Taze çimen kokan saçlarını rüzgâra tutmuş bir kadın misali hafifçe salınan huş ağacının dibinde durup “şimdiye” sığamayan bir ânın içinde hiç büyümemiş olmayı diledim. Özlediğim yer çocukluğun safiyetini kaybettiğimiz eflatuni bir rüya değil. Eskilerden kalan bir hikâyenin, sesin, kokunun içinde olma hayali, bugünlerde ani bahar sağanakları gibi şöyle bir ıslatıp geçiyor. Bu çırpıntılı sıkıntı, bahar yorgunluğunun sıradanlığını, fani dertleri bile eziyor. Bir tür kendini anlama, duyma, kavrama ya da özüne dönme arzusuna benziyor sanki. Bilmiyorum, belki Tanrı’nın paletinden rastgele savrulup çimenleri gökkuşağı rengine boyayan bir çiçek tarhının ortasında kaldığım için ruhum yumuşadı o gün. Ağır bir uykudan sonra dirilen tabiatın hayatın döngüsüne eşlik etmesiyle kıpırdayan sevinç o kadar sahih ki, her türden samimiyetsizliği doğal bir refleksle reddediyor. O buğulu ânın içinde mutluluk da diğer duygular gibi tasarlandığında özünü yitiriyor. Hayat bir süre için şeffaflaşıyor. Açık kalmış pencerelerden dışarıya savrulan tüller gibi savruluyor sonra bir yıldız kayması kadar kısa bir sürede etkisini yitirip düşüncelerin karmaşasında kayboluyor.
Benliğinin zulmüne boyun eğip olmayı arzuladığı varlıktan uzaklaşan insanın içinde karanlık, ürkütücü, sonu hiç gelmeyecekmiş gibi uzayıp giden dar bir geçit var. Düşünüp duygularımızın derinliğini, akılla savaşan arzuların birbirleriyle bitmez tükenmez çatışmasını fark ettiğimiz anda varolma bilincinin duvarlarına çarpıp dağılıveriyoruz. O vakit sığındığımız masal, genellikle köklerimizin başlangıcına, ilk bakışa, ilk sevgiye, ilk acıya, ilk özleme, ilk korkuya ya da aslında gözümüzü açtığımız toprağa dönme tahayyülü mü oluyor acaba? Orası bazen insanın suretini dünyanın sırlı aynasında yansıtan bir varlık, bir nesne, bir ses bazen de büyük bir boşluk! Ve bir kez bilmenin tehlikeli sınırlarına adım atan yetişkin, hatıralarının çoktan gölgelediği o aydınlık bahçeye nasıl geri döneceğini bilemiyor. Kendi bilinciyle sakatlanıyor.
Şiirin meydan okuyan yüzü...
Şeyhmus Dağtekin, tarifi neredeyse imkânsız olan bu bilinç kopuşunu ve yenilenmesini, insanın köküne dönme macerasını, uzun bir şiir yazar gibi anlatıyor Varlığın Öteki Yüzü adlı romanında. Kitabı aylarca bilerek bekletip insan denen varlıkla ilişki kurmak fikrinden bile uzaklaştığım bir dönemde okumayı istemem boşuna değil. Bir Zen öğretisi, “Senin içinde büyümedikçe o bilginin sana yararı olmaz” der. Daha evvel orasından burasından karıştırdığım bu “anlatının” beni mitlerin, masalların, kadim hikâyelerin, kültürlerin, tanıdık korkuların izleriyle dönüştüreceğini, bir anlamda iyileştireceğini hissetmiştim. Beklediğim gibi oldu. Kitabı bitirdiğimin ertesi günü tabiatın ortasında mor çoban çiçekleri gibi boynu bükük kalınca dönmenin imkânsız olduğu o “köye” uzaktan bakarken buldum kendimi. Sanırım kibriyle kavrulan insanla anlaşma umudundan, beklentilerden uzaklaşarak bakabiliyoruz ancak geçmişe.
İlk destandan beri, varoluşun çok katmanlı acısını anlatabilmek için dilin büyüsüne sarılan yazarların omuzlarımdan tutup sarsmasını seviyorum. Binlerce yıldır yazılmakta olan insanlık hallerine rağmen dünyanın büyük çatlağıyla ilk kez karşılaşıyormuşçasına hayret eden “çocuksu” tavırları beni fena halde kışkırtıyor. Orada şiirin, unutuşa, hatırlamaya, ölüme meydan okuyan yüzünü görüyorum çünkü.
