Uyurken... - açıklamalar /ek bilgiler

Akın Akça
1865

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Uyurken... - açıklamalar /ek bilgiler

açıklamalar:

‘kumarbaz’ kelimesi ‘Vegas’ şehriyle özdeşleştirilmiş olup, sevgi ya da aşkın da, bazı bazı bir kumar olduğunu gözden kaçırmamaya yönelik …

-
Cygnus x-1: Civarımızdaki en yakın karadelik 1972'de keşfedilen Cygnus x-1 olup, son zamanlarda Hubble teleskopu çok sayıda kara deliği belirlemiştir. Cygnus x-1 bizden 8.000 ışık yılı uzaklıkta olup, eğer bize doğru geliyorsa, belli bir süre sonra saniyenin 50 milyonda biri bir zaman içinde dünyayı yutacaktır.
Karadelikleri anlamanın en iyi örnekleri:
• Kartopunun sıkıştırılması
• Bir sünger yatağa yukardan bırakılan bir gülle
• Dünyanın bir uzay devi tarafından 1 cm'e sıkıştırılması
Bu yazı ‘Yalçın İnan’dan alındı
-

Neumann makinası: Matematikçi Neumann’ın üretmiş olduğu bir fikir deneyinde sözü geçen makinalar.Uzak noktalara fırlatıldıktan sonra, birbirlerini kopyalama (üreme) fonksiyonlarıyla beraber, ayakta kalmayı öğrenmeye başlayan makinalar.

-

Not: Yer yer, ‘The day after tomarrow’ (Yarından sonra) filmine bir gönderme ve buradan yola çıkan etkilerin içinde serpilen insan ilişkilerinin geleceğe yorumlanışı üzerine …

-

Uyarı1, Ward Hunt buzulunun kutuplarda çatlak verişi

SERA ETKİSİ FAKTÖRÜ HAKKINDA YAZILAR:

Erdinç DİKİCİ
9A
Anafartalar Lisesi
ADANA
Küresel Isınma

Dünyamızdaki iklim değişiklikleri artık hissedilebilir seviyelere ulaşmıştır ve gelecek yüzyılda daha büyük değişiklikler meydana gelecektir. Bu değişiklikler; yüksek sıcaklık, yoğun yağmurlar, sel, deniz seviyesinin yükselmesi gibi fiziksel olacağının yanında ormanların, tarımın, deniz ekolojisinin ve tüm canlıların etkilenebileceği değişiklikler olacaktır.

Sera Etkisi (Greenhouse Effect)

Sera gazları; karbondioksit, su buharı, nitrojen oksit, metan, ozon ve halokarbonlardır (Klorofkarbon) . Bu gazlar: dünyadan yansıyan güneş ışınlarının uzaya yayılmasına engel olarak, yeryüzüne geri yansımakta ve atmosferin ısınmasına neden olmaktadır. Sera etkisi doğal olarak oluşmakta ve dünyamız için önemli rol oynamaktadır. Bu etki olmasaydı, dünyanın ortalama sıcaklığı -18’C olacaktı. Ancak sera gazlarının miktarının normallerin çok üzerine çıkması ve artmaya devam etmesi, dünyamızın dengelerini günden güne bozmakta ve insanlığın geleceğini tehtid eden sonuçlar doğurmaktadır.Endüstri devriminin başlamasından, özellikle 2. Dünya Savaşı’ndan sonra, insan aktivitesi sera gazlarının miktarını her geçen yıl arttırarak günümüzde alarm verici oranlara ulaşmıştır.
Sera gazlarının en önemlisi karbondioksit gazıdır. Karbondioksit düzeyi 19. Yüzyıl değerlerinin %25’i oranında artmıştır. Şu anda tahminen 5-6 milyar tonu aşan karbondioksit her atmosfere yayılmaktadır. Gelecek yüzyıl karbondioksit oranının ikiye katlanacağı ve bunun sonucunda ortalama sıcaklıklarının 1,5’C ile 4,5’C artacağı düşünülmektedir. Bugün 0,35’C ile 1,0 arasında olan sıcaklık artışlarının iklimlerde meydana getirdiği değişiklikler düşünülürse, 4,5’C artışın ne anlama geleceği daha iyi anlaşılacaktır.
İnsanoğlu, iklim değişikliklerinin normalden 60 kat hızlı olmasına neden olmaktadır. Sıcaklık artmasıyla su buharı miktarı artacak, dolayısıyla bulutlarda artışlar görülecektir. Bu nedenle yoğun yağmurlar ve seller meydana gelecektir. Bugün dünyanın değişik bölgelerinde yaşanan seller, kasırgalar, anormal hava hareketleri küresel ısınmanın sonuçlarıdır.
Küresel ısınmanın önlenebilmesinde kilit rol bitkilerdir. Bitkiler karbondioksit gazını alarak oksijen gazını atmosfere yaymaktadır. İnsan aktiviteleri sonucunda oluşan fazla karbondioksiti ortadan kaldırmak için, tahminen Amerika kıtasının yarısı büyüklüğünde bir orman alanı meydana getirilmesi, bir başka deyişle, bu günkü orman alanlarının üçte biri kadar ağaçlandırma yapılması gerekir. Oysa insanoğlu, inanılmaz bir hızla mevcut ormanlarını yok etmeye devam etmektedir. Birleşmiş Milletler Dünya Kaynakları Enstitüsü, yağmur ormanlarının her yıl 160.000 – 200.000 kilometre karesinin kaybedildiğini ve bu miktarı tüm yağmur ormanlarının %2’sini oluşturduğunu bildirmektedir. Büyük orman yangınlarıyla, kurallarına uygun yapılmayan kesimlerle orman alanları hızla yok olmakta, sanayinin meydana getirdiği hava kirliliği (sülfürdioksit) ve araçların eksoz gazlarında bulunan nitrojenoksit; asit yağmurlarına, dolayısıyla ormanlarının zarar görmesine neden olmaktadır.
Sonuç olarak insanoğlunun geleceği, büyük bir tehlike ile karşı karşıyadır. Ne yazık ki bu tehlikeyi ortadan kaldırmak da insanoğlunun elindedir. Bunun için insanların bilinçlendirilmesi gerekmektedir. Sera gazlarının artışı önlenmeli ve orman alanlarının sayısı hızla arttırılmalıdır.
Gereken miktarda orman alanlarının yaratılması zor değildir. İnsanlık bu bilinci göstermek zorundadır. Herkes ağaçlandırma çalışmalarına katılarak kesilen, yanan ve her ağaca karşılık olan on, yüz, bin dikebiliyorsa eğer, dünya ve insanlık var olacak demektir.

YOKSA...

Küresel Isınma
Isınıyoruz!

