Uykulu Bataklık..........Dosya

Mehmed Sarı
620

ŞİİR


8

TAKİPÇİ

Uykulu Bataklık..........Dosya

ASYANIN ETEKLERİ

Asyanın etekleri tutuşmuş yanar
Bir yanda sefalet
bir yanda vurgun
kanar, yüreğim kanar...

Asyanın etekleri kan
Sızım sızımdır sırtta yaralar
Gönüllerde ölüm yangınlanır
Acıdır, cefadır alından akan...

Asyanın etekleri zulüm kasırgası
Sular kurur
pirinç tarlalarında
yüreğim durur,
Emek emperyalizmin yağma sofrası
bir yandan hastalık, açlık kavurur...

Asyanın etekleri kıyamet günü
Yarını yastadır anam
karanlık dünü,
Bir onulmaz yaradır
kanar durur çağlarca
sömürgeci haydutların ürünü...

3 Mayıs’09
Melbourne


PASİFİKTE DİNGO HIRILTILARI

Geceydi,
Bindiğimiz gemi
kaybedip pusulayı
şaşırdı hedefini.

Altı üstüne geliyordu okyanusun
Nemçe topu gibi dövüyordu bordamızı
dağlar gibi devrilip gelen dalgalar,
Gökten dalga yağıyordu durmadan
Yarılıp vadileşiyordu altımızda sular.


Geceydi,
Ne bir deniz feneri görünürde
ne de s.o.s alacak yakınlıkta bir gemi,
Balina
hattı boyunca
sürükleniyordu teknemiz,
Tekliyordu motorlar
nerdeyse alabora oluyordu gövdemiz.

Bir lal olunmuş kıyamet günüdür
alır götürür bir bilinmeyene
ve kilitler içine sesini
ağzımıza gelip giden yüreğimizin,
Alıp götürür bir bilinmez yere serüvenimiz.

Geceydi
Ashmore kayalıkları
binlerce mil uzaktaydı şimdi,
Sürükleniyor teknemiz Arafura yönünde,
Sürükleniyoruz
yata- kalka
devrilip- düşe...
Artık ne olacaksa o olacaktır
Hiç yer yok
beynimiz ve yüreğimizde
bizi yarınlara ulaştıracak
ne bir umuda, ne de bir düşe...

Bu ikinci gecedir Baliden ayrılalı,
Belki bugün bir balina kuyruğunun
darbesiyle dağılıp dökülür
ahşap yapılı asyetik gemimiz,
Ve belki de biz
yemek bile değil
ancak çerez olabiliriz
gece yolculuklarında
her biri bir yeşil ada gibi seyreden
kocaman mavi balinalara.

Bu ikinci gecedir
ölüm kılıcını çekmiş
bir kara kuş gibi
dolanıp duruyor başımızda,
İki gemici çocuk ve biz
ve daha yeni açmış goncalarca
yaşama gülümseyen bebelerimiz,
İki gündür boğuşmaktayız dalgalarla...

Zaman yok düşünmeye bile
'sabah ola, hayır ola' diye,
Yarılıp yırtılıyor sular
Yatıp kalkıyor tekne ikidebir,
Bırakmış dümeni
tekneden su boşaltıyor
habire
bizimle birlikte
Borneolu kahverenkli kaptan
yanında yardımcısı Sumatralı Samir.

Ve sabah olurken saate göre
dalgalar yitirip gücünü
düzlenmeye başlayınca denizin yüzü
anladık ki
hikmetinden sual olunmaz doğanın,
Aydınlanınca üzeri karanlık suların
ancak farkına varabildik biz
karşı kıyıda yanan ışıkların...

Bunlar
ne deniz fenerleriydi
ve ne de yaldızlı şehirlerin
baygın romanslara sahne olmuş
altlarında binbir serüvene ait
gönül yaraları bulunan
sokak floransları.

Kesilmişti yollar, sokaklar
Yığılıp yakılıyordu ortalarda
araba lastikleri, odun, tahta, gazyağı
Ve kalabalıklar
haykırıyorlardı avazları çıktığınca,
'Çekip gitsin toprağımızdan Dingolar*
Ve petrolümüzü isteriz biz
pirincimizi isteriz,
Defolun kuklalar
alsın eline kaderini geleceğimiz...'

Tekne demir attığında kör bir kıyıya
hanım ve çocuklar
iki gece iki gündüzün
beyinde yarattığı gerginliklerin
ve yaşama geri dönüşün verdiği
dipsiz uyuşukluk ve gevşemenin
sonunda
dalıp gitmişlerdi hemen
derin bir uykuya...

Kaptanlar dua ediyorlardı
kaldırıp göğe ellerini
ölümden kurtuldukları için tanrıya.
Doğa ve bilimden başka
inandığım bir şey olmasa da,
saygı duymak gerek
insanların inançlarına.
Dikilip önünde bekledim kaptanı
ve o bitirir bitirmez duasını
Doğu Timor kıyılarına
sürüklendiğimizi açıkladı bana.

Şaşırıp kaldım doğrusu,
Demek bu kıyılar Timorun doğusu,
Yıllar yılı ağızlarda çam sakızı
çiğnenir dururdu
Timor sorunu...
Yani şu an biz
Doğu Timor topraklarındaydık,
Yeni kurulmuş
tazecik
ve minicik
bir devletçikti burası,
Timor halkına hıristiyan
sömürgeciliğin belalı hatırası.

Ama neden ortam bu denli karışık
ve neden altını üstüne getiriyordu
bu minik tazenin bu kızgın kalabalık? ..

Durulunca
Arafurada
merhametsiz azgın dalgalar,
Görünce gözlerim toprağı
basınca yere ayaklarım
kabardı yürekte kan,
Ateşledi beynimin kavga gündemini
taşmaya başladı damarlarımdan.
Unutarak geride bıraktıklarımı aniden
fırlattım adaya adımlarımı
anlayalım diye durumun ciddiyetini
kendi öz kaynağından...

Timorun bu küçük parçası
eski bir Portekiz kolonisiydi
ve büyük parça Endonezya eyaleti.
Aynı dili konuşan
aynı soyun- sopun
aynı gelenek ve kültürün
aynı acıların, açlıkların
ve aynı ananın
aynı batında doğurduğu çocukları.

Sokmuştu birileri ortaya bir çomak
vuruşturuyorlardı
bu iki yoksul kardeşi
yıllar yılı birbirine karşı...

Yalnızca
küçücük bir ayrıntı vardı arada,
Küçük parça hıristiyandı
müslümandı büyük parça.

Kolları uzanamaz olunca
İberik yarımadasının
Atlantik kıyılarından Arafura denizine
Portekiz kolonyalizminin,
Sökülünce vampir dişleri halklar tarafından
ve sıkılıp gırtlağı
kısılınca sesi
gelip oturdu adanın tamamına
cellat Suharto'nun faşist otoritesi...

Ama bitmiyordu bir türlü
emperyalizmin halklara karşı hilesi,
Yeni durum memnun etmedi bir türlü doğuyu
işin bir yanında islamın kılıncı
öte yanda uluslararası sermaye
ve katolik kilisesi,
Ezan ve çan
kapışıyordu durmadan
ve faşizmin akıttığı kan
ve bu hıristiyan küçük parça
ayrı yaşamak istiyordu küçük adada.
Ve cirit atıyordu Dingo ajanları
kızlı- oğlanlı
körüklemek için ayrılık ateşini
uzun yıllardan beri Doğu Timorda...

Ve bir gün nasıl olduysa
adına 'Birleşmiş Milletler' denilen
Washingtonlu örgütün
kara derili
ve beyaz çelebi sakallı başkanı
yükleniverdi sorunun sırtına.

Ve o sıra
kitleler gece- gündüz ayaktaydı
pirinç ve özgürlük istemiyle
Endonezya'da.
Eli kanlı Suhartonun
kırk yıllık karanlığı ışıyordu,
Ülkenin dört yanında insanlar
sel olup sokaklardan taşıyordu.

Nazik bir durumdu an
ve kopardı kara çelebi
DoğuTimor'un geleceği için
sandığa sorulması ödününü
Endonezya makamlarından.
Ve Dingo hile hurdası
ve Tilki kurnazlıklarıyla
'bağımsız Doğu Timor' çıktı
kısa bir süre sonra sandıktan.