Dağtekin, yirmi iki yıl önce gittiği Fransa’da kendisine yasaklanan Kürtçeyi ve belki biraz da bu yüzden Türkçeyi de iterek Fransızca öğrenmiş. Dört yıl sonra doğup büyüdüğü coğrafyanın ikliminden uzak yeni bir dille yedi şiir kitabı yazmış. Yuva dediğimiz “anadile” yabancı olan bambaşka bir ülkeye göçüp gittikten sonra başka bir kültürün önemli şiir ödüllerine sahip olmasını çarpıcı buluyorum doğrusu. Ödülleri çok önemsediğimden değil, kelimelerin kaybolmayan gücüyle insanlığa bütünüyle dokunabilmenin mümkün olduğunu bir kez daha ispat edebildiği için seviniyorum. Yayımlandığı yıl “Fransızcanın Beş Kıtası Ödülü”nü de kazanan bu destansı anlatı, tabiatın hırçınlığını resmederken, kendisini yenmeye çalışan insana öğretebileceklerini sezdirerek anlatıyor.
Büyümeyi anlatıyor...
Hani çocukluğun tenha “sokak aralarında” bıraktığımız piknik masasına, salıncağa, mavi bisiklete, saten yorgana, bir zamanlar çok heybetli sandığımız badem ağacına, kumru ürkekliğiyle öptüğümüz şeftali kokan bir yanağa, ahşap kutuya ansızın özlem duyar da ona tekrar kavuştuğumuzda o kadar da “cazip” olmadığını fark ederiz ya... İşte nasıl oluyorsa bazılarımız, hayatın en sarsıcı aldanışlarından biri olan bu kırılmayla hiç karşılaşmamış gibi yola devam edebiliyor. Bunu nasıl beceriyorlar tam bilmiyorum, belki gündelik hayatın sıkıntılarıyla oyalanmak yetiyordur. Ama işte bazen bir yazar çıkıp onları bile huzursuz eden bir “geriye dönüş” hikâyesiyle “ilklerin” kalın örtüsünü açıveriyor. Hafızanın derinliklerinde saklı kalan bir masalı hatırlatırcasına kendisini efsaneleştiren çocuk, en duru sesiyle başlıyor hikâyesine: “Küçüktüm. Köyüm de küçüktü, sonradan anladım. Ama ben küçükken, bana büyük görünürdü, bir ucundan diğerine gitmek zorunda kaldığımda içime korku salacak kadar.”
Bu kitap neyi anlatıyor ki diye merak edenlere cevabı ancak kitabın çok katmanlı ruhu ve gövdesi verebilir. Büyümekte olan çocuk, kaplumbağa, ağaç, kırlangıç, yolunu bulmaya çalışan pınar, denizlerin sonsuzluğuna karışan nehir, neyi görüyor, hayret ediyor, üzülüyor, hayal kırkılığı yaşıyor ve buna rağmen gelip geçtiği bu hayata iz bırakmayı öğreniyorsa, tam da onu anlatıyor diyebilirim.
Eski bir masal...
“Bir gün büyüklerimiz bize, her canlının, her varlığın kendine has yetersizlikleri olduğunu, hiçbirinin kibir ve kendini beğenmişlik körlüğü içinde yitip gitmemesi için hepsinin bu kurala uygun yaratıldığını söylemişlerdi. Unutuşun bu uzaklaşmada kaçınılması gereken bir şey olması gibi, yeryüzünden gelip geçmekte olanların yardımlaşması da yolculuğu daha kazasız belasız geçirmek için gerekliydi.” Anlatıcı çocuk, başka bir yerde böyle başlıyor konuşmasına. Büyüklerimiz elbette böyle şeyler söylemezdi. Varlığımızın kökünü bilge cümlelerle değil yılana, kuşa, toprağa, üzüm salkımına bakarak, düşmeye kalkmaya, kaybetmeye, yenilmeye, acıya alışarak öğrendik. Zaten yazarın esas derdi de bunu anlatmak bence. Sonradan hatırladıklarındaki “eksikliği” yazının kudretiyle doldurabilmek. Ama en çok da çocukluğun tabiatı itibarıyla geçmişten ve gelecekten kopuk hissedebilmesinin kıymetini hatırlatmak.
