Evler zamanla bağlantısı olmayan mekanlar olarak tasvir edilebilirlerdi. Birbirlerinden farklı dünyalara sahip olanlar, sessizce odalarına çekilerek yarattıkları küçük evrenlerinde ya da düş denizlerinde sonsuzluğu arayabilirlerdi. Kimsenin asla diğerine çarpma imkanına sahip olmadığı bu geniş düş dünyaları onları kendi içine çekerek gövdeleriyle bütünleyebilirdi o kontrolsüz soyut hâliyle.
Evet düşüncenin o karmaşık fikirlerle yegâneleştiği mekanlarda herkes bıraktığı yerden devam ediyordu bir sonraki güne. Bu başka bir hakikati de dayatıyordu insana; devam edilen her yaşam parçası, çürümeye de bir başkaldırıydı.
Neden beklendiği bilinmiyor ve neden acısına bir dokunuşla taze bir var oluş peşinden koşma cüreti gösteriyordu insan? Hayır kabul edemeyiz bunu ya da kabul edilmemeli ! Çünkü kabul etmek için henüz çok erken, artık daha büyük hayalleri ve yitirilmiş bir geçmişi zamanın içinde soysuzlaştırmamak gerekiyordu! Bunun sözünü kim kendine verebilirdi ki? Evler, sadece pencerelerinden güneşi ve yıldızları görebildiğimiz bacası olan tabutlardan ibaretti. O zaman herkes bir ölüydü ve herkes ölü olduğunu kabul etmemekte ısrar ederek yaşamı değerli kılabilmek için yaşıyor numarası yapmaktaydı. Ne kötü!
Halbuki o beton yığınlarına hayat veren bizlerdik, fakat farkında olmadan ruhlarımızı o dört duvarlar arasında bir anda kaybettik. Ne acı öyle değil mi? En değerli mahlukatken bir beton yığınının seni öldürmesi. Bazen olur böyle şeyler diyemiyorum artık, çünkü hep oluyor ve gün geçtikçe biraz daha yok oluyoruz…
Bir bankta öyle sessizce beklemek. Hem yağmur yağıyor, hem ıslanmıyorsun hem de ıslandığını hissediyorsun.
Öyle garip garip bakarak geçenlerin gözlerine küfürler yağdırıyorum. Belki de beni çıldırmış biri olarak düşünüyorlardır kim bilir? Bu mor saçlı abartılı makyajı olan ve sigarasının dumanını fabrika bacası gibi boşluğa dolu dolu savuran bu çılgın da kimdi?
Bakışlarından yollu olduğumu bana hissettirmeye çalışan şu çelimsiz karanlık tipler!
-Ne bakıyorsunuz lan?
Hah gittiler işte!
İşte böyle olun evladım her kuşun eti yenmez öğretmediler mi size? Sanırım öğrenmiş oldular. Bir sen eksiktin be teyzeciğim. Hey Allah’ım küçücük çocuğa fısır fısır neler söylüyor böyle!
+Oğlum bakma şu kıza! Bak gelip seni kaçırıp götürür bir daha da bulamayız! Görmüyor musun tipini? Yaratık gibi bir şey.
Oha bana mı dedi şimdi bu?
-Bana mı yaratık dedin ihtiyar? Utanmıyor musun evladın yaşında ki birine bu tarz kelimeler kullanmaya?
+Yok kızım sana söylemedim! Hem sana niye diyeyim ki öyle bir şey? Çocuk durmuyor da bizim bir komşu var onu söylüyordum. Ondan çok korkar bizim bu velet.
-Ya git Allah aşkına. Karşında salak var sanki. Hayır tek başına yağmurlu bir günde bankta oturup sigara içemez mi genç bir kadın? Hadi fazla uzatma da ikile! Yoksa…
Nasıl da gidiyor şimdi. Zavallı çocuk nasıl da şansız böyle bir cadalozla yaşadığı için. Herkesi ve her şeyi yargılama hakkını nereden alıyor bu insanlar anlamış değilim? Sanki onlar gibi olmak zorundayım ve sanki onlar gibi olmak dünyanın en mükemmel şeyi! Bu kadar yağmur bile bu kirli kalpleri temizleyemiyorsa benim söylediğim birkaç söz nasıl paklar ki? Ahh yağmur… Seni bile huzurlu bir kafa rahatlığıyla izleyememenin öfkesi birikti şu an içimde. Beni şu an sadece sen anlıyorsun.