Bugün dünyanın en soğuk bölgesi neresidir sorusuna verilecek yanıt, kuşkusuz Antartika’dır. Avustralya’nın iki katı büyüklüğündeki bu kıtanın hemen hemen tümü (%98) buzla kaplıdır. Yaklaşık 100 milyon yıl önce süper kıta Gondwana’dan kopan kıta yavaş yavaş bugünkü yerine oturdu. Oluşumundan sonra çok uzun bir süre üzerinde buz bulunmayan Antartika’da yaklaşık 15 milyon yıldır değişmeyen bir buz takkesi bulunuyor.
Kıtayı kaplayan bu buz tabakası, gelen güneş ışınlarının %80 – 85’ini geri yansıtır. Antartika’nın günümüzde bu denli soğuk olmasının temel nedeni budur. Buz tabakasının ortalama kalınlığı 1500 metredir ama bu kalınlığın 4500 metreyi aştığı yerlerde vardır. Dünyadaki buzların %90’ı (Yaklaşık 30 milyon kilometreküp) Antartika’da bulunur ve buzlar, dünyadaki temiz suların %70’ini içerir.
Bu yapısıyla Antartika’nın dünya iklimi içinde önemli bir yeri vardır. Her şeyden önce kıta dünya iklim sisteminin soğutucu birimidir. Soğutma etkisinin dünya rüzgar desenlerinin oluşumunda önemli bir yeri vardır. Bu etkinin yanı sıra Antartika’nın okyanusla olan ilişkisi de çok önemlidir. Dünyadaki iklimin en önemli ögelerinden biride bilim adamlarının taşıyıcı bant adını verdikleri okyanus akıntı sistemidir. Mobius şeridine benzer biçimindeki akıntı, kimi zaman dipten kimi zamanda yüzeyden gider. Dünyadaki tüm ırmaklarda akan suların 20 katı kadar su taşıyan bu akıntı sistemi İzlanda yakınlarında soğur ve yoğunlaşarak dibe batar. Yön değiştiren akıntı dipten Güney Afrika’ya doğru ilerler.
Afrika’nın güneyinde, Antartika yakınlarında, akıntı iki kola ayrılır. Kollardan biri Avustralya’nın doğusundan geçerek Pasifik okyanusunun kuzeyine yönelir. Yol boyunca ısınır ve yüzeye çıkar; sonra ABD’nin kıyılarını izleyerek güneyine iner ve Avustralya’nın kuzeyinden geçer. Öteki kol Hint okyanusunda bir çember çizer, ısınan ve yüzeyden akan sular Avustralya’nın batısında birinci kolla birleşir. Ondan sonra taşıyıcı bant tek bir büyük kol biçiminde Afrika’nın batısından geçerek kuzeye yönelir. Yol boyunca buharlaşma nedeniyle suları azalan akıntının tuz oranı yükselmiştir; kuzeye yaklaştıkça da soğur. İzlanda yakınlarında bu soğuk ve yoğun sular dibe batar. Böylece döngü tamamlanır.
Taşıyıcı bant, okyanuslar arasında su ısı alış verişini sağlar. Bu sistem sayesinde Pasifik ve Hint okyanuslarının sıcak suları Antartika’ya taşınır. Bu sırada yüzeyden giden akıntının üzerindeki havada ısınır ve akıntının yakınından geçtiği karaların iklimi yumuşar. Örneğin; Kuzeybatı Avrupa, taşıyıcı bant sayesinde yaklaşık 10’C daha sıcak olur. Güney yarım kürede yaz mevsimi geldiğinde, Antartika’da eriyen buzların soğuk suları dibe çöker ve taşıyıcı banta katılır, sonra da kuzeye yönelir. Bu nedenle Antartika hem soğukluğu hem de taşıyıcı banda aktardığı soğuk sular nedeniyle dünya iklim sisteminin dengesi açısından çok önemlidir. Son yıllarda bilim adamları, kıtanın iç bölgelerinin aldığı yağış miktarında bir artış, bunun yanında kıyılardaki buz hacminde bir azalış gözlüyorlar.
Buz hacmindeki benzer azalma Arktik deniziyle dünyanın orta ve alçak enlemlerindeki buzullarda da kendini gösteriyor. Örneğin; Afrika’da Kilimenjero dağındaki buzul, 20. Yüzyılda kütlesinin dörtte üçünü yitirdi. Aynı dönemde Kafkaslardaki buzulların kütlesi yarıya indi. Çin – Rusya sınırında, Tiyen Son dağlarındaki buzullarsa son 40 yılda yaklaşık %20 küçüldüler.
20. Yüzyılda denizlerin yüzeyleri 10 – 25 cm kadar yükseldi ve günümüzde de her yıl yaklaşık 2 mm yükseliyor. Bunun 0,2 – 0,6 mm kadarı okyanusların ısıl genleşmesinden (Tıpkı yazın ısınan elektrik hatlarının sarkması gibi) kaynaklanıyor. Yükselmenin geri kalan bölümünün, buzların ve buzulların erimesi yüzünden olduğu sanılıyor. Bilim adamları bu durumu kaygıyla izliyorlar. Ama onları daha da kaygılandıran olay, buzulların erime hızının son yıllarda giderek artıyor olması. Örneğin; Yeni Zelanda’daki buzullar yalnızca 20 yılda kütlelerinin 4/1’ini yitirdiler. İspanya’da 1980’de 27 olan buzul sayısı bugün 13’e düşmüş durumda. Peru Andlarındaki Qouri Kalis buzulu, 1963 – 1978 yılları arasında yılda 4 metre kadar geri çekilirken, 1995’te buzulun yıllık geri çekilme hızı 30 metreye ulaştı. Bilim adamlarına göre buzullardaki bu erime, bir tek şeyi gösteriyor; küresel bir sıcaklık artışını...
Sıcaklık artışının tek göstergesi buzulların erimesi değil kuşkusuz.. Göllerin su sıcaklıklarındaki artışlar ya da atmosferde sıcaklığın 0’C ye düştüğü yüksekliğin, 1970’ten bu yana her yıl 4,5 metre kadar artması da birer gösterge. Ancak dünya sıcaklığındaki artışı, en belirgin olarak gözler önüne seren kanıt yaklaşık 140 yıldır dünyanın bir çok yerinde tutulan sıcaklık kayıtlarıdır. Bu kayıtlar incelendiğinde 1860 – 2000 yılları arasında küresel sıcaklığın yaklaşık 0,5 – 0,7’C yükselmiş olduğu görülüyor. Sıcaklığın en hızlı arttığı dönemde son 20 yıllık dönemi.
Bir dereceden bile küçük bu artışın aslında pek de önemli bir artış olmadığı düşünülebilir. Ancak 1500’lü yıllarda başlayıp 1800’lü yıllara değin süren ve Avrupa’da küçük buz çağı olarak anılan soğuk dönemde, ortalama küresel sıcaklık, bugünkü değerinin yalnızca 1’c altındaydı. Günümüzden 12000 yıl kadar önce sona eren son buzul çağındaysa dünyanın ortalama sıcaklığı bugünkü düzeyinden yalnızca 5’C daha düşüktü. Bize sayı olarak küçük gelen bu sıcaklık değişimlerinin, iklim kuşakları, doğal yaşam alanları ve insanların toplumsal yaşamları üzerinde gerçekte büyük etkileri olur.

