Hiç bitmeyecekmiş gibi görünen uzun, karanlık tünellerden geçip üniversitenin geniş bahçesine varınca, ilk zili kaçırdığı halde derse girmek için hâlâ vakti olan öğrenci rahatlığıyla bir banka çöküverdim. Merhametli kış güneşi, “boş ver şimdi dersi, bir sigara yak, acı bir kahve iç, çimlere kaygısızca uzanıp romanına kaldığın yerden devam et” diyordu. O ses bana muhtelif şehirlerdeki okul bahçelerinde, geleceğe umut, merak, korku ve heyecanın karışımı olan bir tür sarhoşluk iksiriyle baktığım serseri günleri hatırlattı. O vakit dersten kaçmaya kışkırtanın ‘mecburiyet’ olduğunu fark ettim. Yeterince büyümüştüm, kimse bana ne yapacağımı söylemiyordu ve aslında bu insanı pek özgürleştirmiyor tersine biraz yalnızlaştırıyordu. Dev çınarların altından aheste yürüyüp sınıfı bulmak için epey vakit kaybettikten sonra geç kalmış olmanın utancıyla kendimi içeri atıp, öğrencilere bakmamaya gayret göstererek ilk bulduğum sandalyeye oturdum.
Murat Belge, ‘Karşılaştırmalı Edebiyat’ bölümü öğrencilerine Batı Medeniyeti tarihi anlatıyordu. Harita üzerinde farklı asırlar ve coğrafyaların arasında onun sakin sesiyle dolaşırken, memleketimizde ‘muasır medeniyet’ seviyesine ulaşmaya çabalayanların nerede yanlış yaptıklarını gördüm. Tarihi dikte etmekle içinden geçtiği dönemi etkileyen gerçek hikâyelerle kavramak arasında ciddi bir fark vardı. İlk Ruslardan, Macarların Almanlarla birlikte Türkoloji yaratmasına, oradan kelimelerin etimolojik kökenleriyle Magrep’e, Endülüs’e, Arapların yarımadadaki kültürel etkilerine, divan edebiyatına, ortaçağ saray aşklarına, Haçlı seferlerine doğru ilerlerken, ormandaki sincaplar gibi zıplayarak Avrupa’nın oluşmasına eşlik ediyorduk. Kibirden arınmış tevazu ve ince bir mizah duygusuyla daima biraz geride durarak bilgi paylaşanların kıymetini ve yerlerinin kolay doldurulamayacağını düşündüm. Magna Carta’nın öneminden, Kürt komutanı Selahaddin Eyyubi’nin neden iyi bir asker olduğundan bahsederken yeri geldiğinde “Beşiktaş’la Galatasaray berabere kalınca Fenerbahçe sevinir ya” diye benzetme yapabilen bir hocayla tarihi hayata dokunarak idrak etmeyi isterdim doğrusu.
Çıkışta yakışıklı delikanlıların bana “siz bu sınıfta yenisiniz galiba” demesinin (Birisi editörümüz Tamer Kayaş’ın oğluymuş meğer, olsun Can ve arkadaşı beni henüz tanımıyordu, söylediler bir kere) abartılı sevinciyle birlikte, Murat Belge’nin Buckingham Sarayı anılarını dinleyerek bir İngiliz bahçesinde dolaşıyor edasıyla yürümek gençliğimi diriltti.
Muhayyilenin sihirli kudreti...
O gün tahta masaların etrafında geveze kuşlar gibi şakıyan öğrencilerin arasında öylece
durmak istedim. Güneşin sarı binaların duvarlarında hayal gücünü kışkırtan gölge oyunları yaptığı bir öğle sonrasında, ‘hayatı tekrarı mümkün bir oyun’ gibi tasavvur etmek ruhumu gevşetti. Kendime sessiz bir köşe bulup romanı kaldığım yerden okumaya devam ettim. Artık bahçede 19. yy. İngiltere’sinde Mary Shelly, Lord Byron, Percey Byshee Shelly, Coleridge gibi asi romantiklerle birlikteydim. Thames nehrinin kenarında ‘yaşamsal öz’ün sırlarının keşfiyle ilgili tuhaf ve çekici sohbetlere daldım. “Murat Belge bunları da her zamanki bilge sükûnetiyle anlatırdı” diye hayıflanmayı ihmal etmeden elbette...