Çünkü çok güzel yağıyorsun…
Yine başladık saçma sapan bir güne. Her sabah aynı koşuşturmalar, aynı tekrarlar. Bu kadar insan sadece burada bir başkası olmaya çalışıyor, bir başkası olmak derken kendi ruhsal dünyasıyla uyumlu itaatkâr bir köle olarak başkalaşan insanlar demek istedim. Hep aynı hatalı düşüncelere kapılıyorum nedense, aslında olmayan insanların gerçekte oldukları yanılgısına!
Kafamı kaldırıp kimsenin yüzüne bakmamalıyım çünkü gerçekten bıktım!
+Ferda bugün çok mu gerginsin?
“Sanane be sanane!” diyeceğim de o muhabbet de öylece uzayıp gidecek. Sakin olmalıyım, sakin olmalıyım…
-Yok biraz başım ağrıyor sadece. Zaten birazdan mesaim bitiyor açık havada yürümek iyi gelecektir. Teşekkürler sorduğun için.
+Ağrı kesici var istersen verebilirim. İyi gelir.
Uzattıkça uzatıyor öfff be…
-Yok yok, dedim ya zaten birazdan mesaim bitecek biraz açık havada yürüdüm mü hiçbir şeyim kalmaz.
+İyi öyle diyorsan yapacak bir şey yok. Dikkat et kendine.
Nihayet kurtuldum şu geveze adamdan. Yok ağrı kesici vereyim, yok bilmem ne vereyim. Lan beni siz hasta ediyorsunuz! Biraz sussanız her şey yoluna girecek zaten…
Şu merdivenlerden inip kapıya yaklaştıktan sonra özgürlüğün verdiği o duygu yok mu? Hah işte o duygu aslında bu katlanılması zor hayatımızı birazcık olsun katlanılır kılıyor. Ne güzel şey şu gürültüler cehenneminden kurtulmak. Keşke çalışmak diye bir şey olmasaydı insanlığın ömründe. Yaşadığımız hayatı daha da kısaltıyor! Hadi altmış yıl yaşadım diyelim, ki hiç istemem! Bunun dörtte üçü saçma sapan koşuşturmayla geçiyor. Al işte moral bozacak başka şey bulduk bugün de! Ferda sana şiir yasak, Ferda sana deli gibi koşuşturmak yasak! Ferda sana yaşamak yasak!
Koltuğa yığılıp kulaklığı son ses açıp Müslüm Gürses dinliyorum “Unutamadım”. Unutamadım mı gerçekten? Halbuki ne çok zaman geçmişti ve bir aşkı hatırlamanın bütün yaşama yayılan şu esrik hali sadece ruhsal bir problem gibi geliyor artık bana. Votkam bitmiş! Tazeliyeyim “Kaç kadeh kırıldı sarhoş gönlümde, bir türlü kendimi avutamadım” ne sözler be! Gözlerimde geçmişe sığınan bir çocuk var sadece ve sadece onun karşısında çocuk olan bir kız çocuğu. Eh beyefendi bırakıp gitti işte daha rahat bir yaşam için. Bunun tersi olması gerekmez miydi? Bu manada bu durumu belki de dünya yüzünde yaşayan birkaç kişiden biriyim. Abarttım mı sanki? İnsan bir hayalin peşinden koşan zavallı bir varlık mı sadece? Onun belleğinde şimdi başka hatıraların yeni yeni kaydı tutulurken benim düştüğüm duruma bak! Mor saçlarımı yolayım o vakit. Votka bitti, makyajım aktı ve biraz ağladım sonra da müzik bitti. Sızdım, sızdıktan sonra bile hayalimde yürüyorsun! Defol artık be, defol…
Ferda’nın ruhu savaş meydanında yaralı bedenini taşıyan bir askerdi sanki. Kolu, bacağı olmayan bir asker. Yarasında zonklayıp duran acıyı duyumsamamak için içiyordu, etinden ruhuna ulaşan sersemlikti onu yaşatan. Yanlış anlamayın sersem değildi, ruhundaki yarasını sersemletmeye çalışan bir kız çoğuydu sadece. Kimliğini hiçleyen şey bu kadar basit bir şey olmamalıydı ve herkesin konuşup bu yaşanılanı parçalamalarına izin vermemeliydi. Kendi kendine sözler veriyordu her seferinde, küfürler yağdırıp yorgun düşerek yatağına devrilirken sözlerini geri alıp çıldırırcasına ağlıyordu. Duvarlar vardı, kimsenin kimseyi rahatsız etmeden hikâyesindeki hıncı yaşamak için yaratılan, kişiyi var kılan duvarlar…
Gözkapaklarının içinde başlangıcını yakalayıp yürüdüğü hayale tutunarak ayakta duruyordu. İki kolu iki yerden biçilmiş bir dal gibi ve ince boynu bir Narcissus çiçeği gibi durgun suyun yüzüne eğmişti savunmasızca kendini.