KÜRESEL ISINMA YA DA 'KIYAMET'


Yeni bir yüzyılın eşiğinden daha yeni adım atmışken insanlığın tek yaşam alanı olan dünyamızda yeni bir sorun insanoğlunu bekliyordu. Bu sorun yeni bir yüzyıla girdiğimizde hemen kapımızdan içeri girmedi. O sorunu, insanoğlu yüzyıllar boyunca, özellikle de sanayi devrimi ile de hızlandırmıştı. Doğaya ne verirsen onu alırsın. Buna kısaca ve çok basit bir formülle etki-tepki oluşumu diyebiliriz. İnsanoğlu yüzyıllar boyunca doğaya hükmedeceğim diye doğanın dengesini bozmak için elinden geleni yapmıştır. Belli bir süre sonra da doğa insanoğlundan intikamını almaya başlamıştır. İntikamın 21. Yüzyılda ki ismi ise Küresel Isınma. Eğer 21. Yüzyılda da 20. Yüzyılda yaptığımız gibi atmosfere verdiğimiz karbondioksit miktarını yüzde yüz artırırsak onu 20 Km. daha inceltmiş olacağız. Bilim kurgu filmlerinde, atmosfer olmadığı için yapay atmosfer şeklindeki kurgular artık bilim kurgu olmaktan çıkıp bir realite haline gelebilir.
Günümüzde atmosfere en fazla zarar veren ülke ABD'dir. Ama nedendir bilinmez Küresel Isınma konusunda bilim adamlarının ve devletlerin, geleceği daha güvenli hale getirmek için uluslararası çalışmalara imza koyarken ABD'nin bunlardan geri kalması. En basit örneği Kyoto sözleşmesini tanımaması ve altına imza atmaması gösterilebilir.
Peki Küresel Isınma nedir? Bizi bekleyen felaketler nelerdir? Kabaca: Başta kanser olmak üzere tüm hastalık ve salgınlara daha yakın olacağız, susuzluk ve elektrik kesintileri ise işin cabası. En kısa yoldan Küresel Isınmayı böyle anlatabiliriz.
Felaket Geliyorum Diyor
Afrika kıtasında bulunan Klimanjaro buzul dağı son yüzyılda kütlesinin dörtte üçünü kaybetti. Diğer kıtalardaki dağlar da buzullarının büyük bir kısmını yitirdi. Denizler yükseliyor. 20. yüzyılda deniz seviyeleri 10 ile 25 cm. kadar yükseldi. Göl sularındaki ısınma da sürüyor. 1866 ile 2000 yılları arasında sıcaklık küresel düzeyde 0,5 ile 0,7 C derece arasında yükseldi.
Eğer bu hızda atmosfere karbondioksit vermeyi sürdürürsek 2050 yılında sıcaklık bir varsayıma göre 3 veya 4 C derece artacak. Deniz düzeyleri bir 35 cm. daha yükselecek. 2100 yılında ise yükseklik 60 cm.yi bulacak. Bu, örneğin ABD'nin 25 bin kilometrekare toprak kaybetmesi demek. Bangladeş ise topraklarının yüzde 10'unu denizlere terk edecek. Pakistan, Mozambik, Endonezya da topun ağzındaki diğer ülkeler. Temiz su kaynakları, sıcaklığın artmasıyla çoğalacak olan buharlaşma nedeniyle azalacak. Temiz sulardaki azalmanın yüzde 20'yi bulması bekleniyor. Kışlar yazlardan, geceler gündüzlerden daha fazla oranda ısınacak. Geceleri karaların soğuması yeterince gerçekleşemeyeceğinden rüzgar ve fırtınaların yeriyle şiddeti değişecek. Sıcaklığın 5 C derece artması durumunda her yıl fazladan bir milyon kişi daha sıtmadan ölecek. Yani felaket 'geliyorum' diyor.
Küresel Isınma Ne?
Küresel Isınmanın nedenleri biliniyor bilinmesine ama sonuçları konusunda bilim adamları henüz tam bir fikir birliğine varmış değiller. Ormanlar ne olacak, rüzgar desenleri değiştiğinde dünyayı nasıl günler bekliyor, temiz su kaynakları sıcaklık artışından etkilendiğinde ne olacak. Bu yüzden savaş çıkar mi? Uzayıp giden bu soruların yanıtları değişik. Ama tüm bu anlaşamama durumu sonuçlara ilişkin. Yoksa yerkürenin gün geçtikçe ısındığı ve bunun da atmosferi ısıttığı konusunda tüm bilim adamları hemfikir.
Nasıl Oluşuyor?
Küresel Isınmaya yol açan şey sera etkisi yaratan gazların insanoğlu tarafından atmosfere daha çok verilmeye başlanmasıyla atmosferde oluşan sıcaklık artışıdır. Peki sera etkisi nedir? Aslına bakılırsa sera etkisi doğal bir süreçtir. Dünyada yaşamı sağlayan bir süreç. Ama doğanın kararında bıraktığı bu sistem insanoğlu tarafından bozuldu. Güneşten gelen ışınlar dünyayı ısıtır. Bunu hepimiz biliyoruz. Güneşten gelen bu ışınlar aynı zamanda yerküremiz tarafından gerisin geriye yansıtılır da. Ancak atmosferdeki su buharı, karbondioksit ve metan gazları dolayısıyla bu yansımanın bir kısmı önlenir. Bu gaz molekülleri ışınları tutar ve yeniden dünyaya yansıtır. Yani aynı bir serada ışının sera naylonu dolayısıyla dışarı çıkamaması gibi. Bu yüzden bu olaya sera etkisi adı verilir. Bu doğal süreç daha önce dediğimiz gibi dünyada yaşam döngüsünün kurulmasında önemli. Sera etkisi olmasaydı dünyanın sıcaklığı - 18 C (eksi 18) olacaktı.
Ancak Sanayi Devrimi'nin başlamasıyla beraber durum bozuldu. İnsanoğlu fosil yakıtlar, yani kömür, petrol ve odunu uygarlığının yükselmesinde basamak olarak kullanmaya başlayınca atmosfere her yıl, önce binlerce sonra milyonlarca, günümüzde ise milyarlarca ton karbondioksit salmaya başladı. Karbondioksit doğal düzeyinde kaldığında yararlı bir gaz.
İnsan bununla da yetinmiyor. Bir yandan da ormanları yok ederek karbondioksit emen sistemleri ortadan kaldırıyor. Yani CO2'nin artış hızını yükseltiyor.