Ne çok zihin kamaşması, kırgınlık, aldanış yaşıyoruz itinayla ördüğümüz yüksek duvarların ardında. Neyse ki tabiat ve bu kitapta olduğu gibi onunla bütünleşebilen insanın önünde saygıyla eğilen edebiyat, acının sıradanlaşmasından da koruyor bizi. Lavantalar, sakız sardunyalar, acı biberiyeler, katmerlenen şakayıklar, mavi mineler ve şımarık papatyalarla dolu bir bahçenin ortasında size varlığın bütün yüzlerini anlatan bir yazarı hatırlayınca sevgisizliğin hoyratlığından uzaklaşıp “ilk sevginin” çekirdeğine dönüyorsunuz. Annesinin bulutsuz gökyüzü altında gösterdiği “Leyla ile Mecnun” yıldızlarını hatırlatıyor bize: “Yıldızlar birbirinden ayrı, uzaktı, her biri gökyüzünün bir yerinde parlıyordu. Anam bana, kavuşmak için canlıların uyumalarını beklediklerini, böylece sonunda her gece kavuştuklarını söyledi. Uykuya direnip de onların kavuşmalarını yakalayabilirsek, sırlarını korumamız şartıyla dileklerimizi yerine getirebilirlerdi. Eğer kısmet olur da onları yakalayabilirsem, tatlı kuzinimle, karım olacak kalbimin yıldızıyla bin yıl yaşamayı dileyeceğim, diyordum kendi kendime.(...) Ama geceler kısa, uyku ise ağır ve uzundu. Leyla ile Mecnun, o çocukluk geceme ait yıldızlı gökyüzünde, her biri bir tarafta kaldılar. Kuzinimse, çocukluk düşüncemi dolduran karacalardan yoksun, bu yıldızların altında kaldı.”
Her yeni gün bir fırsat!
Er zor zamanlarımızda dönmeyi umut ettiğimiz o ilk yuva, “hayret makamı” ya da kökümüzün başlangıcındaki sır, görmeyi reddetsek de yaşadığımız sürece yorgun ruhumuza eşlik ediyor. Unutmaya çalıştıklarımızı hatırlatan bir “sonsuzlukla” kuşatıldığımızı da unutuyoruz tuhaf bir şekilde. Dağtekin, kahkahalar ve şakımalarla geçen anların içinden sıyrılıp en başına döndüğümüz o çemberi incelikle anlatmış. Eğer dediği gibi, her yeni gün o günü kendisiyle birlikte geçiren paylaşan diğer varlık ve nesnelerle bağını hatırlasın diye insana fazladan verilmiş bir fırsatsa, bu bağı onurlandırmak için ne yapabiliriz bilmem ki? Yağmura eşlik eden meleklere, çocukluğumuzun güneşli öğle vakitlerinde hayranlıkla seyrettiğimiz toz zerrelerine, yaz geceleri taraçalarda uzanıp dilek tuğumuz yıldızların hayaline, geçmişi ve geleceği ayakta tutan ukdelerimize, kaçırılmış fırsatlara, korkularımıza hatta en büyük ihanetlere bile en son âna kadar cesarete sahip çıkmamız mı gerekiyor?
Günlerdir kitabı kurcaladıkça, “Tanrım, hayat ne korkunç ve nasıl da kendiliğinden büyülü bir melodisi var aslında” diye mırıldanıyorum. Başlangıçta her şeyi öğrenmeye duyduğumuz iştah, farklı düşünceler arasında bocalamaya başlayınca eriyip gidiyor. Neyse ki başlangıçta, toprağa düştüğünde tek bir su damlası kadar yalnız olan insanın yazıyla yağmurla karışmasını, kendini içine çekilip usulca kıyıya vuran dalgalar gibi anlatabilen usta şairler, yazarlar var. Onlar sayesinde mevsimlerin, kuşların, dağların, nehirlerin, kaplumbağanın, beklemenin, “dilini”, işaretlerini çözdükçe kendi özümüze, “sonun başlangıcına” biraz daha yaklaşıyor, acemiliğimizi “köyümüzün” sarp kayalıklarında görebiliyoruz. Hayatı genellikle öncesiz, sonrasız bir telaşla ipinden tutup sürüklesek de, çocukluğun bozulmamış bakışı, “eksikliğimizi” unutturabilmek için bizi her defasında yeni umutlarla köklerimize döndürüyor. Acı bir sükûnet ve minnetle...
(Varlığın Öteki Yüzü, Şeyhmus Dağtekin, Doğan Kitapçılık, Çev. Alev Özgüner)
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 3.3.2016 14:58:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!