Ayaklanmaya çalıştı ve düştü ve zihni karmakarışık düş denizlerinde yüzmeye adadı kendini. Diğer taraftan başka bir ses uzaktan sesleniyordu ona “kalk kızım! Ayağa kalk!”.
-Nereye gidiyorum böyle?
Kafasını kaldırmadan yürüyordu nereye gittiğini bilmeden. Damağında bir önceki günün alkol tadı vardı ve genzine doğru hareket edip küçük bir mide bulantısı oluşturuyordu. Evden neden çıkmıştı ve neden daha henüz bir şeyler yememişti? Gökyüzü kapalıydı rüzgâr denizin dalgalarını çarpıyordu kıyıya doğru. Martılar acı acı ötüyor ve acı iniltisiyle bir vapur öfkesini kusuyordu limana yakın.
Bir sigara yaktı denize doğru derin derin çekti içine. Gözleri büyülü bir mavilikle kucaklıyordu suyun köpüklü serinliğini. Zihni yavaş yavaş uyanıyor ve biraz da utanmaya yakın duyguyu taşıyordu ince gövdesine. Ve sanki savunmasız yavru bir kuşun o ıslak kalbine gelişi gibi, öyle karşılıyordu kalbini.
Ferda uyandı…
Bir önceki günün soğumuş çayını ısıtıp kremalı peynirinden dilimlenmiş ekmeğine sürüp yedikten sonra, dizkapağından yırtık kot pantolonunu ve üzerine askılı siyah bir tişörtü çarçabuk giyinip tekrar koşuşturmanın olduğu iş hayatının merkezine istemeye istemeye atmak zorunda kaldı kendini.
-Hesaplar tamam! Dur yine bir şeyler kaçırmadığıma emin olayım. Tamam, tamam, tamam…
İki elini ensesinde birleştirip koltuğa doğru birazcık yayıldı ve üzerinde günün yükünü atmış olan insanların rahatlığıyla baktı boşluğa doğru.
-Ahh Semra neredesin?
Evet en değer verdiği dostuydu Semra ve kimsesizliğinin içinde onu arıyordu her seferinde. Kimsesi yoktu çünkü Ferda’nın…
Sanki uzayın boşluğundan dünyamıza Tanrı tarafından gönderilmiş ve “Al sana sunduğum hayat!” dercesine sürekli hırpalandığı sıradışı bir kader çizilmiş gibiydi kendisine. Daha çok küçükken bedeninden tonlarca ağırlıkta bir yükle bir çöp konteynırının kenarında tutunmuştu hayata. Küçücük ayakları siyah çöp poşetini parçalayıp “ben buradayım, ben buradayım!” diyerek karanlığın tülünü yırtarak ağlayışını yaymıştı ışıklı bir sokakta. Leş gibi kokan çöplüğün içinde küçücük bir gül bahçesiydi bedeni.
Böylece bu terk edilmişlik hissiyle büyüdü bir başına. Kendi kendine söylendi; “Demek ki bir savaşçı olarak doğmuşsun kızım bu dünyaya. Savaş öyleyse!”