Küresel Isınmadan Kârlı Çıkacaklar
Küresel Isınmanın kötü sonuçları yanında bazı alanlarda olumlu sonuçlarından da söz ediyor bilim adamları. Şaşırtıcı ama öyle. Doğada saf iyi ya da kötü şeyler yok. Doğa bir sistem içinde hareket ediyor. Karbon döngüsüyle yaşayan bitkiler atmosferdeki karbondioksitin artmasıyla karlı çıkacak. Diğer oranların aynı kalması ve yalnızca karbondioksitin iki katına çıkmasıyla tarım ürünleri yüzde 10 ile 50 arasında artacak. Isınmak için çok para harcayan soğuk iklim ülkeleri ılıman iklim kuşağına girdiğinde yakıt masrafları azalacak. Kurak iklim kuşağında yer alan ülkeler ılıman, yağışlı iklim kuşağına geçince su sorunları kalmayacak. Sıcaklığın arttığı soğuk ülkelerde yerleşime açılamayan bölgeler nüfus patlamasıyla karşılaşacak. Bol yağış alan kuşakta kalacak ülkeler orman alanlarını da artırma olanağı bulacak. Yani olumlu yanları da var işin, ama sağlıkla ilgili problemler hemen hemen tüm ülkelerde artacak.
Geleceği Şimdiden Yaşayanlar
1994 yılında Suudi Arabistan'daki yeraltı su kaynaklarının kurumaya başlamasından sonraki üç yıl içinde tarımda kullanılan su kesintilerinin ardından ülkenin net hububat ithalatı üç milyon tondan yedi milyon tona çıktı. 1996 yazında yeraltı su kaynaklarının boşalması, ithal edilen hububat fiyatlarının yükselmesi ve döviz kıtlığı gibi sorunlar yaşayan Ürdün Hükümeti ekmek sübvansiyonunu kaldırdı. Çıkan ekmek ayaklanması günlerce sürdü, hükümet düşme noktasına geldi.
1997 yılında 140 milyon kişinin yaşadığı Pakistan'ın hububat ithalatını iki katına çıkararak beş milyon ton hububat ithal etmesi gerekiyordu. Ama tüm kredisini kullanmış olan Pakistan'ın bunu gerçekleştirmesi mümkün değildi. Sonuçta fiyatları yükseldi ve nisan ayında Karaçi'de fırınlar önünde uzun kuyruklar oluştu. Kentte siyasi huzursuzluklar ve bazı yağmalama olayları yaşandı.
Çin'in kuzeyinde kuraklık had safhada. Tahıl üretiminin yüzde 40'ını sağlayan Çin Ovası'nın kuzeyindeki su kaynakları yılda 1,5 metre azalıyor. Hindistan'daki durum daha da vahim. Bu ülkedeki akü ferlerin boşalma oranı dolma oranının iki katına ulaştı. Böylece temiz su akü ferleri yılda bir ile üç metre kadar azalmakta.
Uygarlığımız Co2 Üretimi Üzerine Kurulu
1900 yılındaki petrol kullanımı günde birkaç bin varildi. 1997'de bu rakam 72 milyon varile ulaştı. Yıllık metal kullanımı 20 milyon tondan 1,2 milyar tona çıktı. 1950 ile 1996 arasındaki 46 yılda kağıt kullanımı tam altı kat artarak 281 milyon tona yükseldi. 1900 yılında adı bile bilinmeyen plastik üretimi 1995 yılında 131 milyon tonu buldu. 1900 yılında dünyadaki otomobil sayısı birkaç bindi. 1998 yılında dünya yollarında 501 milyon otomobil egzozlarını atmosfere boşaltıyor. Bu hızla gidilirse 2100 yılında 5 milyardan daha fazla otomobil dünyayı cehenneme çevirecek.
Karbondioksiti Azaltma Yolları
Yetkililer ve bilim adamları karbondioksiti en aza indirmek için değişik çalışmalar yapmaktadırlar. Bu çalışmalar tek başına yeterli olmamaktadır. Şimdi ise yetkililere göre yapılması gerekenlere maddeler halinde bir bakalım.
-Sanayi öncesi ülkeler sanayi ötesi döneme atlatılmalıdır.
-Telefon şebekesi olmayan yerlere cep telefonu şebekesi kurulmalıdır. Milyonlarca km. Kablo ve milyonlarca (ağaç veya çelik) direkten tasarruf sağlanır.
-Bilgisayar devreye sokularak her türlü posta işlemlerinde kağıttan kurtulmalıdır. Elektronik posta, mektup, faks ve hatta kısa telefon notlarının yerini alır. Milyonlarca ağaç kurtulur. Binlerce posta dağıtım aracı yollara çıkmaz.
-Otomobil sanayii yerine doğrudan toplu taşıma araçları üretimi özendirilmelidir. Bir otobüs sekiz otomobilin taşıdığı insanı taşır.
-Karayolu yerine demiryolu taşımacılığı özendirilmelidir.
-Sanayi öncesi bu ülkelerin klasik sanayi aşamasını aşabilmeleri için sanayi ötesi ülkeler gerekli maddi kaynakları çok büyük bölümü hibe, kalan küçük kısmı da faizsiz ve 50-60 yıllık vadeli kredilerle karşılamalıdırlar.
-Sanayileşmiş ülkeler atıklarla beslenen fabrikalara ağırlık vermelidir. Hammadde işleyen fabrikalar azalmalıdır. Atık metal kullanımı enerjide yüzde 60 tasarruf sağlamaktadır. (ABD verileri)
- Otomobil satışlarından alınacak vergiler toplu taşıma araçlarıyla demiryollarının yapımı için harcanmalıdır.
-Otomobillerin elektrikle ya da en azından melez (benzin+elektrik) motorlarla çalışır biçimde üretildiği fabrikalar için vergi indirimi veya belli sürelerle vergi muafiyeti, klasik otomobil üretimine de ek vergiler getirilmelidir.
-Toprak erozyonunu önleyecek düzenlemelere derhal başlanmalıdır. Erozyonla mücadele etmeyen çiftçilerin sübvansiyonları kesilmelidir.
-Tarım arazilerini Tarım dışı amaçlar için kullananlar için çok ağır cezalar verilmelidir.
-Nüfus artışı kesinlikle frenlenerek enerjiye olan talep azaltılmalıdır. 2050 yılında Hindistan 1,53 milyar, Çin 1,5 milyar, Nijerya 336 milyon kişiye ulaşacaktır. Bu ülkelerde açlıktan kaynaklanan ekonomik ve politik sorunların çıkması kuvvetle muhtemeldir.
-Kırmızı etten beyaz ete geçiş hızlanmalıdır. Bir kg. yem bir tavuğun ağırlığını bir kg. artırırken, büyükbaş hayvanların bir kg alabilmesi için 3,2 kg. yem gerekmektedir.
-Enerji üretiminde fosil yakıtlar terk edilerek rüzgar, güneş ve su gibi sürdürülebilir enerji çeşitlerine geçilmelidir.

www21.brinkster.com/ihsanyuksel/dosyalar/yillikodevler/odev2003/kuresel%20isinma3.htm