Ve sandığın bu umulmadık cilvesi
Timorun milliyetçi milislerini
oldukça kızdırmıştı.
Ve hemen ardından
bu aktif güç
çekip kılıncını
atlayıp kaburgaları üç günlük yoldan
ayan- beyan olan kıtlık vurgunu atına
palavracı yeni çağ şövalyeleri gibi
yeniden istilaya kalkıştı doğuyu.
Başladı mı bir kızılca kıyamet
bir ana- baba günü,
Kalabalıklar kiliselere doluştu
ve Doğunun tüm kalburüstü takımı
Avustralya'da aldı soluğu...

Ve sonra
önem ve ivedilikle
gürültü ve patırtı içinde
yetişti 'Birleşmiş Milletler' kararı.
Zaten ağzı sulana sulana
hazır kıta bekleyen Dingo alayları
askeri, polisi, ajan ve uzmanlarıyla
akın eylediler Doğu Timora...

Sessizlik sağlanıp
olaylar durulmuştu,
Usulüne pek uygun olmasa da
Doğu Timor hükümeti kurulmuştu.

En başta bizim kanguru
ve devekuşunun damadı
seçilmişti köye muhtar,
yani anlı- şanlı devlet başkanı.
Onun ardından
sürüngen bir katolik papazı
yeni devletin dışişleri bakanı...

Önemli miydi sanki öteki işler
biri içeriye bakıyordu işte can parenin
bu koca köyde yeterdi her şeye,
Ötekiyse dışarıya açılacaktı...

Anlaşıldı ki
daha üç yıl geçmeden aradan,
öyle kolay olmayacaktı yürütmek devleti
bir köyün mahallesi de olsa
üzerinde yaşadığın saha,
İş gerekti insanlara
dirlik düzen
nizam, intizam, yasa
ve ekonomi, maliye, savunma...

En güzel binalara yerleşmişti Dingolar
Altlarında arazili arabalar,
Omuzları makineli tabanca
Ve ülkenin varı yoğu
hep onlara sunuluyordu,
Ülkede yokluk- yoksulluk
ülkede açlık- ilaçsızlık
ne versen tamamdı genç kızlara.
Çalışıp çırpınsa da
ilkel bir yaşam tarzının içinde
açlık ve sefalet kalıyordu halka.

Ve halkın günlük yaşamı
eski günlerden besbeterdi,
İnlerken yük altında
kurumuş bedenleri,
açlıktan kıvranıyordu mideleri.
Baskı, dipçik ve terör
hiç eksilmiyordu
Timorlunun tepesinden,
Ve kanıyordu çıplak bedenleri
Dingoların diş izlerinden...

Yeniden seçimler yapılıp
kuruldu bir demokratik hükümet
ve koyuldu işe yeni bir başbakan,
velakin her nasılsa bu başbakan
istenmeyen adam ilan edildi
kısacık bir aradan sonra
kanguru- devekuşu tarafından.

Derken efendim
insanlar elyordamıyla
yoklayıp sezmeye başladı ki
damadın liderliği altında
kemirip bitiriyordu her şeyi
pirinci ve meyveyi
balıklarını suların
denizi ve petrolü
Dingolar ve efendileri.

Günün birinde
her nasıl başladıysa
Timor halkı yeniden kalktı ayağa,
İstemiyorlardı bu denli
apaçık, uluorta yağma!

İşte ben tam o anda
rastlantı ve macera bu ya
iki gün, iki gecedir
kıran kırana
bir meydan savaşında
yenik düşmemiş olsa da
yorgun ve bitkin düşmüş olan,
Asya yoksulluğunun
bütün acılıklarını üzerinde barındıran
emektar teknemizden ayak bastım
Timor topraklarına...

Ve o sıra
özgürlük direnişçileriyle Dingo birlikleri
kıran kırana bir kavgadaydı,
Onların elinde
Pentagon yapısı ateşli silahlar
Timorlunun elinde taş ve sopa vardı.

Nasıl oldu
ve ne olduysa
ben daha anlamadan
meydanda olup biten şeyleri,
bir anda
döğüşün tam ortasında
buluverdim kendimi...

Elime taş ve sopa tutuşturan
sıska kara bir delikanlı
“oooo, nasılsın usta
hayırdır umarım
senin ne işin var buralarda” deyince
anımsadım hemen boyacı çırağı Antoniyi.
Antoni beni anlattı arkadaşlarına
ve yıllar öncesinin anılarını yaşadık
o kavga döğüşün ortasında,
Timor için özgürlük yürüyüşünde
polislerle cengimizi
Melbourne sokaklarında.
Sonra yapı işçiliğini
yaz sıcaklarında
ozonsuz Avustralya göklerinin
ve kışın keskin esen yellerin
yarı hasta süründürüşünü insanları...

Ve işte şimdi
çok uzaklarda
yeniden bir araya getirmişti
raslantı bizi.
Mekan ayrı
insanlar ayrıydı,
ve işte yine kavgadaydık
ayrı insanlarla aynı polislere karşı...

Gün boyunca devam etti kavga:
Köylerden insanlar geliyordu
kamyonlar dolusu
başkent adı verilen küçük kasabaya.

Göğüslerini yırtarak yürüyordu kadınlar
Barikat kurmuştu ana yollarda
elleri
makineli
tüfekli Dingolar.

Yağmur gibi yağıyordu
taş ve sopa onlara doğru,
Makineli salvoları
ve sis bombaları
onlardan bize geliyordu.

Ateşe vermişti kızgın kalabalıklar
kavga boyunca yolları
binaları
arabaları,
Çıkıverdi kavga bir anda çığrından,
Başladı her yerde kundaklama
provakasyon, yağma, çapul filan...

Ben uyarmak için provakasyona karşı
meydanda döğüşen kalabalıkları
başlayınca konuşmaya
sıyırarak kulak mememi
vızıldayıp geçti bir kurşun.
Bağırıyordu Dingoların başçavuşu,
- Beyaz adamı usturun..!
- Beyaz adamı susturun..!

Gün batıp da
karanlık basarken yöreyi
hep beraber saldırıya geçti
dişleri kanlı Dingo birlikleri.

Ortalıkta makineli takırtıları!
Ortalık feryat figan!
Ortalıkta iniltiler!
Ortalıkta kan!
Ortalıkta yalnıca çığlık
ve kurşun var
kanlı silahların
namlularından fışkıran...!

Çıldırtmaya başlarken yüreğimi
kaybedilmiş bir kavganın öfkesi,
bir el yapıştı bileğime
kulağımda ılık bir kadın sesi:
-Çabuk sıvışalım, dedi buradan
dişlerini geçirmeden
kana susayanlar bacaklarımızdan.

Ve tüydük birlikte
ala karanlıkta el ele
yaralı bir ceylan gibi
sureti gözlerime vurup kaybolan
Timorlu dilberle...

Ağaçlı, engebeli bir alanda
el yordamıyla
düşe kalka
yol almaktayız onunla.

Önce o soruyor bana:
- Tanıdın mı beni?
- Hayır diyorum, tanıyamadım
çünkü ben ilk kez geliyorum buralara.

Diyor ki çevirip başını
bir efsane filmindeki
alıp götüren yürekleri
dönüşü olmayan
ölüm uçurumlarından
büyülü bir dilber gibi,
- İyi bak gözlerime
ıslak bir bahar gününde
Delaheyde boyadığın evlerin birinde
ben bacaklarımı çemreyip
yıkarken ayaklarımı
evin önündeki çeşmede.
.................................
.......................
..............

Esrarlı bir ışıkla yanıyor gözleri
Esrarlı bir saydamlık sarıyor bedenini
Esrarlı bir duygu sağınıyor
renk ve ışık kıvılcımlarıyla
yüreğinden yüreğime doğru
başdöndüren bir devinim içinde.
Ve alıp götürüyor beni
altı yıl önceki
Hırvat yapı patronu
şişko Emil'in iş yerine.

