Post-modern endüstriyel uygarlığın içerisinde yetişmişler için acı gerçek, ilişkilerimizin büyük çoğunluğu tek kelimeyle mahvolmuştur. Tarihte kendimiz ve vahşi ilişkilerimiz (çevre) arasındaki saygılı samimiyeti deneyimlememizin bir norm olduğu bir noktaya gelmiş bulunmaktayız. Daha sonra, her gün bizi çevreleyen insanlar ve kendimiz arasındaki saygılı samimiyeti deneyimlediğimiz bir noktaya ulaştık. Ve şaşırtıcı olmayarak, bizler en derin kendimizle dürüst bir samimiyeti de deneyimleriz. “Varoluşsal krizin –anlamsız bir evrende eninde sonunda yalnız kalacağımız hissi- “insanlık halinin” tek kelimeyle esas bir görünüşü olduğu düşünülür. Hem boş bir “insanlık hali” hem de yaşamlarımızı tahakküm altına alan kişisel olmayan bir çok güce karşılık, bizler zorlayıcı bir şekilde yüz yüze olduğumuz gerçeklikten kurtulmanın yollarını ararız. Kaçışlarımız, tam gelişmiş alkol ve ilaç kullanımından Amerika’da her gece TV’nin karşısında ortalama 5 saat geçirmemize doğru çeşitli bağımlı davranış biçimlerinden gelir. Tüm bu oranlar, gerçek yaşamın an be an akıp gittiğini ve tek kelimeyle bizim orada olmadığımızı gösterir.
Bu bozuk ilişkilerin iyileştirilmesi sürecine nasıl başlayacağız? Cevap tahakkümcü bir toplumda yetişmiş ve koşullandırılmış çoğumuz için derin olarak zor olsa da gene de basittir. Cevap—bana kalırsa—“susup dinlemeyi” öğrenmemizdir. Daha diplomatik bir şekilde koyarsak, bizler saygılı sessizliğin ve sayısız yüzyıllık geçmişteki ilkel atalarımızın adilce bir karakteristikleri olan yargısız dikkat becerilerini yeniden öğrenmek zorundayız. Tahakkümcü bir toplumda, diğerleri üzerinde iktidarı elde etmek için işleyen kural; “Ben konuşurum, sen dinle”dir. Her birimiz bu kuralı içselleştiğinden, bizler ister bunlar beyinlerimizin içerisindeki gevezelik sesleri olsun isterse de ağızlarımızdan çıkan gevezelik sesleri olsun, daha çok kendi seslerimiz duyarız—çoğu kez tartışma, yargı ve rasyonelleştirme sesleri—. Bu, kendi en sinsi biçimiyle —kendimizin bir parçası yapmaya koşullandırıldığımız avukat ve hakim- “sembolik düşüncedir”. Bizler sonra duyulmak için çırpınan diğer insan sesleri ve kendi sesimiz arasındaki mücadeleye takılırız—ve her hangi bir münakaşada tartıştığımız takılan insanlar gibi, bizler sesleri tartışmanın dışında yalnız bırakır. Sık sık sonra, mücadele bizim için çok fazla olmaya başladığında, veya kendi yolumuza gitmediğinde, tek kelimeyle konudan ve tartıştığımız o insandan kaçınmaya başlarız—ilişkiyi keseriz. Kaç kez birbirimizin sözümüzü kestiğimizi anladığımız sohbetlerde bulunduk? Veya dışarıya karşı sessiz olsak bile, genellikle içeride ne cevap vereceğimiz hakkında ya “doğru olup olmadığını öğrenmeye çalışırken” ya da üzerinde düşünürken söylenmiş olanı yargılamaya odaklanırız. Kaçımız neredeyse herkesin yaralı ve yanlış anladığını hissettiği iktidar mücadeleleri içerisinde parçalanmış olan ilişkileri deneyimledi?
Bu aynı dinamikler (şaşırtıcı olmayan bir şekilde) sonra insan alanının dışındaki ilişkileri sarar. Kaç kez ormana uzun bir yürüyüşe çıktık ve kendimizi tamamen çevremizdekileri görmeden veya duymadan düşüncelere dalarken bulduk? Bu düşünceler çoğu kez yaşamlarımızda bazı politik dram veya anlaşmazlıklar (hem kişisel hem de kişisel olmayan) ile ilgilidirler, veya hem çevremizdeki dünya hakkındaki hükümlerden hem de bu hükümlerin rasyonelleştirilmesinden oluşturulmuştur. Bazen, hemen hemen TV izlerken olduğu kadar etkili bir gerçeklikten (ilişkiler) kurtulmamıza imkan veren fantezilerden oluşturulmuştur. Dinamik kendi vücutlarımızla nasıl iyi ilişki kurduğumuza bile hakimdir—durum ileri gidene kadar yorulmuş, susamış veya gergin olmaktan kaçınamadığımız düşüncelerimiz tarafından kaç kez sürüklenmiş bulunuyoruz?
Kağıt üzerinde anlamsız yazılar.
çatı katındaki odanın
kuytu bir köşesinde
kumaşındaki eski yağmurların
hüzünlü kokusuyla