DÜNYANIN EN SICAK SORUNU 18.07.1999 HÜRRİYET

Küresel ısınma önümüzdeki 50 yılda belirgin bir iklim değişikliğine yol açacak. Doğa insanoğlunun kontrolünden çıkacak. Florida ve ABD’de fırtınalar artacak. Ortadoğu’da su sıkntısı başlayacak. Nil deltası yok olacak.
Dünya, yeni bin yıla siyasi haritadaki değişiklikler ve karmaşayla giriyor. Son yıllara kadar değişmez sandığımız coğrafi harita da yavaş yavaş değişiyor. Sera etkisi nedeniyle dünya ısınıyor, sular yükseliyor, ormanlar azalıyor, çöller genişliyor. Karbondiyoksit ‘‘üretimi’’ böyle giderse insanoğlu önümüzdeki yüzyılın ikinci yarısında kendi türünün varlığını tehdit eder duruma gelecek.
SERA ETKİSİ
Sera etkisi, ABD Başkan Yardımcısı Al Gore tarafından en ciddi ekolojik sorun olarak tanımlanıyor. Sera etkisini basitçe şöyle tanımlayabiliriz. Güneşten gelen ısının bir bölümü yeryüzünce emiliyor, bir bölümü de uzaya yansıyor. Atmosferdeki karbondiyoksit tabakası ısınının yükselmesini engelleyen bir perde oluşturuyor. Tıpkı seradaki gibi güneş ışınlarının içeri girmesine izin veriyor ama ısının dışarı çıkmasını engelliyor. Bu nedenle atmosferdeki karbondiyoksite oranı arttıkça dünya daha çok ısınıyor. Bu da dünyayı bir iklim değişikliği ve coğrafi haritanın önemli ölçüde değişmesi tehditiyle karşı karşıya bırakıyor. Bu yüzden karbondiyoksit üretiminin azaltılması dünya için hayati bir sorun.
Bu acil duruma karşın sorunun çözümü için dünya ülkeleri ortak ve hızlı adımlar atamıyor. Gelişmekte olan ülkeler gaz oranlarına belli bir sınırlama getirmelerinin kalkınmalarının da sınırlanması anlamına geleceğini, gelişmiş ülkelerin sanayileşmelerinin diyetini ödemek istemediklerini savunuyor. Gelişmiş olan ülkelerse gaz oranlarını büyük ölçüde indirmenin, işsizliğe ve vergi kaybına yol açacağını savunuyor. Ayrıca gelecek yüzyılın ikinci yarısında bu ülkelerin kendilerinden daha çok karbon gazı üreteceğini iddia ediyorlar.
Bu tartışma süredursun küresel ısınma sorunu giderek büyüyor ve insanoğlu her geçen gün ‘‘Ya gelişmeni ve dünya kaynaklarını tüketmeni ciddi bir kontrol altına alırsın, ya da ölürsün’’ seçeneğine yaklaşıyor. Bu konuda ne kadar önce ve kapsamlı önlemler alınırsa insanın doğayla uyum içinde hayatını sürdürme olasılığı o kadar güçleniyor.
SORUN BÜYÜYOR
NPQ Türkiye dergisi ‘‘Yeşil bin yıl mı? ’’ başlıklı 1999 özel sayısında ağırlıklı olarak bu sorunu işliyor.
Greenpeace Türkiye temsilcilerinden, Tolga Temuge dergisinde yayınlanan söyleşide şöyle diyor: ‘‘2020 yılına kadar petrol rezervlerini bugünkü tüketim hızıyla tüketirsek, 2020 yılından sonra sera etkisi öyle bir noktaya gelecek ki, iklim değişikliği kaçınılmaz olacak. Doğaya hükmettiğine inanan insan doğanın elinden çıktığını görecek.’’
British Petrol (BP) üst düzey yöneticisi John Browne aynı dergide ‘‘İklim Değişimi Gerçek’’ başlıklı yazısında, ‘‘2010 yılında dünya nüfusu 1.3 milyar artmış olacak. Yani bir Çin daha demek bu.. Aynı zaman diliminde Uluslaraası Enerji Ajansı'nın öngörüsü toplam enerji talebinin yüzde 30 aratacağı doğrultusunda. Bu da yıllık kullanım miktarı olan 3 milyar ton petrole, 2,5 milyar ton eklemesi anlamına geliyor. Karbondiyoksit yoğunluğu ile ısının yükselmesi arasında bir bağ bulunduğu konusunda fikir biriliği var. Önümüzdeki yüzyılda ısı 1-3,5 derece, deniz sevyesi de 15-95 santim arasında artabilir,’’ diyor.
Beyaz derilerinizi kurtarmak için kalkınmadan vazgeçemeyiz NPQ Türkiye dergisi, 1989 yılında Norveç Başkanı ve Birleşmiş Milletler Çevre ve Kalkınma Komisyonu Başkanı Gro Harlem Brundland'la yaptığı söyleşiyi yayınlayarak, sorunun ne kadar eski olduğunu ve çözüm önerilerinin yalınlığını vurguluyor. Söyleşiden bir bölüm şöyle:
Sürdürülebilir kalkınma ve kuşaklar ötesi sorumluluk ne anlama geliyor?
- Temelde sürdürülebilir kalkınma bir disiplin konusu. İnsanoğlu'nun mevcut gereksinmelerini karşılamak için yaptıklarının, gelecek kuşakların kendi gereksinmelerini karşılama kabiliyetini azaltmamayı garantilemesi anlamına geliyor. Bu da mevcut tüketimi disiplin altına almamız demek.
Kuşaklar ötesi sorumluluk duygusu ise, bugün artık ekonomik büyümeye rehber olması gereken yeni bir politik prensip, bir erdem. Sanayileşmiş dünya, gezegenin ekolojik sermayesinin o denli büyük bir kısmını kullandı ki, gelecekte hayatın idame ettirilmesi kuşkulu.
Bu sanayileşmiş ve sanayileşmekte olan gezegenin yaşayanları, dengeli bir ekonominin çiftçileri gibi düşünmek zorunda. O çiftçiler ki küçük toprak parçalarının, çocukları ve torunları tarafından da kullanılacağının idraki içindedir. Bu nedenle de toprağın verimlilik kapasitesini koruyan bir şekilde üretim yaparlar.
Biz modern dünyada böyle yaşamadık. Özellikle para ekonomisinin ortaya çıkmasından beri, kaynaklara sadece güncel değer veren bir düşünce tarzını benimsedik. Bu tür bir yaklaşım sayılı kaynakların -ki buna değerli atmosferimiz de dahil- tüketilmesi, kendi uzun vadeli yaşam temelimizin yokedilmesi anlamına geldiğinde, artık geçerli olamaz.
Değişmek zorundayız. Eminim ki, gelecekte de bir piyasa ekonomisi olacaktır. Ama uluslarası düzeydeki yeni bilimsel ve siyasal çevreler, farklı pazarlardaki büyümenin sınırlarını yeniden tanımlamak zorunda.
Politikayı bir yana bıraktığımızda, aslında, gezegen varlığını sürdürülebilirse, gelecek kuşaklar aynı tüketimde büyüme oranlarının keyfini çıkartamaz demek istiyorsunuz, değil mi?
- Evet, bu sonuçta kaçınılmaz olarak doğru. Anahtar sözcük, tüketimdeki büyüme oranı. Tüketim düzeyini azaltmamız ve tüketim tarzını değiştirmemiz, özellikle enerji israfını azaltmamız gerektiği gün gibi aşikar.
Daha düşük ve kararlı bir oranda ekonomik büyüme elde etmenin mümkün olduğunu düşünüyorum. Ama büyüme, daha fazla tüketim malından çok, yaşam kalitesi ile tanımlanırsa...
Burada bir analojinin yararı olabilir: Batılı sanayileşmiş ülkelerde birçok insan, sadece gereksindiklerinden fazla yemiyor, sağlıklı olandan fazla yiyor. Genel olarak bolluk ile aşırı tüketim arasındaki sınırı aştık.
Bu sadece ahlaki anlamda değil, kişisel çıkarlar açısından da kötü. Fazla et ve yağ yaşam süresini kısaltıyor. Aynı şey kaynakların toplumsal ve global düzeyde aşırı tüketimi açısından da doğru: Türlerin yaşam süreleri kısalıyor. Bu sürdürülemiyecek bir büyüme tarzı.
Tabi bir yandan da eştlik konusu gündemde. Kalkınmakta olan dünyanın birçok yerinde ve sanayileşmiş Kuzey'in yoksul varoşlarında aşırı tüketim noktasından hayli uzakta kültürler ve bireyler var. Benim savım, sürdürülebilir kalkınma disiplininin, tüketime kaçınılmaz bir üst sınır koyduğu.
Eşitlik meselesine bir göz atalım: Çinliler bugün Avrupa ve Amerika'nın ürettiği CFC'lerin (kloroflorokarbon) yüzde 10'undan azını üretiyor. Ama biz 2000 yılına kadar tüm CFC üretimini durdurmayı planlarken, Çinliler şimdiden 12 CFC fabrikası kurdu ve 2000 yılına kadar her Çin konutunua bir buzdolabı koymayı planlıyor. Çin Çevre Koruma Komisyonu Başkan Yardımcısı Liu Ming Pu, Avrupa ve ABD'nin refaha ‘‘hızla büyüme yolu’’ndan ulaştığını ve bu yolda atmosferi karbondioksit ve CFC'yle doldurduğunu öne sürüyor. Liu ‘‘bunun sonucunda niçin Çin'in yaşama standardı zarar görsün’’ diye soruyor. Hindistan Çevre Bakanı Ansari, yoksul halkının, kalkınma için bir sosyal patlamaya yol açmaksızın ‘‘bekleyemeyeceği’’ni savunuyor.
- Bu ifadeler çok tipik ve bir o kadar da anlaşılır. Şayet zengin uluslara mensup bizler, bu iki adamın sorularına ciddi cevap bulma gereksinimi duymazsak, onların büyük ülkeleri, Kuzey Yarımküre’nin beyaz tenli insanlarının cilt kanserinden kurtarmak için herhangi bir uluslararası anlaşmaya katılma mecburiyeti hissetmeyecektir.
İndra Gandi yıllar önce bunu bana söylemişti. Ona göre, bizim beyaz derilerimizi kurtarmak için kalkınmadan vazgeçmek kabul edilebilir değildi. Özellikle yoksulluğun, Hindistan'da çevrenin tahrip edilmesinin başlıca nedeni olduğuna inandığı için. Bizim için, ‘‘biz elimizdekini tutacağız ve artık bir şey elde edemeyeceksiniz’’ demek mümkün değil.
Yetersiz çabalar
Bu sorunun çözüm için ilk adım 1992'de Rio'da yapılan Dünya Zirvesi'nde atıldı. 160 ülke İklim Değişimi Sözleşmesi'ni imzaladı. Ancak bir başarı sağlanamadı. Daha sonraki beş yıl içinde iklim değişikliği, hemen hemen tüm bilimcilerin katıldığı ortak bir görüş haline geldi. Buna karşı karbondiyoksit üretiminin üçte ikisini gerçekleştiren zengin ülkelerin tedbir alması gündeme geldi.
Bu beklentiyle 1997 Kasımı’nda yine 160 ülkenin başkanları veya başbakanları biraraya geldi. Ve 20 yıllık bir önlemler paketine imza attı atmasına ama orda başlayan tartışma hala sürüyor.
Gelişmiş ülkeler karbondiyoksit üretiminde talep edilen düşüş oranın gerçekçi olmadığını savundular. 2025 yılından sonra dengelerin değişeceğini üçte ikilik karbondiyoksit üretiminin gelişmekte olan ülkelerce yapılacağını iddia ettiler. Gelişmekte olan ülkelerse gelişmiş ülkelerle aynı kefeye konmalarının kalkımalarını engeleyeceğini belirttiler.
Sonunda gelişmiş ülkelerin karbon gazı üretimlerinin yüzde 5 oranında azaltılması karara bağlandı. ABD yüzde 5, Japonya yüzde 4,5, birçok Avrupa Ülkesi yüzde 8 oranında carbon gazı üretimini azaltacaktı. İzlanda'ya yüzde 10, Avusturlaya ve Norveç'e yüzde 5 oranında gazlarını arttırma limiti koyuldu. Çin ve bazı ülkeler için bir oran üzerinde anlaşılamadı.
Protokolde bir çok gelişmiş ülkeye karbon gazlarını belli oranda arttırabileceklerinin söylenmesi çevrecileri çılgına çevirdi. Sonuçta bir çok detayın belirsiz bıraklması ve ülkelerin vaatleri doğrulutusunda gerekli önlemleri ağırdan alması veya hiç almaması, Kyoto Protokolü'nü şimdiden başarsızlığın eşiğine getirdi.
Kaynak: www.gezegenimiz.com
http://www21.brinkster.com/ihsanyuksel/dosyalar/kureselisinma/39.htm’den alındı