Kanıyor içimde bir yerlerim,
Sızlıyor sırtımda bir acı yara,
Ya bir kahrın nüksedişidir eskiden kalan
Ya bir kurşun sıyrığı beden soğudukça ağrıyan
Çok türlü ve çok yönlü
garip bir eziklik dolaşıyor yüreğimde,
Kopup gidiyor özümden bir şeyler
Gözlerimin akı vurmuyor güzelliklere
Bir hiçlik ortamında varım yoğum
Çektiğim acılar takatsız bir hal yaratıyor
yanan günün amansızlığıyla bedenimde.
Onunsa kaybolup gitmiş
az önce ayrıldığımız kanlı meydanda
esmer teninde
kanser gibi kanayan yaralar
güzelliğin erdemiyle...

- Ben diyor
özgürlük uğruna kurban verdim eşimi,
Ve o günden bu yana
tek miras kalan ondan bana
minik kızımla geçiriyorum günlerimi.

Renkli bir hüzünle
yeniden bakıyor gözlerimin içine,
- Ellerim boşlukta kaldı
Delaheyde yüreğim...
Eğip başımı önüme
ve düşürüp bakışlarımı yere,
- Benim elim -ayağım bağlı diyorum,
Özür dilerim...

Yürüyoruz bir muz tarlasının içinden
görülüp yakalanmaktan sakınarak,
Kim bilir yollar nereye götürür gövdemizi.
Uzun uzun düşler gelip geçiyor
bir çırpıda beynimizin köşelerinden,
Şansımıza daha neler çıkacak
Ve neler bekliyor
geleceğin dönemeçlerinde daha bizi..?

Acıkmışlığım geliyor aklıma
ve seriliyor göz akıma
kapkara
bir Afrika,
Elimi dallara salıyorum
çocuklar şiş karınlı çırılçıplak kemik,
iskeletten ibaret analar
mezarlık görünümlü kasabalar,
Yemyeşil ve tatsız
bir meyve kalıyor avuçlarımda...

Hiç konuşmuyoruz yolboyu
ve yolculuğumuz hakkında,
Yalnızca bakışıyoruz arada bir
O gözleriyle ışıtıyor gidilecek yeri,
Ben takibediyorum sadece
onun ardından ayak izlerini...

Sonunda bir meydana çıkartıyor yol bizi,
Etrafta tek tük insanlar
etrafta seyrek ve kocaman ağaçlar var,
Ve ilerimizde bir takım insanlar
hiç konuşmadan volta atıyorlar.
Gökte yıldızlar daha parlak
ve daha ışıklı yerdeki lambalardan,
Yarı loş bir meydan
ve bu meydanda
seyircilere sunuluyorlar gladyetörler gibi
elleri bağlı
sırtları çıplak ve kanlı
kavga meydanından toplananlar...
Ardından nutka başlıyor bizim damat
O konuştukça alınıp götürülüyor
sorgu odalarına tek tek
döğüşte yenik düşen insanlar.

Doğu Timor mıntıka muhtarı
titreterek elleri ve kırçıl sakalını
bir şeyler söylüyor boşluğa,
Ne söylediği duyuluyor nedense
ne dinleyicileri gözüküyor karşısında.

Gerilerden
bir yerlerden
iniltiler geliyordu
ve bir kahkaha,
Dönüp baktım umarsızca,
Başkanın arkasında bir tül
ve tül perdenin ardında
İngiliz kibarlığında Katherin'in
hafif kahkahası çarptı kulağıma.

Katherin ile göz göze geldik o anda
Severdim anasını- babasını
aile dostuyduk onlarla
evvel zamanda...

Önce gülümsedi Katherin
Asıldı suratı sonra aniden
- Sen dedi, ne arıyorsun
söyle bakalım buralarda?

Dedim ki ona:
- Ben bir dervişim yitirdim yolumu
Koptum bir kere suyumdan, toprağımdan
Yıllar var ki yollardayım
fakat bir türlü bulamadım yurdumu.
Ben, ben değilim ömrümce
ben herkesin içindeyim
ve herkesten bir ses vardır benim içimde,
Yürekte ateşim
beyinde ışık,
sevdayım gönüllerde
zülfü dolaşık...
Bir dervişe hiç sorulur mu ne olduğu!

Daralıp uzun yüzü karardı gözleri
ve sert bir hırçınlık kapladı çehresini.
- Buralarda durma! dedi
hışımla bakıp gözlerimin içine,
Ben bilirim senin
fikrini ve zikrini,
Ben bilirim senin
geçmiş ve geleceğini.
Söyletme beni daha fazla,
Vermeden bıçağın altına
düş yorgunu kelleni
bas git Avustralya'ya..!

Benim buranın först leydisi
ve toplumun lideridir kocam,
Ben boşuna mı harcadım onca yıllarımı
bu kara kuru kalabalıklar için,
onlar ilelebet
elbet
altında yaşayacaklar emrimin!

Ve elbette burası bizim
üçüncü teritorimiz
olacak günün birinde
ya da yedinci eyaletimiz!

Postal sesleri gelmeye başladı
şiddetle bir yerlerden
Aniden kayboldu Katherin
gözlerimin önünden,
Damat muhtar
kulaklarını ellerine almış
konuşur gibi dudak sallıyordu etrafa,
Ve bir Dingonun sert komutu yankılanıyordu
yeri- göğü sarsarak meydanda,
Dönüp baktım arkama
ışıltılar içinde karanlıklara doğru
yavaş yavaş sıvışıyordu Timorlu.

Koşturdum
dermanımı toplayıp dizlerime
Timorlu güzelin ardı sıra.
O gitti, ben gittim
sonunda eline yettim,
Ben süründüm, o koştu
yol denize kavuştu,
Yel esti hafif hafif
yüzüme bir serinlik vurdu.

Denizi görünce ben
aklıma düştü
gemi, karım ve çocuklarım,
Koştum sahil boyu yalın yapalak
Koştum yüreğim gümgüm atarak
Bomboştu onları bıraktığım yer,
Ne gemiden bir iz bulabildim
ne çocuklardan bir haber...

Yığılıp kalmışım kumlu kayalıklara
Gözlerimi açtığımda
göğsüme hafif bir serinlik vuruyordu,
Yumuşak köpüklü dalgalar
kıyıları okşuyordu.

Bin yıl sürmüş bir maratonun
sızlayışları batıyordu tabanlarımda,
Bin yıllık bir çilenin zonklayışları
ve bir anda çöküşün bıkkınlıkları
sonu gelmez bir savaş başlatmıştı
düşünmeyi kaybeden kafamda...

Işımamıştı ortalık daha
uzar gider miydi bu karanlık,
Yakar durur muydu böyle
yenik düşmüş beynimizin hücrelerini
it dişi yaraları sömürgeci haydutların
çağlar boyunca kanata, kanata...

Ve umut
ne denli
esinlerdi
yüreğimizi!
Ve bilinç
nasıl kanıtlardı
haklılığımızı!
Ve inanç
nereye dek
tutabilirdi
gövdemizi ayakta!

Zehir bombası gibi düştü üzerime zaman,
Neredeydi kim bilir
şu anda analarıyla çocuklar,
Ve nerede nasıl kayıplara karışmıştı
ahşap teknesiyle Borneolu kaptan..?

Saatlerce
bir umut ararcasına
çivileyip bıraktım gözlerimi ufukta,
Dalgalar dövüyordu kayalıkları
İnliyordu kıyılar
sonu gelmez vuruşların acılarıyla,
Dalgalar
uzun ve çetin yolların yolcusuydular,
Dalgalar
kocaman canavarlardı geniş sularda,
Dalgalar
şarapnel yemiş neferler gibi
sürüne sürüne ölüyorlardı kıyılarda...

Baktım yüreğim yanarak
baktım gözlerim buğulanarak
sonsuz bir devinim içinde
gelip giden sulara,
Denizler acılarımla dolmuştu
Ağlıyordu için için gökte yıldızlar,
Kanıyordu varlığımın her hücresi,
Kanıyordu vurarak kendini kayalıklara,
döğünüp dökülerek kumsallara,
yüreğimle birlikte ak köpüklü sular...

Ne kadar zaman geçmişti
ben orada kalalı serilip yere,
Belki aylar kadar
mevsimler kadar belki,
aylar mevsimler bir şey mi ki
yüzyıllar kadar bana
uzun geldi ışıması sabahın.
Ve sonunda güneş baba
kurtararak yakasını karanlıktan
nemli ve sıcak ışınlarıyla
kızararak çıkıp geldi ufuktan
umuduyla yeni bir yaşamın...