İşte böylece tuzaklarla dolu dünyanın içinde birbirlerine benzeyen iki küçük kadının buluşmasıyla başlamıştı öyküleri. Birinin diğerine duyduğu merhamet, ötekinin yüreğinde garip bir çığlığa dönüşüyordu. Bu adlandırılamayan şey neydi? Ferda bu çığlığı zamanla anlasa da yine de kendine bile bunun böyle olamayacağını söyleyip duruyordu. Ve olmaması için tutup hoyrat bir adamın yüreğine adamıştı kendisini.
Gerçekte şu an kimi düşündüğünü bilse belki rahatlayabilirdi. Semra’nın o ılık nefesini karşında hissettiği zamanlarda gözlerinin içine dalıp giderdi. Sonra o dalıp gitmeler çılgın arzuları da beraberinde getirirdi. Her gece sırt üstü uzanıp uyuyamaya çalıştığı zamanlarda çılgın fanteziler hayal edip daha sonra utanırdı. Evet deli gibi aşık olmuştu. Ama bu aşk mıydı? Bir yandan çılgın bir ten arzusu, diğer taraftan aklındakileri okuyabilen ve kalbini emanet edebileceğine inandığı başka bir kişilik vardı düşüncelerinde. İkisi de büyüdüler ve belli bir eğitim seviyesine ulaştılar ve kimselerin başaramadığı çoğu şeyin de üstesinden kolaylıkla geldiler. Ama duyguları bambaşka şekilde ilerlemişti. İnsan olmanın en zavallı haliydi bu; anlaşılamamak! Anlaşılamamak cehennemdi…
Bazen Semra'nın varlığını hissedebilmek için olanca benliğiyle duygularının en uzak yerlerine kadar giderdi. Geçmişin acılarını ve mücadelelerini hatırlardı ve Ferda'nın içinde bir boşluk oluşurdu. Bu boşluk, nefretle baktığı dünyadan uzaklaşıp büyüdüğünde; Semra'nın eksikliği, Ferda'nın ruhunun en derin köşelerinde yankılanmaya başlardı.
Ferda'nın ruhunda beliren izler kendi acısıyla birleşip onun yokluğunun işlediği koca bir yara haline gelirdi. Ve şöyle derdi içinden;
“Ben bir yarayım şu yeryüzünde! Hiç durmadan kanayan…”
Mesai bitti yine aynı güzergahtan eve doğru yürüyüşü başladı. Kaldırım kenarında duran çöp kutusundan siyah bir kedi fırlayıp ani manevralarla hızlıca geçti önünden ve arkasından da tekir bir kedi zafer kazanmış bir edayla kaçan kediye doğru kuyruğunu dikmiş vaziyette bakakalmıştır bir süre. Hayat bu şekilde devam ediyordu güçlülerin kendilerini gösterip hakimiyet kurdukları bir yeryüzü sahnesi olarak.
Alışveriş çılgınlığını daha da teşvik etmek için dış camları ilginç şekilde renklendiren mağazaların önünden geçiyordu hızlı hızlı. Yeni nesil telefonlar, en kaliteli ayakkabılar, spor kıyafetler ve bunları kutsal bir inanç malzemesine dönüştüren insanların bakışlarına takılıyordu gözleri. Şu soruyu soruyordu kendine; İnsan neden güzelliğini kıyafeti üzerinden ya da kullandığı eşya üzerinden ifade etme ihtiyacı duyar ki?
Evet insanlar böyle ya da kendi toplumumuz temel kusuru bu olabilir. Paranın ve gösterişin hakim olduğu sınırlar içinde öfkeden yutkunarak küfretmeden yaşayabilmek. Biliyordu ki küfredecek olsa Tck. Md. 125’ten yargılanabilirdir. Hukuk tahsilini sürekli suç-ceza ilkesi üzerinden kafa patlatmaktan bunaldığı için son senesinde bırakmıştı. Hem başka bir bahanesi de vardı ; ülkede hukuk mu kalmıştı? Yok ceza muhakemesi, yok aile hukuku, yok ağır cezalık suçlarla uğraşıp hukukun ve kendisinin mutlu olamadığı sonuçlar çıkararak mesleği devam ettirmek. Böylece yavaş yavaş severek kazandığı bölümü son sınıfta bırakmış özel sektörde dış ticaretle uğraşan bir şirketin insan kaynakları bölümünde bir iş bulmuştu. Evet daha henüz kendi varlığının bilincine tam olarak varamadan gel gitlerle dolu bir mücadele alanında her savruluşta ayakta durmaya çabalıyordu.