Gökcisimlerinin atmosferinde Sera etkisi
Dünya ve Venüs birbirine çok benzeyen iki gezegendir. Güneş Sistemi'nin yapısal özelliklerine baktığımızda, büyüklük, yoğunluk, elementer kompozisyon özellikleri bakımından bu denli yakın olan iki gezegenin atmosferleri arasındaki fark, 'Sera Etkisi' kuramı ile açıklanmaktadır.

Güneş ışınları spektrumun gözle görülebilir dalga boyu ile gezegenlerin yüzeyine ulaşır. Ancak yüzeyde yansıyarak kırılan ışık, daha uzun bir dalga boyuna sahip olur. Kırılarak dalga boyu uzayan ışın artık kızılötesi ışınım halini alır. Kızgın bir metalin yaydığı ısı ışınları, kızılötesi ışınıma örnek gösterilebilir. Moleküler yapılarından ötürü su buharı ve karbon dioksit gibi belirli gazlar, günışığını süzmez, olduğu gibi geçirir; kızılötesi ışınımı ise emer. Bu tür bileşikler 'sera gazı' terimi ile adlandırılır. Gezegenlerin atmosferlerindeki bu tür gazlara sera gazı denmesinin nedeni, serbest olarak gelen güneş ışığını emerek atmosferdeki ısıyı yükseltmeleri ve güneş enerjisinin tekrar uzay boşluğuna dağılmalarına engel olma durumudur.

Sera etkisi bu türden gazları atmosferinde barındıran tüm gezegenler için geçerlidir. Bu etki ile gezegenin ısısı artar. Bununla birlikte, Venüs'ün atmosferik yapısından tamamen 'sera etkisi' sorumlu tutulamaz. Bazı özel koşulların gerçekleşmesi ile, sera etkisi kaybolabilir. Örneğin dünya gibi bir gezegeni ele alalım. Yerkürede bulunan su ve karbondioksitin büyük kısmı okyanuslarda ve karbonatlı kayaçlar gibi yerlerde, katı halde bulunur.

Şimdi, bir yolla yeryüzündeki atmosferik ısıyı arttırdığımızı kabul edelim. Ya güneş enerjisinin daha fazla almasını sağlamak gerekir ya da petrol, kömür, yeraltı kaynaklarından elde edilen gazlar gibi fosil yakıtları daha fazla kullanarak sera gazlarının atmosferdeki miktarını arttırmak gerekir. Böylece ısı yükselir, okyanuslarda aşırı buharlaşmalar başlar, bu su buharlarından oluşan bulutlar tekrar günışığının yansımalarını emerek mevcut ısıyı yükseltir ve sera etkisi ivme kazanarak artar. Bu durumda yeryüzündeki su sirkülasyonunu aşırı hızlandıracaktır. Bu sirkülasyon sıvı haldeki suyun önemli miktarının atmosfere karışmasıyla, nihayet bir 'dengeye' kavuşana dek sürer.

Isının artması ile, kayaçlardaki karbondioksit de bulunduğu dengeden ayrılarak atmosfere karışır. Bu durmda, yukarıda saydığımız sirkülasyon, yeni bir ivme kazanıp etkisini arttırır ve kısa sayılabilecek bir zamanda yeryüzünün yüzey ısıssını yüzlerce derece yükseltir. Sera etkisi, tüm çevre sorunlarını merkezine konulabilecek bir sorun. Atmosfere tırmanan maddelerin çokluğu atmosfer basıncını bugünküne göre yüz kat kadar arttırabilecek, su ve karbondioksitin tamamen atmosfere taşınması ile de bildiğimiz türde bir yaşam yeryüzünden silinecektir.