Ve güneşle birlikte
bir çiçek düştü dalgalardan
gece yarısından buyana
mıhlanıp kaldığım kumsala...

Anlamadım nasıl olduğunu
Bilemedim nasıl geldiğini
Göremedim nerde durduğunu
Süzülüp suların üstüne
bir yalnız rozelya gibi,
kapıp çiçeği kumsaldan
bana uzandı eli...

Karşımda bir gülistan gibi duruyordu Timorlu
Ve elinde bir çiçek allı, göklü, sarılı, morlu...

Ne güle benziyordu bu çiçek
ne de bildik çiçeklerden birine,
Bir yanı gül kokuyordu, bir yanı karanfil,
Bir yanından ağıt ve kan geliyordu çiçeğin
Bir yanından anlatımı olanaklı olmayan
tadı ve kokuları eşsiz bir güzelliğin...

Alıp kokladım çiçeği derin derin
Eğilip öptüm eteklerinden
mor karanfilli Timorlu dilberin,
Selamlayıp uzatacakken geri
yeni bir sayfa açıldı öykünün ortasından.
Lacivert gözlü minik bir kız çocuğu
dikelmiş bir kara taşın tepesine
gözlerinde hüzün, yüreği yara
el sallıyordu uzaktan.
Ceylan yavrusu bir kız çocuğu
yuvasız kuş gibi anasını arıyordu,
Toprak derili bir insan tomurcuğu
içlene içlene ağlıyordu...

Ne ben geri verebildim çiçeği
ne o geri aldı,
Ötede minik kız
beride güzel anne
geride ben,
Çiçek elimde kaldı...

Çeyrek
yürek
bir garibim
ben şu an,
Yeter mi buncağız bir pınar
gülüşüyle karanlıkları ışıtan
bir ışık tayfından güzellik yontusunca
oturan ruhunun orta yerine insanın,
sulamaya karanfillerini bir güzelin,
yükseltmeye sarayını sevdanın...

Bir yangın yeri bahçesiyim ben
yok edilen büyüttüğü fidanları,
ve bir daha yeşermesin diye
kurutulan bağrının sulakları...

Bir garip yolcuyum ben
geldim dünyaya istemim dışında
bir garip yurdun bir garip dağında,
Güzelliklere uzak büyüdüm
güzellikler içinde sürünerek,
Gün geldi
kükredi
göğsümün kafesinde
sevgi kölesi tutsak yürek...

Taştım sellercesine
estim yellercesine
yol oldu gurbet.
Yürürken güneye batıya döndüm
Gel- git eyledim devlet kapılarını
Dön geri oldum sınır boylarından
Gün gelir dünyanın bir köşesinde
bana da bir durak bulunur elbet...

Bir garip yolcuyum ben
Taşarken
dalgalı duygular yüreğimden
başım esrik
gönlüm deli
ne hedefim, ne yönüm belli,
sular üstü bir dünyanın enginlerinde
yaz bitip, mevsim evrilirken güze
gönlümde eski kavak yelleri
sevdamda fırtına, kar
'kar yağar bardan bardan
haber gelmezdi yardan....'
ılık bir mart gününde
süzüle süzüle yarıp suları
Antarktika kuzeyinde
Philip körfezi denilen yerde
kocaman bir limana demir attı
üç aydır işyeri ve evim olan gemi...

Ve ben o yerde binalar yükselttim
Yollar döşedim vadiler boyunca
Bahçeler yeşerttim mor sümbüllü
Kuzular büyüttüm emeğimi emzirerek
Oralarda kaldı en verimli çağlarım,
Oralarda kaldı
ol kanguru diyarında
onlarca acılı, cefalı ve sevdalı yıllarım...

Ellerimin imzasını taşır
oralarda binaların her tuğlası,
Ve betonu, sıvası, boyası...
Fabrikaların baş döndüren bantları
Fırınlarda pişerek kanım
mühür gibi iz bıraktı
o topraklara ayaklarım...

Ve şimdi
çok uzak bir anı gibi
nasırlaştı acısı tabanlarımın.

Ve şu an
bir yangın yeri bağrım
Yitirdim kuzularımı, dagıldı otağım...

İçi mor karanfil döşeği
dışı nilüfer bahçesi
tropikal ağaçlar arasında
yelkovan ve ördeklere komşu
sazlardan yapılmış
garip bir kulübedeyim günlerden beri.

Elleri ellerimde
beli kollarımda değil Timorlu güzelin,
Dolaşır yalnızca
bacaklarımda
bir minik ceylan yavrusu,
Dokunamadı ellerim meyvelerine
Koklayamadım doyasıya güllerini
Gözleri gözlerimde kuyu dibi gibi derin...

Çeyrek
yürek
bir garibim ben
ve kaybeden gerilerde beynini,
Böylesine yüce karlı dağlar gibi
ve derin denizler kadar
bir sevdaya hak kazanan
bir güzele bu yürek yeter mi..?

............................
Ve...
bir gece...
sabaha karşı...
Onun incecik beli kollarımda
göğsümün üstünde başı,
dumanlı dağlar gibi
hüzünlenirken gönüllerimiz,
yapıştı elleri
Dingo birliklerinin gırtlağımıza
dağıldı düşlerimiz...

Bir yer,
izbe, karanlık ve ıslak,
Belki de önceleri
bir domuz ahırıydı burası
emekli bir sömürge subayından
arta kalan Portekizli.
Ahırın pencereleri de vardı herhalde
sonradan köreltilmiştir olasılık ki,
Ve domuzlar için gerekli görülen ışık
görülmemiştir insanlar için gerekli...

Dışarıda
elleri
makineli tüfekli
ve belleri elektrik coplu
'botları çapraz bağlı
başları kasklı'
devriye gezmekte bir sürü Dingo
hepsi de anglo- sakson asıllı.
Getir- götür işini
damadın neferleri yapmakta,
sorgu masasında ASİO subayları.

Uzatmayıp sözü sadede gelelim;
Timorlu dilberin bir elinde
lacivert gözlü
ceylan yavrusunun eli,
ötekine kelepçelenmiş benim elim.

Ve dikilmişiz
bir sivil CIA tornasından çıkmış
Tasmanyalı subayın karşısına.
O soru soruyor bizlere
biz yanıt veriyoruz ona.
'Zer duz palan ursan'
demiş bizim Ziya Paşa,
Öküzün altında buzağı arıyor ASIO'lu
Aklı ve mantığı uzaklaştırmış yanından
Kışlada yetişmiş ne de olsa.

Ellerinde hiç bir delil yok
bizim olaylarla ilişkimiz hakkında,
Ama bir yığın kör kuşku taşıyorlar.
Örneğin
bu Türkiye doğumlu
Avustralya vatandaşı
müslüman kökenli
materyalist adamın
bu karışık günlerde
bu önemsiz memlekette
ne işi var?
Üstelik geçmişi de karışık
yaşamında bir yığın olay
İran'dan Hollanda'ya kadar.

Oysa ben
- Avustralya'lı değilim, diyorum
Türkiye'den gelip Avustralya'ya gidiyorum.-
Daha da artıyor herifçioğlunun kuşkusu
Ben iyice karıştırdım anlaşılan
içinden çıkılmaz bir hale geldi sorgu.

Gerçekten ben kimdim?
Kimdi gemiyle kaybolan
kadın ve çocuklar?
Neydi sorunları
ve Borneo'lu kaptan
nereye götürmüştü onları?

Ben o fırtınalı gecelerin
kırk yamalı gemisinden mi
kurtulup gelmiştim buralara?
Yoksa yıllar önce
atlayıp bir deli rüzgara
analarıyla birlikte mi bırakmıştım
Melbourne'da çocukları...

Sürüklenir dünüm
karanlıklar içinde
belirsiz bir hedefe doğru,
Önümü sis bürümüş gündoğumunda
Ve ben hep unutuyorum herhalde
neyin nesi olduğumu...