İç sesiyle bir diyalog geliştirmişti. İkili bir karakter gibi hem kızıyor hem de sevdiği ve nefret ettiği her şeyi paylaşıyordu.
-Bu ne be! Ne salakça şeyler yaşıyorum böyle? Şimdi şu elimde kocaman bir silah olacak tüm dünyayı kurtarmak için bütün kötü insanları yok edeceğim. Sonra belki bilbordlarda ikonik fotoğraflarım olacak. En basit sözlerim bile o zaman derin anlamları olan metaforlara dönüşecek. Oha ya! Neler düşünüyorum böyle ben?
+ Neler düşünüyorsun öyle Ferda?
Yanında beliren bu kişi de kimdi? Boynu omuzlarıyla birleşmiş kırmızı bir kıyafet ve slindir şapkasıyla karşısında beliren bu kişi de kimdi? İrkilerek ona baktı ve dikkatle süzmeye başladı bu kişiyi.
-Tanıyamadım sizi! Siz de kimsiniz ve ne düşündüğümü siz nereden bilebilirsiniz? Yani!
+Ha ha … Elbette ben bileceğim kim bilecek ki başka? Sanırım biraz korkuttum seni itiraf et ha ha…
-Bakın önüme çıkmış bana kendinizin bile kim olduğunu belirtmeden bir an da tuhaf bir şekilde neler düşündüğümü söyleyip sonra da tuhaf tuhaf gülüyorsunuz!
+Çok uzun mesele nasıl anlatayım sana şimdi bunu. Yani şu an ben sana ben şu kişiyim dersem bana inanacak mısın?
-Neden inanmayayım?
+Bunu şu an burada konuşuyor olmanın ne kadar tuhaf olduğunu biliyorsundur öyle değil mi?
-Bana tuhaflıktan bahsetmeniz ayrıca daha da tuhaf!
+Tamam o zaman şöyle yapalım; öncelikle insanların sana karşı şu garip bakışlarından kurtulmamız lazım. Sonra zaten eve doğru gidiyorsun kıyafetlerini değiştirdikten sonra o çok sevdiğin şekersiz türk kahvesini yudumladığında karşındaki koltukta da oturur birlikte laflarız iyi olmaz mı?
O an Ferda’nın tüyleri diken diken olmuştu. Kimdi bu kişi? Ve nereden biliyordu şekersiz türk kahvesini sevdiğini. Sonra bir an yere düşecekmiş gibi hissetti kendini, gözleri o an 3 saniyeden daha kısa bir sürede kapanıp açıldı. Bu sefer daha da şaşırmıştı. Çünkü o tuhaf sözleri söyleyen tuhaf kadın bir an da yok olup gitmişti. Göz kapaklarını ovuşturarak tekrar tekrar baktı. Hayır yoktu kimse. Şaşkınlık içerisinde kalmıştı öylece.
-Kafayı mı yiyorum ya?
dedi içinden sesli bir şekilde. Sonra dudaklarından süzülüp çıkan bir başka söz,
-Aman çokta umurumda…
Kalabalıkların içinden süzüle süzüle sert adımlarla yürüyordu Ferda. Korna sesleri ve sürekli vızıltı halinde bir gürültünün kulaklarını tırmalayan şiddetinden bir an önce kurtulmak amaçlı belki de koşabilirdi.
Bir simit tezgahının önünden geçerken taze simit kokusunu çekti içine, ne güzeldi. Sonra birden dönüp alayım dedi çantasını kurcalarken. Geri dönüp iki tane simit aldı. Dayanamayıp kese kağıdına sarılı simitlerden birini çıkarıp yolda yiye yiye kaldığı dairesine kadar geldi.
Ferda, kapıyı açıp içeri girdiğinde, evin sessizliği onu bir anda sarıverdi. Duvarlar, sanki onun yorgunluğunu ve karmaşık duygularını emiyor gibiydi. Çantasını bir kenara fırlattı, ayakkabılarını çıkarıp yorgun adımlarla mutfağa yöneldi. Şekersiz Türk kahvesini hazırlamak için cezveyi eline aldı, ancak o tuhaf kadının sözleri aklına geldiğinde bir an duraksadı.