Tabiatın kudretini bütün benliğiyle hisseden, etrafını kuşatan evrenin içinde eriyip kaybolduğunu düşünen Victor, daha en başında dünya ve kâinat hakkında her şeyi bilmek istediğini söylüyor ve ihtirasının hatalarının en büyüğü olduğunu itiraf ediyordu. Görünmeyeni, bilinmeyeni inceleme, onları biraraya getiren gücü keşfetmek onun en büyük tutkusuydu. Okulda tanıştığı şair Byshee’yle birlikte çıktıkları uzun yürüyüşlerde, bilinen sınırların ötesine geçmekten, simyacılardan, varlıkların gizli enerjisinden, elektrikle insan bedenine hayat vermekten, dinden, ateizmden bahsediyorlardı. Coleridge’in, “Şair, ilimcinin imkânsız dediği şeyi hayal eder, bir kez hayal edildi mi de o şey, hakikate dönüştü demektir” demesi, beni sisli nehirlere, rutubetli meşe ormanlarının içindeki varlıkların gizli yaşamına götürdü. Bir kahramanın “Istırap insani varlığın özünde vardır. Kendisine eşlik eden bir ıstırabı olmayan hiçbir sevinç yoktur bu dünyada” cümlesiyle kendi varlığımın kuytusuna çekilirken, yuvasından çıkarılan bir gözün yaşam süresinin otuz dört saniye olduğu bilgisiyle ürperdim. Saçlarımı okşayıp geçen kelebeğin ölüm bilincinin olmaması, buna mukabil insanın sürekli aldatıcı bir ‘zaman’ bilinciyle yaşaması içimi burkuyordu. Varlığımızın kırılganlığı, tabiattaki her şeyin insan algısıyla değişebilmesi biraz hüzünlüydü ama Peter Ackroyd, farklı düşüncelerle muazzam diyaloglar yazarak her şeyin kendi yaşamsal ruha sahip olduğuna ve aslında hepimizin ‘tek bir hayat’ olduğuna inandırmıştı beni.
Ölüme kafa tutmak...
Victor Frankestein’ın Vaka Defteri isminden de anlaşılacağı gibi, William Godwin’in kızı Mary Shelley’nin meşhur Frankestein hikâyesinin önünde saygıyla eğilerek onu yeniden yaratan bir roman. Hem kitabın yazılış sürecini hem de o dönemde yaşayan şairleri anlatarak derinlikli ve eğlenceli bir kitap yazmış. Ackroyd, ıstırabı ortadan kaldırmak için bir ‘yaratık’ dünyaya getiren Victor gibi insanın içindeki özü merak ediyor ve bunu yazarak kendini de sürekli tekrar yaratıyor sanırım.
Okuduğum ilik kitabı Oscar Wilde’ın Son Vasiyeti isimli romanından bu yana her kitabını çocuksu bir öğrenme merakı ve edebiyat hazzıyla okuduğum ‘edebiyat canavarı’, yaşadığımız yüzyılın en etkili ve üretken yazarlarından biri bence. Bitmez, tükenmez araştırma, okuma ve yazma tutkusuyla pek çok biyografi yazdı. Shakespeare, T.S. Elliot, Poe, Chaucer, Dickens, Thomas More ilk aklıma gelenler. Londra’yı, Thames Nehri’ni insanın haritasının kıvrımlarını çizer gibi anlattı kitaplarında. Aslen şair olan yazar, yıllardır Times dergisinin de baş eleştirmeni. Atmış yılık hayatına onlarca romanı, biyografiyi, akademik kariyeri, ödülü, deneme yazarlığını, senaristliği nasıl sığdırdı gerçekten merak ediyorum. Okuduklarımdan anladığım kadarıyla hemen hepsinde fevkalâde başarılı. Ölüme kelimelerin gücüyle kafa tutmak böyle inatçı ve hassas bir ruhun tezahürü olsa gerek. Şiiri, tarihi, hayat hikâyelerinin karanlıkta kalan sırlarını, muhayyilenin renkleriyle birleştirerek, müzik duygusu varlığının özünde yankılanan bir virtüöz misali insanlığa ‘ölümsüz’ besteler bırakmak... Peter Ackroyd’un yaptığı tam da bu.
Modern insanın yalnızlığı...
Kardeşi Elizabeth’in ölümüyle sarsılınca, bir ölüyü dirilterek hayatın kusurlarını örtebileceğini sanan Victor, hikâyenin başında bir oyunu seyrederken mırıldanıyordu: “İlahi günahların en büyüğünü işledim ben; kibir ve akılla böbürlenme. Şimdi sonsuza dek başıboş gezinmeye mahkûm edildim. Kaderimin sırrı kendimde saklı.” Ackroyd, yazarlara, şairlere ve roman sanatına atfettiği ‘kutsallığı’ öyle merhametli bir bakışla dengeliyor ki ‘tanrı-yaratıcı’ insan düşüncesine hep biraz mesafeli kalıyorsunuz. Oradaki yalnızlığın, ümitsizliğin, kusursuzluğun ancak kusurla mümkün olduğunu görüyor çünkü. Ve bu basit hakikati görebilen pek çok yazardan farklı olarak, en hareketli hikâyenin içinde bile okurun zihninde dağılıp kaybolmasına izin vermeyen lirik cümlelerle hafızada iz bırakıyor. Edebiyatın ince uçlu iğnesini çok fazla bastırmadan sızlatmasını seven yazarlardan o.