Kadına soruyorlar;
O beni Avustralya'dan tanıyor
Ve ben onun anlatımına göre
onun ziyaretçisi ve sevgilisiyim,
Onun davetiyle geldim bu memlekete.

Üç gece, üç gündüz süren
yapılan araştırma ve yorumların
bir noktaya varamaması sonucunda
ben nerdeyse yolcu edilecekken
Irak ya da Afganistan'da
yakaladık diye yazılacak
bir sahte evrakla
Guantanamo kampına,
Sağ olsun
Katherin yetişti imdadıma.
Ve onun emriyle
bir gece vakti
üç kişi bindirildik bir vapura...

Vapur nereye gidiyordu
önemli mi sanki
ve hiç düşünülür mü
böylesi bir durumda bu.
Yüzüyorsun ya
mor köpüklü sularda
ciğerlerinde iyot kokulu tertemiz hava.
Kırmışsın zincirini
almışsın eline önün sıra giden günleri,
Ve zamanın boldur
kimsecikler rahatsız etmez seni
göndermen için geleceğe düşlerini.
Yaşaman için hayal de olsa
toplamışsın önüne
gelecek güzel günlerin
yürek esintilerini...

Bacaklarımız
tam özgürlüğe ermese de
oturur vaziyette
üzerinde tahta kanepenin
temiz bir uyku çektik o gece.
Yatak yorgan gerekmezdi,
sıcaktı zaten hava
uyandığımızda
lacivert gözlü ceylan yavrusu
mışıl mışıl uyuyordu aramızda.

Üç gün aradan sonra vapurumuz
gerilerde bırakarak Arafurayı
salındı şafağın burnuyla Pasifik'in sularına,
Ve dördüncü gece üşüdü uykularımız
sarılarak oturduk kanepemizde birbirimize.
Beşinci gecenin sonunda
sabah ışıyıp geldiğinde
ve güneş
denizin üstünde
üç mızrak boyu yükseldiğinde,
ardarda iki tane 'Herkules' geçti üstümüzden
içleri silah ve malzeme dolu.
Ve iki koca kanguru armalı gemi,
yükleri hep bahriyeli
yol alıyorlardı
kuzey doğuya doğru...

Yine sırtlarından kan sızacaktı demek
küçük bir ülkenin küçücük insanlarının,
Yine çiğneyecekti toprağını başkalarının
Anglo- Amerikan sermayesinin bekçisi
ve kraliçe Elizabeth'in şövalyesi
gözü kanlı, dudakları salyalı Howard'ın
burnu kandan başka koku almayan birlikleri!

İliklerime kadar
sızlandı tüm bedenim,
Kabardı öfkem kabar kabar.
Merakla bakıyordu pencereden
mor köpüklü sulara
ve suların üstünde
adeta şölen düzenlercesine
bir acayip iniş çıkışlar yapan
beyaz kanatlı kuşlara
lacivert gözlü ceylan yavrusu,
habersiz olup biten şeylerden
habersiz,
global sistemin
ünlü bir entellektüeli kadar...

Dün, bugün ve yarın
üç günlük bir çocuktu yaşam,
göz açıp kapayana kadar
dönüp köşeyi kayıplara karışan.
Ve çekilmez ve sonu gelmez
bir uzun yolculuktu yaşam
acı ve üzüntülerle boğuşan...

Yıkılıp kalırdı nice binalar gerilerde,
Sönerdi gözlerin akı sabahtan önce
Ve çekilmezdi dönemeçleri
dermansız dizlerin.
Kim bilir hangi dönemeçteydi
yaşam macerası
bu mechul yolculuğun dümeninde
kanayan yüreklerce sürüklenenlerin...

Herkesin düşü kendine özgüydü kuşkusuz
ve hayalinin boyutu kendi ufkuyla sınırlı,
Yeni ve sıcacık
bir aile düşlemekteydi Timorlu
Yeni bir yurt, yeni bir yuva.
Ve eteklerinde
minicik ceylan yavruları
gül endamı kocasının kollarında...

Denizin üzerinde beyaz kanatlı koca kuşlar...
Daha önce de görmüştüm gibi geliyor bana
belki de okumuştum bir yerlerde
deniz aşırı ülkeler arası yolculuk eden
ve yorulanda hep birlikte
salınıp sulara yüzerek dinlenen
ve tek eşli yaşayan bu kıskanç kuşları.
Neredeydi ve ne zaman?
Yokladım bütün gün belleğimi
ama nafile,
Engelledi
geçmiş günlere giden yolumu
mor karanfilli dilberin
gözlerimde çırpınan bakışları...

Kanayıp durdu haftalarca yüreğimde yaram
kanayıp durdu çalkantılar içinde köpürerek,
Günden güne durulansa da an be an
alıp benliğimi geçtiğim yolların köşe taşlarından,
beni bana
ve yeni yollara
bir deprasyonlu insan,
bir yuvarlanan taş
ve bir garip göçmen kuş gibi
acıta acıta götürerek...

Kimdim ben
bu güzel kadın ve cocuk kim?
Gemi nereye gidiyordu?
Ve şu anda nerelerde
ve ne durumdaydı çocuklarım benim..?

Genişliyordu ufuk
Çoğalıyordu etrafımda su
Çökmüş beynime uyuşukluk
Karıncalanıyor kollarım bacaklarım,
Küçülüyordu gitgide gündüz
büyüyordu geceler
ve uzuyordu yollarım...

Tam onüç gün onüç gece
dalgalarla döğüşe döğüşe
yol almaktayız bilmediğimiz bir yere.
Ve onüçüncü gecenin bitiminde
şirin bir limana girdiğinde gemi
ellerimizle ovarak uykulu gözlerimizi
Melbourne'a geldiğimizi sanıp
sevinçle fırlattık dışarıya gövdemizi..!
........................;
................................?
......................................!
Hayal kırıklığı ondan ötesi.
Melbourne nere, bura neresi...

Bizi ilk selamlayan
volkanik tepecikler oldu
şehrin** dört yanından,
Ve sonra
gökdelen kulesi…

Ocak ‘07
Bangkok

---------

*Dingo köpek ailesinden
bir yabani hayvandır,
Avustralyada yaşar
Güçlü sahiplik edilirse
ve yağlı kemik yedirilirse
köpekleşme olanağı vardır.
Zayıflar karşısında azgın bir canavar,
güçlüler karşısında çakaldır...

**Bu şehir Yeni Zelandanın
Auckland şehridir.

SERÜVEN

Sürdük beyinleri
tarihin kahır ve kan kokan
kapkara sayfalarına,
Saçtık yürekleri
evrenin tam ortasından
yedi iklim dört bucağa.
Elimizde düşlerimizin sazı,
Yüreğimizde buram buram sevgi
yalım yalım hasret
ve ince keskin bir sızı...

Gönlümüzde
dağın- taşın
kurdun- kuşun
ve didinip yaratanın
sonu gelmez avazı...

Şiirlerle, türkülerle
mayhoş bir bahar akşamındasın işte,
Ortasında doğanın
altında yıldızların.

Tapınman istenmez boşluğun sırrına
Gerekmez zorlaman cennet kapılarını
Bir yanın
çağıl çağıl bir sudur
akar durur boyuna,
Yeşile vurgun
Maviye vurgun
Vurgun insana.

Bir yanın uçsuz bucaksız ışık mahşeri
yıkayıp yur acıları yürekten,
ışıtıp büyüler gönülleri...

Aborijini Avustralyasındasın!
Tenin yanık
yüreğin buruk
olsa da!
Getirme aklına vahşetini
imparatorluk istilasının,
Getirme aklına cengini
top mermileriyle bumerangın...


Uygarlığın
güzelliğe tecavüzünde
perde gerisinde,
Fildişi, kahve ve köle
ve altın işi ve elmas
ve her türlü dişi
toplama serüveninde
kolonyal zevklere,
Afrika köylerindesin yani
yüz yıllar ötesinin sadeliğinde..

Ve de Asyanın eteklerindesin!
Çin seddi yükselir boylu boyunca,
Himalaya bu tarafa düşer,
öte yanda Hiroşima..?
Açık erozyondur aşağılar,
Afyon, kauçuk ve kahve,
ve badem gözlü ceylanların izindesin!
Karıncalarca çalışkan,
Balıklar gibi uysal,
Birazcık çömert,
Biraz da ucuz
Yoksul bir insan denizindesin...