"Kimdi o kadın?" diye mırıldandı kendi kendine. "Ve ne amaçla karşısına çıkmış tuhaf şeyler konuşmuştu."
Cezveyi ocağa koyup kahveyi pişirmeye başladı. Kahvenin kokusu yayıldıkça, zihni biraz olsun sakinleşiyor gibiydi. Ama o kadının yüzü, o kırmızı kıyafeti ve o tuhaf gülüşü hâlâ gözlerinin önündeydi. Ferda, kahvesini alıp koltuğa oturdu. Karşısındaki boş koltuğa bakarken, bir an için orada o kadının oturduğunu hayal etti.
"Tamam," dedi kendi kendine. "Eğer gerçekten buradaysan, şimdi çık ortaya. Ne istiyorsun benden?"
Sessizlik. Sadece kahvenin buharı yükseliyordu. Ferda, bir iç çekip kahvesinden bir yudum aldı. Acı tadı dilinde dağılırken, zihni de yavaş yavaş toparlanmaya başladı. Belki de o kadın, sadece yorgunluğun ve stresin bir yansımasıydı. Belki de zihninin ona oynadığı bir oyundu.
Bu düşünceler kafasının içinde dolanıp duruyorken birden kapının zil sesiyle kendine gelmiştir. Kahve fincanını usulca sehpaya bırakıp yorgun bedenini zorla ayağa kaldırıp söylene söylene kapıya doğru yöneldi. Göz ucuyla kapının deliğinden bakıp kim olduğunu görmek istedi. Fakat o an yeni bir şokun etkisiyle dona kaldı. Kırmızı kıyafeti ve silindir şapkasıyla o tuhaf kadın tombul yanaklarında asılı kalan o gülüşüyle kapının önünde dikilmekteydi. Derin bir nefes aldı Ferda ve titreyen sesiyle;
-Ne istiyorsun, neden buradasın?
diye sordu.
Kadının yüzündeki gülümseyiş daha da büyüdü ve cevap verdi;
+Sadece konuşmak istiyorum seninle Ferda. O kadar konuşulacak konular var ki! Aaa sen de ne korkak bir şeymişsin yahu.
Ferda, bir an tereddüt etti. Ancak merakı ağır bastı. Kapıyı açtı ve kadını içeri davet etti. Kadın, karşısındaki koltuğa oturdu, tıpkı Ferda'nın az önce hayal ettiği gibi. Hayli tuhaf olan bu durumdan bir an sıyrılarak gözlerini kadına dikti;
-Kimsin sen?
diye bir soru yöneltti.
Kadın hafifce başını yere eğdi ve cevap verdi;
+İyi seni fazla merakta bırakmayayım o zaman. Ben senim Ferda! Senin içinde hüküm süren sesim ben. Pek benzemiyoruz belki birbirimize ama yine de senin kadar güzel olmayı tercih etmedim.
Sonra tok bir kahkaha savurdu odanın loş karanlığında.
Karanlık büyüdü iki kadının birbirlerinden farklı bakışlarının buluştuğu yerde…
Ferda acılı bir şey hissediyordu, o an dilinin ucuna gelen kelimelerle kalbinin atışını olağandışı büyüten garip bir duygunun verdiği tuhaflığı iliklerine kadar yaşıyordu. Yutkundu…
-Halime bakıp korktuğumu sanmayın! Sadece yadırgadığım bir durumun içinde bulduğum şu ana garip bir tedirginlikle yaklaşıyorum sadece.
dedi, biraz kekeler bir vaziyette…
Sanki mahvolmuştu, o an sanki yıkık bir harabeydi…
İnsan ne yaşadığını bilmediğinde neden böyle oluyordu? Ya da neden o an o muazzam güçsüzlüğe yenik düşerdi? Kalbi neden korkuyla ürperirdi?
Bilemeyeceğimiz ne çok şey var bu hayatta…
Kadının gülümsemesi, Ferda'nın içindeki korkuyu daha da büyütüyordu. Ama bir yandan da merak ediyordu. Bu kadın, onun içindeki hangi yönü temsil ediyordu? Neden şimdi ortaya çıkmıştı?