Öyle inanılmaktadır ki, başlangıçta Venüs'ün yerküredekine çok benzeyen atmosferi, sera etkisi ile kaybolarak bugünkü yaşamaya elvermeyen haline dönüşmesine neden olmuştur. Dünyanın atmosferinin de sera etkisi ile bozulup dengelerin altüst olmaması için kaynakların elden geldiğince özenli kullanılması, fosil yakıt kullanımının minimuma indirilmesi gerekmektedir.

http://www.minidev.com/gokyuzu/gokyuzu_astrofizik3.asp

ATMOSFER VE SERA ETKİSİ

Atmosfer
Güneş sisteminde, Merkür dışındaki tüm gezegenlerde, hatta kimi gezegenlerin uydularında bile atmosfer bulunur. Bu atmosferlerin kalınlığı, içerdiği gazlar ve yapısı gezegenden gezegene değişir. Örneğin Mars'ta, karbon dioksitten (CO2) oluşan ince ve soğuk bir atmosfer vardır. Öte yandan Venüs'te başta yine CO2 olmak üzere, azot, kükürt dioksit ve su buharından oluşan çok yoğun ve sıcak bir atmosfer bulunur. Mars'ın yüzey sıcaklığı -130°C'ye kadar düşerken Venüs'te sıcaklık 500°C kadardır. Mars'ın atmosferi çok incedir ve Güneş'ten gelen yüksek enerjili morötesi ışınları engelleyecek bir yapıda değildir. Öte yandan Venüs'ün atmosferindeki bulut tabakası öylesine kalındır ki yüzeyden Güneş'i görmek olanaksızdır. Her iki gezegenin atmosferi de bugün için hem insanlar hem de Dünya'daki başka canlılar açısından -kimi mikroorganizmalar dışında- bu gezegenleri yaşanamaz kılıyor. Yeryüzünde yaşam, atmosferimizin oluşturduğu uygun koşullar sayesinde başlamış ve onun değişimleriyle birlikte evrim geçirerek biçimlenmiştir.
Bilim adamları, oluşumunun ilk aşamalarında Dünya'nın bir atmosferi bulunmadığını düşünüyorlar. Tektonik hareketlerin sonucunda Dünya'nın iç kısımlarından gelen gazların zamanla bir atmosfer oluşturduğu var sayılıyor. Bu ilk atmosferin içeriği ve yapısı bugünkünden çok farklıydı. Örneğin oksijen yok denecek kadar azdı; bir ozon tabakası da yoktu.
Günümüzde dünya atmosferim oluşturan temel gazlar azot (N2) ve oksijendir (O2) . Bu iki gazın yanı sıra argon (Ar) , karbon dioksit (CO2) , metan (CH4) , su buharı (H2O) , eser miktarda başka gazlar ve havada asılı küçük parçacıklar, ayresoller, bulunur. Atmosferimiz, birbirinen farklı özellikler gösteren katmanlardan oluşur. Gazların, her katmandaki oranları değişiktir. Ama ilk yüz kilometre boyunca azotun (% 78) ve oksijenin (%20,5) oranları pek değişmez. Yükseklik arttıkça katmanlardaki gazların yoğunluğu (metreküpteki atom ya da molekül sayışı) da düşer.
Atmosferin ilk ve en yoğun tabakası troposferdir. Troposferin kalınlığı yalnızca 10-15 km'dir ama atmosferdeki gaz kütlesinin % 85'i de bu katmanda bulunur. Burada yükseklik arttıkça sıcaklık azalır; en üst kısımları -60°C kadardır. Atmosferdeki su buharının hemen hemen tümü buradadır. Troposferin üzerinde yaklaşık 50 km kalınlığındaki, kuru ve daha az yoğun stratosfer yer alır. Stratosferin ilginç bir özelliği vardır; troposferin tersine, sıcaklık yükseklikle birlikte artar. Güneş'ten gelen morötesi ışınlar, stratosferin üst kısımlarındaki (35-48 km arası) iki atomlu oksijen moleküllerini parçalar. Ama oksijen atomları, bu kez ozon (03) oluşturacak biçimde yeniden birleşirler. Oluşan ozon tabakası, Güneş'ten gelen ve Dünya'daki yaşam için tehlikeli olan morötesi ışınların geçişini engeller. Stratosferden sonra sırasıyla mezosfer, termosfer ve iyonosferyer alır.
Uzaydan bakıldığında, dünyamızın yaydığı enerjinin dalgaboyuyla, -18°C'deki bir cisimden yayılan enerjinin dalgaboyunun aynı olduğu görülür. Ne var ki Dünya'da ortalama yüzey sıcaklığı 15°C'dir. Bu durum, ısının yer yüzüyle atmosferin alt katmanları arasında tutulduğunu gösterir. Gerçekten de Güneş'ten Dünya'ya gelen enerji, troposferde tutulur. Atmosfer olayları diye adlandırdığımız rüzgar, yağmur, dolu, fırtına vb. olaylar hep bu en alt ve en yoğun tabakada olur.
Sera Etkisi
Güneş'in iç bölgelerinde oluşan füzyon tepkimeleri sırasında, çok büyük miktarlarda enerji açığa çıkar. Bu enerji yavaş yavaş Güneş'in yüzeyine doğru iletilir ve oradan da bütün dalgaboylarındaki elektromanyetik dalgalar biçiminde uzaya yayılır. Güneş sistemindeki gezegenler, büyüklüklerine ve Güneş'e olan uzaklıklarına göre, bu enerjinin küçük bir bölümünü paylaşırlar geri kalanı, uzayda yayılmayı sürdürür.
Dünya'ya gelen ışınların yaklaşık dörtte biri, bulutlardan yansıyarak uzaya döner. Geri kalan enerjinin yaklaşık dörtte birini (% 28) stratosferdeki ozon tabakasıyla troposferdeki bulutlar ve su buharı soğurur. Atmosferin soğurduğu ışınların % 90'ı bizim göremediğimiz kızılötesi ve morötesi ışınlar, % 10'u da görünür ışındır. Bir başka deyişle atmosfer, Güneş'ten gelen görünür ışınların onda dokuzunun yeryüzüne geçişini engellemez. Yeryüzüne ulaşan bu ışınlar da onu ısıtır. Tropikal kuşaktan yükselen sıcak hava kutuplara doğru, soğuk kutup havası da yüzeye inip ekvatora doğru yönelir. Böylece atmosfer olayları, su çevrimi, karbon çevrimi vb. süreçler isteyerek dünyada yaşamın sürmesi sağlanır.