Aralık ‘04
Melbourne

UYKULU BATAKLIK

Uyandım sabahınan,
Pus çökmüştü üzerine ovanın
Hava ağır
gök külrengi
yaşam yorgundu
ve umuttu
çaresizliğinde günlerin içten içe kıvranan.
Anarşist bir orkestradır
kanatıp dağıtır duyguları
ağır ağır yekinirken aydınlık
kuşların sabah şarkıları.

Yeni atmıştı şafak,
Yıldızlar eriyip yavaş yavaş
dağlar kaldırarak sisler otasından başını
böcekler karıncalar yaşam yorgunluğunda
sokaklarda ağır kokuları gece vurgunlarının
ışıyordu ortalık uyuşarak...

Ağır bir koku geliyordu bataklıktan
toplumsal bir yara gibi bunaltıcı,
derin bir yoksulluk gibi ağır,
nefes yollarımıza barikat kuran...

Pirinç tarlaları ötelerde
uzar gider yollar boyu,
Çeltikler yeni göğermedeler daha
çamur deryasında debelenerek
ve bebeler gibi emerek
sıtma yüklü sıcak suyu...

Muzların tepesinde
ufak tefek salkımcıklar,
Hintcevizleri dökülmüş patikaya
İçleri boş biliyorum
süt vermez oldu çoktan
güneşin altında
şehvetle gerinen toprağın
küheylan kısraklar gibi büyüttüğü ağaçlar...

Kara lekeler, alnında gün doğumunun
kızıl bir bayrak gibi çekilirken
ufkun üstüne seher
bunaltıcı nefesi sinmekte yaşamın gözeneklerine,
Soyguncu sermayenin doğurduğu
gazlarla kirletilmiş havanın,
Buhar kalkıyor çamur bataklıklarından
ve sesler geliyor
hiç bir anlam veremediğim
vank vank öten
bir bilmece gibi derinliklerinden kanalların.

Daha gün ışınları
sarmadan külrengi toprağı
alıp başını gidiyor kuşlar
bırakarak sürgün yeri yurt gibi tüneklerini
yeşil bir zehir deryasını andıran göleklerine,
Alıp başlarını gidiyorlar
yaprakları tozla, çamurla kararan
dipsiz cangılların derinliklerine...

Soyundu dağ sislerinden,
Habire yükselmekte güneş
Mavisi karbonla örtülü
ala bulutlu gökte,
Yaka yaka aşağıdakileri
kirli ve tozlu
ve egzozlu şehirlerin
kalabalık ve havasız caddelerinde.

Bir garip uyuşukluk çökmekte yere
bir garip uyuşukluk kahreden gönlü,
Morfin ağusuyla kurutan kanı damarda,
Uyuşukluğa kurban gitmiş insanların
uyuşuk yaşamları üstüne.

Güneş gökte üç mızrak boyu
Buharlaşıp gitti serinliği sabahların,
Çeltik tarlaları kuşatıyor iki yandan
önümde uzanan tozlu yolu.

Soluyor yeşili yavaşça mango yapraklarının,
Koyu cangıl gölgelerinde uyukluyor kuşlar,
Kanallarda kurbağa
kaplumbağa
ve balıklar,
Kangren yeşili bir örtüdür
kaplamış yüzünü akıntısız suların
Sinek bulutu göğü kanalların
sıtma cenneti eni- boyu sınırsız
ve elleri belli
yanık tenli
gönülleri güneşli insanlar,
Beni çocukluğuma götürür durmaksızın
önümsıra uzanan tozlu yollar.....

Yıkık dökük
eski- püskü evleri
ve çamaşırları ve lastik papuçları
ve atları- arabaları ve bisikletleri
yaşam koşusunun sürünen ayaklarının
dökülmüşler paramparça,
serpilmişler perakende
uyku seli gözleriyle
serilmişler sokaklara...
Sokaklarda aşçılar
sokaklarda aç insanlar,
Alıcılar ve satıcılar sokaklarda,
Ve sokak etleri
sokakların ana dallarında,
Sokaklar çırılçıplak yatıyorlar
sasılı evlerin yatak odalarında...

Ve pek çok daha,
durumlar vardır ki aklı beyinden kovan,
Ölüm gibi oturan gözbebeklerine insanın
Düşman gibi kovalayan kendi kendini
hançeri içine saplı bu sessiz toplumda.

Bir kanayan derttir
izaha gelmez manzarası
Bir ağulu duman çöker çöl kafalara
altın işlemeli manastırlarda
kutsal tütsülerden,
Gaibe yatırılmıştır
2550 yıldır
bu yoksul toplumun yoğu varı,
Her göze gelişte
burkulan yüreğime
bir top karanlık bırakır benim
çöplük görünümlü şehirlerdeki
manastırların parıldayan şatafatı.

İnsanların düşlerine benzer
şehirlerinin görünümleri de,
Orkide yanaklı kızların gülücükleriyle
açılır kapılar hep sıcacık yarınlara,
Orkide yanaklı kızlar gibi gülümser
hayalimize yerleşen düşlerimiz.
Soyutlanmış bir görüntüdür yaşam
madalyonun renkli yanında,
Eskimişlik tokatlar gözlerimi
betonlaştırılmış yaşamların
öteki yüzünün karanlığında.

Ve bir sıkıntı basar yürreğimin dört yanını
dökülmüşlük saltanatı teneke barakalardan.

Sürünür kaldırımlarda doktorsuzluk
sürünür ilaçsızlık,
Kanayarak bekler yaşam gelecek günleri,
Evsizlik sürünür
emeksizlik,
İşyeri kapılarında karın açlığına
can çekişir yaşamın bütün hücreleri.

Oysa 24 saat zevki alem bir yerlerde
Kalbur üstü bir azınlık güruhun
saray ve sayfiyelerinde,
Ve gün boyu koşturur karınca kızlar
ertesi sabahı karşılayabilmek uğruna
elleriyle
dilleriyle
belleriyle
............

Oysa 24 saat bir yerlerde
zehir zıkkım bir debdebe,
Çullanarak
aşırtılmış değerlerin üstüne,
Geğirir bir kocaman hazımsızlık
karışarak
açlıktan
sancıyan karınların
gürültüsüne.

Her yüz kişiden doksanı
sabahın köründen
gece yarılarına kadar
erirken güneşin altında,
ezilirken çarkların arasında,
sürünürken sokakta, caddede
Cebi IMF finansmanlı
boynu Washington tasmalı
yüzde on
yaşar gün ortasından
şafağın kapısına dek
zevki alem içinde tepinerek
sefalet kuşatması şehirlerin ortasında...

Apaçık söyleyemem her nasılsa
ama her ayak basışımda
bu sıcak ve verimli topraklara yeniden
ve her nedense kendiliğinden
dökülür hayallerim derin kuyulara
incecik bir imbikten,
Karışır kopkoyu karanlığa
savrulur sonsuz bir boşluğa
o, otantik
o, erotik
o, rengarenk
güzellikler içinde yüzen masal ülkelerim
gençlik yıllarımdan buyana sürüp gelen...

Ve uzun uzadıya
gece demez, gündüz demez
düşünür, düşünür dururum,
Ellerim pirince gitmez
büyülemez gözlerimi bir türlü
mor incir kabartıları güzelliklerin,
Düşlerle gerçeği yüzleştirir uğunurum.

Gerçekler alıp gitmiştir başını
yalnızca hayaller kalmıştır ortada,
Parçalanır ezik yüreğim
Dökülür kırılmış umutlarım
dipsiz bir masal kuyusuna...

Fışkırırdı çimen gibi yerden
masal yolculuklarında esrik zamanların
sıcak iklimlerin tüm yemişleri
dökülürdü dallardan,
Taşardı yabani sebze ve meyveler
insanların gözlerine yol boylarından,
Dere üstlerinde
mango, hintcevizi, durian
mayom, farang, kanun, makaam
muz, bambu ve daha
adı söylenmedik onlarca
ballı ağaç deryası
tropikal güzelliklerle kucaklaşan...