-Sen benim iç sesimsin, öyle mi?
diye sordu Ferda, sesinde hâlâ bir tereddüt bir korku vardı.
-Peki neden şimdi? Neden bu kadar gerçeksin?
Kadın, başını hafifçe yana eğdi ve Ferda'ya derin bir bakış attı. Gözleri, Ferda'nın ruhunun en karanlık köşelerine kadar işliyor gibiydi.
+Cevabı o kadar net biliyorsun ki ne diyeyim sana?
Ferda, kadının sözlerini duydukça içinin ürperdiğini hissediyordu. Sanki yıllardır sakladığı her şey, bir anda açığa çıkmıştı. Ve aslında kaçtığı şey de tam olarak buydu…
Ne müşkül şeydi insanın kendi karanlığıyla yüzleşebildiği ana denk gelmesi ve adım atamaması. Peki bu durumla başka nasıl yüzleşebilirdi ki?
-Semra!
dedi, içinden yükselen başka bir sesle…
Gözyaşlarını tutamadı, elleri dizlerinin arasında kenetliyken usul usul dökülüyordu her iki yanından o karanfil renkli dudaklarının kenarlarına doğru. Sanki karşısındaki kadın bu haline üzülüyor gibi olmuştu. Benliğini sarstı ve bir şeyler demesini bekledi…
Kadın baktı, baktı… Sevecen bir çift gözle süzüyordu Ferda’yı ,
+Benim küçük kızım, benim küçük çocukluğum… Yüzleştiğin her şey hayatın anlamıyla eş değerdir bunu unutma! Ve bu anlamla kuracağın o derin bağ seni sana anlatacaktır herkesten önce. Ağlamak…
dedi, derin bir ahh çekerek ve devam etti,
+İnsanın kendi benliğine yaklaştığı en kısa ve en zahmetli yoldur! Varlığımdan korku duyma , çünkü korkunun kalbine dokunamadığı yerde duruyorum ben! Anladın mı?
Ferda ağlamaklı halindeyken bile kadının ona söylediği söze takılıp kalmıştı bir an,
“Korkunun kalbine dokunamadığı yerde duruyorum ben.”
Bu sözler, Ferda'nın içindeki karanlığı aydınlatıyor gibiydi. Ama bu aydınlık, onu rahatlatmak yerine daha da huzursuz ediyordu. Çünkü artık kaçamayacağını biliyordu. Kendisiyle yüzleşmek zorundaydı. Semra'ya olan hislerini, hayatın ona dayattığı acıları, kendi içindeki karanlığı... Hepsiyle yüzleşmek zorundaydı.
Ferda, gözlerini kapattı ve derin bir nefes aldı. Kadının varlığını hâlâ hissediyordu, ama artık ondan korkmuyordu. Belki de bu kadın, onun içindeki en saf, ve onun en gerçek yanıydı. Belki de bu kadın, Ferda'nın kendisini bulması için bir rehberdi.
-Tamam!
dedi Ferda, sesi bu sefer daha kararlıydı.
-Kendimle yüzleşeceğim. Ama bunu nasıl yapacağım? Nereden başlayacağım?
Geri dönüp yürümesi gereken yolun uzunluğunu mu düşünmeliydi, yoksa o yola çıkış nedenini mi? İnsan bütün zıtlıklar içerisinde kalsa dahi kendisinin kim olduğu konusunda net bir bilgiye ulaşamayacaktır. Bütün karar verişlerimizin altında göremediğimiz ve yahut en ince ayrıntısına dair hiçbir bilgisine net olarak ulaşamadığımız bir sürü zihinsel manipülasyon durumu hâkim.
Bizi bizden başka sürekli aldatıp duran başka bir kişi yok gibi yaşadığımız bu hayat serüveninde. Öyleyse ulaştığımızı düşündüğümüz bütün sınırlar gerçekte büyük yanılgıların yarattığı yapay alanlar olarak kayda geçiyor. Peki Ferda bütün bunlara rağmen hangi hakikat üzerinden varlığını tayin edebilecekti?
Kayıt Tarihi : 23.2.2025 20:58:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!