Gelen ışınlarla ısınan Dünya, tıpkı dev bir radyatör gibi davranmaya başlar. Ancak bu ısıyı Güneş gibi tüm dalgaboylarında yayamaz; yalnızca kızılötesi ışınlar biçiminde yayabilir. Ne ki yüzeyden yayılan bu ışınların yalnızca küçük bir bölümü uzaya gidebilir. Çünkü atmosferdeki su buharı, karbondioksit ve metan molekülleri bu ışınları soğurur; sonra da yüzeye doğru yansıtır. Böylece Dünya'nın yüzeyi ve troposfer, olması gerekenden daha sıcak olur. Bu olay, Güneş ışınlarıyla ısınan ama içindeki ısıyı dışarıya bırakmayan seraları andırır ve bu nedenle de doğal sera etkisi olarak bilinir.
Bu sürecin başlıca aktörleri olan, su buharı, karbon dioksit ve metan da sera etkisi yapan gazlar ya da kısaca sera gazları olarak anılırlar. Bunların yanı sıra azot oksit (N2O) ve kloroflorokarbonlar (CFC) da sera etkisi yapar. Ancak bunların atmosferdeki oranları çok küçüktür.
Dengeli bir sera etkisinin Dünya'daki yaşam için büyük bir önemi vardır. Çünkü dünyayı sıcak ve yaşanabilir kılar. Eğer bu etki olmasaydı yeryüzünde ortalama sıcaklık -18°C dolayında olurdu. Tıpkı Mars'takine benzer bir durum. Öte yandan şiddetli bir sera etkisi de Dünya'yı çok sıcak bir gezegen yapabilir; tıpkı Venüs gibi. Sera etkisinin, Dünya'yı olduğundan daha sıcak yapmasının yalnızca insan için değil tüm canlı türleri için yaşamsal bir önemi vardır. Hatta Dünya'da yaşamın başlamasının bile sera etkisiyle belki bir ilişkisi olabilir.
1970'li yılların başında ABD'deki Corneli Üniversitesi'nden iki bilim adamı, Cari Sagan ve George H. Mullen, ilginç bir düşünce ortaya attılar. Dünya'da okyanusların yaklaşık 3,8 milyar yıldır var olduğu ve en basit yaşam biçimlerinin de bu okyanuslarda yaklaşık 3,5 milyar yıl önce ortaya çıktığı tahmin ediliyor. Ayrıca aynı dönemde oluşumunun ilk aşamalarındaki Güneş'in, bugünkünden % 30 daha sönük olduğu ve çevresine daha az enerji yaydığı da biliniyor. Sagan ve Mullen'in düşüncesine göre, o dönemde Güneş'ten gelen enerji miktarı, Dünya'yı bugünkü gibi ısitamayacak ve okyanuslardaki suların da sıvı olarak bulunmasına olanak vermeyecek denli azdı. Bu durumda okyanusların donması ve yaşamın da ortaya hiç çıkamaması gerekirdi. Ama hiç de öyle olmadı. Çünkü o dönemde atmosferin yapısı ve içeriği bugünkünden çok farklıydı. Güneş'ten gelen yetersiz enerjiye karşın Dünya'nın yüzeyi, suların sıvı kalmasını sağlayacak denli sıcakti. Bunun nedeni de günümüzdekinden çok daha şiddetli bir sera etkisinin yaşanıyor olmasıydı. O dönemde atmosferdeki CO2 oranı bugünkü düzeyinin 100-1000 katiydı. Zamanla oksijen üreten alglerin ve fotosentez yapan kara bitkilerinin ortaya çıkmasıyla bu oran giderek düştü. Atmosferin içeriği değişmeye başladı; canlılar sayesinde atmosferdeki karbon dioksit sürekli azalırken oksijen miktarı artti.
Bu düşüncenin kanitlanması olanaklı değil. Kuşkusuz başka bilim adamları sera etkisini dışlayan değişik senaryolar üretebilir. Ama Sagan'la Mullen'in senaryosunda aksayan bir yan da yok. Atmosferimizin içeriğinin, milyarlarca yıllık dünya tarihi boyunca zaman zaman değişmiş olduğu artık herkesçe biliniyor. Hatta bunun somut bir örneğine, bugün bizler tanıklık ediyoruz; 20. yüzyıl boyunca sera gazlarının atmosferdeki oranları sürekli artti ve hala da artıyor. Bunlardaki artış da atmosferin ısı tutma kapasitesini arttırıyor ve böylece küresel sıcaklığın yükselmesine yol açıyor. Bu gazlar arasında en çekilişi su buharı. Dünyadaki sera etkisinin % 75'inin su buharından kaynaklandığı düşünülüyor. Bu durum, ilginç ve tehlikeli olabilecek bir kısır döngü oluşturuyor. Çünkü dünya ısındıkça okyanuslardan, deniz, göl ve ırmaklardan daha büyük miktarlarda su, buharlaşıp atmosfere karışır. Atmosferdeki daha çok su buharı da sera etkisinin artması yani dünyanın biraz daha ısınması demektir. Ne ki insanların su çevrimi üzerinde yapabilecekleri doğrudan bir etki yok. Ama sera etkisini arttıran öteki gazların büyük bir bölümünü, insanlar üretiyor. Bunların başında da karbon dioksit geliyor.
On yedinci yüzyılın başlarında keşfedilen karbon dioksit, renksiz bir gaz. Atmosferde % 0,03 (on binde üç) oranında bulunuyor ve temel olarak, karbon içeren maddelerin (kömür, petrol, doğalgaz vb) yakılmasıyla, fermantasyonla, hayvan ve bitkilerin solumalarıyla üretiliyor.

* Grafiği görmek için tıklayın.

Günümüzde bilim adamları, 1860'tan bu yana görülen yaklaşık 0,7°C'lik küresel ısınmanın % 60'lık bölümünden, karbon dioksitin sorumlu olduğu kanısındalar. Çünkü atmosferdeki karbon dioksit miktarı son 200 000 yılın en üst düzeyinde. Bu kadar fazla karbon dioksitin atmosfere karışmasından da kuşkusuz, otomobillerde, fabrikalarda, elektrik santrallarında vb. fosil yakıtları yakan insanlar sorumlu.
Gerçekte bu düşünce hiç de yeni değil. Daha 19. yüzyılın ortalarında, atmosferin bileşimindeki küçük değişimlerin bile büyük iklimsel değişikliklere yol açabileceği tahmin ediliyordu. Bu konu üzerinde çalışan ve atmosferdeki karbon dioksitin dünya iklim sistemine olan etkisini ilk fark eden, Nobel Ödüllü isveçli kimyacı Svante A. Arrhenius oldu. Arrhenius 19. yüzyılın sonlarında, karbon dioksit oranındaki değişimin, dünyanın yüzey sıcaklığım nasıl etkileyeceğini hesapladı. Onun hesaplarına göre karbon dioksit oranı iki katma çıkarsa, yaklaşık 6°C'lik bir küresel ısınma olacaktı! Arrhenius'un bulduğu değer, bugün iklimbilimcilerin öngörülerine oldukça yakın.
Bu konuya yönelik ilk pratik uygulamalar ancak 20. yüzyılın ortalarında gerçekleştirildi. Atmosferdeki karbon dioksit miktarının sistematik olarak gözlenmesine 1958'de başlandı. O yıllarda yapılan gözlemler, yaklaşık yüz yıllık bir dönemde atmosferdeki karbon dioksit miktarının % 25 oranında artmış olduğunu ortaya koydu. Bilim adamları, bu artışın temel nedenini fosil yakıtların kullanılması ve ormanların yok edilmesi gibi insan etkinlikleri olduğunu düşünüyor. Çünkü buz örnekleri üzerinde yapılan çalışmalar atmosferdeki karbon dioksit oranının binlerce yıldır değişmediğini ortaya koyuyor; ta ki Endüstri Devrimi başlayana dek.

http://www.haberbilgi.com/bilim/cevre/kuresel_isinma03.html

Akın Akça
Kayıt Tarihi : 1.8.2004 21:13:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Akın Akça
    Akın Akça

    teşekkürler barış

    Cevap Yaz
  • Barış Aluk
    Barış Aluk

    Şiirlerinin ne kadar dolu olduğunu, şiiri şiir yazmak için yazmadığını kanıtlıyorsun bu açıklamalarla. Ayrıca küresel ısınma konusunu da çok iyi açıklamışsın. Tebrik ediyorum. Barış Aluk.

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (2)

Akın Akça