Ormanlar dolup boşalırdı
renkli ve kocaman kuşlarla
günün 24 saati şakıyan,
bir ibadet gibi
bir şölen gibi
ve zaferden dönen
mağrur neferler gibi.

Bir baş döndürücü
derin
ve geniş
anlatımsızlık ortamına sürükleyip
götürürdü duygularını insanların
kanatları kilim gibi dokunmuş kuşların
bu gizemli ve renkli toplumsal şöleni...

Açıp gagalarını güneşe karşı
dansa başlarlardı gün burnuyla,
Bulutları kızartarak gelip
vurunca altın yemişli ağaçlara
gün ışınları Pasifik'in ufkundan.

Kuşlar ölü toprağı gibi serilip kalırlar
ve derin bir mateme bulanırlardı
akşam olup da
dönerken dünyanın çarkı geceye
güneş kızararak giderken ötelere
Hint okyanusunun karanlıklarından.

Ve sevda cenneti
ve iyot kokulu
üstü dalga
altı ayna
mor köpüklü denizler,
Ve bir sonsuz saydamlıkta
yeşerir bir yandan incilerce
ve bir yandan
yanar yanar göğünürdü yürek,
denizlerin altında.
Denizlerin altı ayrı bir dünya
Denizlerin altı renk cümbüşü
Denizlerin altı
güneşli bir gürgen ormanı,
Denizlerin altında altın pullu balıklar
ve balıklar güneşe çevirip yüzlerini
gün boyunca dansa dururlardı.

Bir garip yitişti
denizlerin altında akşamlar,
Bir sabırsız bekleyişti
karanlık sularda sabahlar,
Hüzün çökerdi dağlara- koyaklara
Çile çekerdi balıklar
Boyun bükerdi bitkiler
Bütün yaratıkları suların
küserlerdi yaşama geceleri,
Karanlıkların ürkütücülüğü altında
bekleyerek sabaha dek güneşi...

Mercan adacıkları
yeşille mavinin kucaklaştığı
uzun bir hasretin bitiminde,
sarardı insanı
doyumsuz bir duyguyla
gökle yerin öpüştüğü
süt limanı
ve ipek gibi bir
yaşam ikliminde...

Muson yağmurları
gönül aleminin tatlı bir macerasıdır
tropikal ormanlar gibi büyütür sevdaları.
Güneş, deniz, kum, kuşlar ve balıklar,
Ve ulu orman ağaçları,
ve durmadan doğuran toprak,
ve dünya içinde ayrı bir dünya olan cangıllar...
Dinler yanlış yerde aramışlar sonsuz yaşamı..!

Denizler taşınırdı göklere
ve boşanırdı göklerden deniz,
Yer gök suya keserdi
yer gök deniz.
Siz denizdeydiniz
ve sizdeydi deniz...

Hintcevizi ağaçlarında minare boylu
bronz tenli çevik çocuklar
maymunlar gibi uzanırdı meyvelere,
Güneş yağı kokusuz kumsallar
ve dolaşırdı kumsallarda
anadan üryan kızlar, oğlanlar
bir rüya aleminde el ele...

Denizdeydiler sevişe- oynaşa,
Çalışırlardı gülüşe- koklaşa,
Kalplerinden berrak sular akardı,
Gönülleri binip
kocaman renkli kuşların kanatlarına
Zümrüdü Anka örneği
aşarlardı yüce dağları
engin denizleri,
Geçerlerdi yaşamsal bir nefes gibi
sermaye girmemiş gürbüz ormanları.

Dalgalanırdı bereket sularda
Yağardı bereket gökten
Doldururdu bereket ovaları.
.....................................
.....................
..........

Zümrüdü Anka
sokak lambalarında
ticari bir üründür şu an
buda heykellerinin mezarlığı
durumundaki koca kasabalarda.
Ve manastır duvarlarında
taşır beyinleri kanatlarıyla
ışımasın yaşamın yüzü diye
dipsiz gecelerde derin uykulara..!
.............................
....................

Önümde ovalar uzanıyor
önümde kirli kanallar,
Kanal kıyılarında
tozlu- çamurlu
kırık- dökük
bir görünüm içinde cangıllar.
Ve irin gibi ağırdır şu anda sular,
Ağaçlar
çürük meyve yüklüdür
ve leş gibi yatar
kanallarda balıklar...

Yerde yokluk serilir yollara
Yağar yağmur diye kir-pas
Yağar zehir- zemberek
Uçup gitti mavisi göklerin,
Ve sokaklar çöplüğe çıkar hep
kenar semtlerinde şehirlerin...

Oturup ağlayın insan oğulları,
Döğünün yerlerde orkide yanaklı kızlar
Gitmiş emi elinizden yaşamın,
Yani siz uyurken mabet odalarında
Ellerinize tütsü veren açıkgözler
ırzına geçmişler doğa ananın...

Ama isterseniz siz
yeniden dönebilir anneniz
genç kızlığın güzelliklerine,
Yine çiçek kızlar açar göllerde
orkide, lale, nilüfer, zambak, süsen
Dal dal uzar delikanlı ağaçlar
meyve yüklü kollarıyla göklere,
Ve yine akşam gezisine çıkılır
döşenir cennet parkları şehirlerimize...

Fakat bu işin
bilmek zorunda olduğunuz
çetin engelleri var,
Gezinir tepemizde
iki başlı ve illetli bir canavar.
Bunlar,
zehirli bir varlık gibi
yutan bataklık gibi
salgın hastalık gibi
çökmüşlerdir günümüzün üstüne
boylu boyunca,
ağırlıklarıyla ellerindeki
tüm kuvvet ve servetin...

Bunlar,
karartmışlardır ışığını
doğum gününden
ölüm gününe kadar
bütün milletin...

Biri durmadan uyku taşır gözlere
karanlıkta mutluluk vadederek
yaşamı karartılmış umutsuz yığınlara,
Öteki itaat ister mutlak surette
eli sopalı birlikleri sayesinde tahtına.

Birincisi
turuncu renkli
kefen bezi giysili
yaşayan iskeletlerdir,
Kanımız ve iliğimize işlemiş
bizi kendine koşturtan dertlerdir.
2550 yıl ötelere uzanır öyküleri
İtilip kakılmışken o günler
hint ellerinin sınıflı mabetlerinde,
İnletilirken kocaman bir kalabalık olarak
brahmanizmin kast sisteminde,
'Nasıl olsa mutsuzluktur
bu dünyada yaşamın gerçeği' diye
yeni bir sistem uydurup mutsuzluk üzerine
nirvana'ya erişmek amacıyla
dağıldılar koca hintten üç yöne.

Yukarıda dorukları buzlu
heybetli bir tanrı gibi ulu
ve tekin olmayan dev dağlar,
Aşağılarda uçsuz bucaksız umman,
Hem dağları aşmak
hem ummanın ötelerine ulaşmak zordu.
Ve yol aldı Siddhartha'nın kervanı
sahil boylarınca doğuya doğru...

Ve bugün burada
tanrı kabul ettirip
kendilerini topluma,
kuşatarak insancıkların
gelecek korkularını
işlettiler putlarını altınlara.

2550 yıl öncesine dayanır secereleri
Aslen hintlidirler, fikren hintli
Ve bundandır felsefelerinin miskinliği.
Uzanıp çine- maçine kadar
avutmadalar 2550 yıldır çaresizliği...

Ötekiyse
aslında değmez
çok fazla söz etmeye.
Her zaman, her yerde
kanlı elleriyle keser hep
bilmek ve bildirmek
gülmek ve güldürmek
isteyen insanların önünü,
Ötekiyse
bilmez yarını
anımsar dünü,
Toplumun bağrında irinli yara
ve tarihin hafızasında
diken gibi batandır
tahtının selameti uğruna
öz kardeşini kurşunlatandır.
Atı- iti- filiyle
domuzu- mandası- ineğiyle
“tanrı gölgesi” koca karanlık
oturur insanlığın ensesinde...

