanmasaydı nasıl bir hayatı olurdu acaba? “Üzüntü aşk kadar derindir” gibi bir cümle yazabilir miydi mesela?
O romanlarında bazen el değiştiren eski vazoların, çay fincanlarının, kimonoların, şiir kitaplarının değişen yazgısından bahsetmekten hoşlanır. Sanırım nesnelerin, tabiatta görüp önemsemediğimiz kimi işaretlerin, geleneklerin, alışkanlıkların, insanlığı büyük bir kutup yıldızında buluşturabildiğine inanıyor.
Onu çok tatsız bir vesileyle hatırladığım başka bir ılık bahar sabahı, yıllar evvel Tokyo’dan aldığım kimonomun üzerindeki desenlere bakakaldım. Koyu lacivert bir zeminin üstünde mavi geyikler dolaşıyor. Ormanın yeşil yapraklı iri meşelerine sürtünürken hışırdıyorlar. Çok yakınımdalar, onları işitebiliyorum. Sonra kalkıp bu sene sadece bir tane meyve veren ağacımın ucundaki minik, yeşil mandalinamı okşuyorum. Cılız dallarında sadece bir tane beyaz çiçeği var. Kopmasın diye dokunmuyorum ona. Eğilip baygın kokusunu içime çekiyorum. Hayat, insanı her defasında yenen o müphem iradeye rağmen bütün sıradanlığıyla, incelikleriyle, acılarıyla olduğu gibi devam ediyor.
Kavabata Yasunari- Karlar Ülkesi/ Doğan Kitap
Kavabata Yasunari -Dağın Sesi /Doğan Kitap
Kayıt Tarihi : 5.3.2016 11:08:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!