Bu romandaki en hüzünlü karakterin Victor Frankestein’ın ‘yaratığı’ olması şaşırtıcı değil. Ama yeterince sevilmediğine inandığı için kendini koca evrende bir başına bırakılmış hisseden modern insanı bu devirde bir ucubeyle anlatmak ürpertici. Yaratık kendi Tanrısı sandığı Victor’a “bu dünyaya neden geldim sanki” diyen umutsuz insanlar gibi isyan ediyor: “Senden beni yoğurmanı istedim mi? .. Talihsizliklerimin suçlusu sensin.Hayat bulma peşinde değildim ben, kendimi kendim de yaratmadım. Faili sensin.” Ackroyd, etrafında dolandığı meseleleri tumturaklı, büyük cümlelerle ifade etmek yerine melodik üslubuyla hikâye etmeyi tercih ediyor.
Tek bir yaşam...
Yaratığın ‘Tanrısına’ söyledikleri Ackroyd’un yazıya bakışını gösteriyor: “Kelimelerin gücü sanki varlığımın derinlerinden yükseliyordu. Öyle ki sözleri ve cümleleri tanıdığım halde kendimi de tanıyordum. Kelimeleri sesli okuduğumda birbirlerini müthiş bir uyumla takip ettiklerini gördüm; her biri bir sonrakini tamamlıyor, birlikte anlamın o muazzam müziğini oluşturuyorlardı... Kitapta yazanları bir kez daha sesli okuduğumda sesimde bir melodinin geliştiğini fark ettim. Kelimeler besliyordu beni. Aklın yaratıcı bir güç olduğunu söylemiştim sana, o masumiyetimle insani tutkuların içgüdüsel ifadesini de artık öğrenebileceğime inanıyordum.”
Yaratığın yazıyı sevme biçimini sevdim. Şairlerin muhayyilenin gücüne inanması gibi hemen teslim oldum ona. Ackroyd benim gibi fantastik edebiyata mesafeli duranları bile yoldan çıkarıyor. Şiirin yorgun insan zihnini edebî düşüncelere akıtan yolunu kelimelerin tılsımıyla gösteriyor hakikaten.
O gün sonsuza kadar bu dünyada mahsur kalmaktan ürken ‘yaratık’ gibi yere uzanıp öğrendiklerimi toprağa fısıldadım. Evet, ben de güneş kadar özgür, onun kadar yalnızdım. Yaratık Tanrı’sıyla değil artık sadece benimle konuşuyordu: “Bir keyif vardı patikasız, ıssız tarlalarda, bir kendinden geçiş vardı yalnız kıyılarda. Sessizce oturup tepemde dönüp duran gökleri izliyor, varlığımın kaynağı onlar mıdır, diye merak ediyordum. Yoksa nehrin sessizce akıp giden sularından mı gelmiştim? Ya da dünyanın tüm bitki ve çiçeklerini besleyen yumuşacık topraktan? ”
“Bu soruların cevabını bende merak ediyordum ama bilmemek daha iyi galiba” dedim ona. Boynundaki gökkuşağı renkleriyle yaşam enerjisi saçan bir güvercin kondu yanımıza. Onun varoluşuna katılıp kurumuş yaprakları gagaladık. Artık yazarının düşünceleriyle bir olmuştuk. Aradığımız maneviyat, özümüz, hayatına bir biçimde ortak olduğumuz tüm varlıklarda gizliydi. İkimiz de ‘tek bir yaşamın’ gücünü derinden seziyorduk. Sonsuz ihsan sahibi olan bizler değildik. Şairler gibi ispata ihtiyaç duymuyorduk. Yeni doğmuş bebekler misali içgüdülerimizle ağlıyor sonra kıkır kıkır gülüyorduk. Biz kusurluyduk, yalnızdık, bazen kalabalıktık. Biraz kederli, biraz da sevinçliydik ve bu dalgalanma, bu eksiklik, varlığımızı mükemmel kılıyordu.
(Victor Frankestein’ın Vaka Defteri, Peter Ackroyd, YKY Yayınları, Çev. Duygu Akın)
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 3.3.2016 15:21:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!