Ocak ‘07
Bangkok


BANGKOKTA GÜNLER

1
İLK GÖRÜNÜŞ

Şehir
ve pirinç gölekleri
iç içe girmiş sanki,
insanların barınma yerleri
ve göleklerin sivrisinekleri
iç içe, sarmaş dolaş birbiriyle.
Her bir yer böyle değildir elbette
değişiktir halkın yaşam alanlarıyla diğerleri,
Bir yanı
cennet sarayı
bu şehrin,
Sefalet pazarı öteki yanı…

Şipşirin binalar
Ve teneke barakalar
Oturmuşlar kucak kucağa,
İnsanın nefesini tıkıyor bazı şeyler
Ve gelip saplanıyor kör hançer gibi gırtlağa…

Görmeden anlaşılmıyor
kavranmıyor yaşanmadan,
yürekte kurşun gibi kanayışı
soyguncu saltanatların
ve soysuzlukta sınırsızlığı
uluslararası yağmacılığın…

Ve
çekmeden önce
bilinmiyor acısı
toplumsal onurun
kanayan yarasının…

2
İÇE BAKIŞ

Nesi göze gelir bu şehrin en çok
Girince içine arı kovanlarının?
Herkesin bildiği şeyler var elbet
Kimine göre cennettir Bangkok
Kimilerince dipsiz sefalet…

Nedir okşayan gözü ve gönlü
Yemekleri ve güzelleri mi?
Cümle alemin ezbere bildiği
onlar birer gerçektir,
Sözünü etmeye ne gerek
tarlada bir avuç pirinç
sofrada berekettir,
Tatlısı tatsız
acısı doyumsuz bir lezzettir,
Ve sarı-esmer tenli güzellikleri
yaşayana dünyada bir cennettir...

Doğası kirlidir Bangkokun
insanları candan,
Konuşamaz duygularını
akıtır kandan,
Meltem yeli gibidir söylenişleri
pek yel esmeyen bu şehirde insanların,
Bir yanın sevdalanıp uçar bulutlara
kanayıp durur yerde bir yanın....

3
KIMILDAMIYOR GÖVDEM

Oturmuşum bir ölüm suskunluğunda
ne telaştayım
ne gamda
ne tasada,
bomboş bir atmosfer içindeyim
belli değil hiç bir istem ve iradem
belli değil hiç bir varlık nedenim.

Işıklı caddelerdeki
renkli körpelerin
iç kanatan manzarası,
Mahşer geceleri gibi
sabahtan akşama kadar
insan kaynayan sokaklarda
kırkbeş derece ateş altında
yemek pişiren kadınların ayakta buharlaşması,

Ve minicik yavruların
yaşamın şaklayan kırbacıyla
sokaklar boyu telaşı,
Kımıldatmıyor beynimde hiç bir dalın yaprağını.

Korkunç bir rahatlık içinde her yerim
fikrim
zikrim
bedenim,
Atmışım işi- gücü bir yana,
Okumuşum o dokunulmaz canına
gidenin ve gelenin
Sorunları sırtüstü bırakıp yataklarında
üç günlük de olsa geri kalanı
yaşayalım diye geldik ya biz buraya…

Temmuz 2005
Bangkok

YAVAŞ DÖNÜYOR DÜNYA

Sofradan çok geç kalkıyor
buranın insanları
ve bir kez lafa başladılar mı
makineli tüfekler gibi
çeneleri işliyor yalnızca.
Ondan gerisi
yeme, içme, can sağlığı.
Yavaş görülüyör işler her yerde
yavaş yürüyor yolda trafik,
Gün çalışmakla değil
işe hazırlanmakla geçiyor çoğu kere.
Yavaş ve ağır atıyor yaşamın nabzı
Sürünürcesine yürüyor insanlar,
Duracakmış gibi dönüyor zamanın çarkı
Sabahlar geç geliyor bu topluma
uzayıp gidiyor akşamlar...

Ocak 2007
Chanthaburı

BANGKOK KIZLARI

Sabahlar vardır ki,
sevgilinin öpücüğü gibi
girip penceremden içeri
göz perdelerimi yalayarak
şehri kuşbakışı seyrettiğim otelimde
güneşin ışınları uyandırıyor beni...
Koşuyorum hemen pencereye
ve daldırıyorum etrafa gözlerimi
seyreylesinler diye aşağıdaki alemi...

Aşağıda binalar
Binalar şehirlerin aynası sayılır,
-demiş ellerinden emekli bir bilge-
ve toplumun varı- yoğu binalardan anlaşılır.
Kimi külüstür bir eşeğe benziyor
kuheylan bir tay gibi görkemli kimi.
Kimi sapasağlam, kimi ölümcül hasta
kimi başını bulutlara salmış
yerin dibindedir kimi...
Kimi gülümsüyor yaşama
bir genç kız gibi alımlı,
kimi zor taşıyor kendini
doksanlık bir insan gibi yaşlı.

Aşağıda binalar
Binaların çatılarında kızlar,
binaların balkonlarında kızlar var.
Herbiri bir ekmek teknesi,
Herbiri bir çamaşır makinesi,
Herbiri kaldırım boyu seyyar satıcı
Her biri yürekte sevda, beyinde acı...

Kızlar yaşamın bekasıdır
Dünümüzdür göbekten bağlandığımız,
Ve yarınımızdır
önümüzde bitişsiz bir yol gibi uzanan,
Çiçektir yakamızda
Altın bir çelenktir hiç inmeyen başımızdan,
Ve sızısıdır tabanlarımızın
ağır yük altında kanayıp duran...

Acıyı onlar estirir yüreğimizde
ömrümüzün oncasını kemirip bitiren,
Mutluluk da onlardandır
gönlümüzde çöller çiçeklendiren...

Penceremden bakıyorum dışarı
Aşağı insem
sanıyorum ki
eriyip dağılacağım
onların yorgunluklarında,
Ve inaniyorum ki
ömrümün sonuna kadar
onlar bir kale duvarı gibi
yıkılmadan kalacaklar duygularımda...

Penceremden bakıyorum dışarı.
Dışarısı koca bir karınca katarı...
Dışarısı durmadan oğul veren bir arı...
Dışarısı filiz filiz, çiçek çiçek kızlar alayı...
Kızlar çok şeydir
sen yalnızca buna inan,
Kızlarsız ne dünya güzeldir
ve ne de insan! ...

Ağustos 2005
Bangkok

Mehmed Sarı
Kayıt Tarihi : 1.6.2009 07:41:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.
  • Şahmerdan Yıldırım
    Şahmerdan Yıldırım

    Asyanın etekleri zulüm kasırgası
    Sular kurur
    pirinç tarlalarında
    yüreğim durur,
    Emek emperyalizmin yağma sofrası
    bir yandan hastalık, açlık kavurur...

    Yüreğine sağlık,emperyalizm insanlık düşmanıdır.Kutlarım güzel şiirini ve yazan yüreğini saygılar...

    Cevap Yaz
  • Hamiye Alkış
    Hamiye Alkış

    Asyanın Etekleri
    Asyanın etekleri tutuşmuş yanar
    Bir yanda sefalet
    bir yanda vurgun
    kanar yüreğim kanar...

    Asyanın etekleri kan
    Sızım sızımdır sırtta yaralar
    Gönüllerde ölüm yangınlanır
    Acıdır, cefadır alından akan...

    Asyanın etekleri zulüm kasırgası
    Sular kurur
    pirinç tarlalarında
    yüreğim durur,
    Emek emperyalizmin yağma sofrası
    bir yandan hastalık, açlık kavurur...

    Asyanın etekleri kıyamet günü
    Yarını yastadır anam
    karanlık dünü,
    Bir onulmaz yaradır
    kanar durur çağlarca
    sömürgeci haydutların ürünü.

    Gerçekler bu kadar mı incelikle anlatılır mış?
    hayran kaldım.
    teşekkürler saygılar selamlar yolluyorum

    Cevap Yaz
  • Gülçin Demirci
    Gülçin Demirci

    İnsan yürekten yine güzel bir şiir..tebrikler Mehmet Bey..

    Cevap Yaz
  • Night Blow
    Night Blow

    Toplumsal içerikli şiirler yazmak zordur güzel bir şiir okudum eline sağlık şairim saygılar

    Cevap Yaz
  • Nihal Akcan
    Nihal Akcan

    İçerikleri ile insanlığımızı sorgulatan şiirleriniz çok güzel.Kutlarım..

    Cevap Yaz

TÜM YORUMLAR (22)

Mehmed Sarı