Çoğu insan – ki bu insan nüfusunun çok büyük bir yüzdesidir – insanın olduğu her yerde savaş olduğunu iddia eder, ve savaşsız bir dünyanın hayal ötesinde bir rüyadan başka bir şey olmadığını söyler. Her gün, her saniye beynimize bu olgu kazınmaya çalışılır. İnsanlığın sosyal bilimleri de bunu desteklemek için teoriler üretir. Sosyal Darvinizm türler arası ilişkileri de basit şekilde çatışmaya indirgeyerek, savaşın sürekli yaşandığını savunur. Ancak kaçırdıkları bir nokta; eğer savaş olgusu insanla birlikte var oluyorsa, aslında açıkça şu söylenmek isteniyor: “Savaş genetik bir zorunluluktur.”
Bu görüşe göre, insan evriminin motoru savaş olmalıdır. Yani genetik aktarımla savaş silahlarının yapımını ve bunları en etkili şekilde kullanma yeteneğini elde eden topluluklar gelişmişlerdir. Peki, ya barışçı insanlar? Böyle bir evrim sürecinde, onların çoktan yok olmuş olması gerekmez miydi?
Evrimsel süreçte savaşın nasıl bir etkisi olabilir, ya da savaşmak neden karlı olsun – eğer savaşmak genetik bir zorunluluksa, bu işin karlı bir iş olması gerekir. Aslında savaş gerçekten de karlı bir iştir. Özel mülkiyet ya da doğal kaynaklar gibi maddi servetin egemenliğindeki bir dünyada, diğer gruba karşı askeri zaferi kazanan bir insan topluluğu kendisi için büyük çıkarlar elde eder. Ancak sağlanan kazanımların, savaşın, zamandan, kaynaklardan ve yaşamdan oluşan maliyetini karşılamalıdır. Bu noktada savaşın kaynaklar üzerindeki kontrolden ve maddi zenginlikten kaynaklandığını düşünüyorum. Bir zamanlar tek parça ve herkesin – tüm canlıları kastediyorum – olan dünyamız, mülkiyet anlayışının gelişmesiyle, ve mülk zenginliğini yaratacak kaynakların kontrol altına alınmaya çalışılması nedeniyle, hayali sınırlara bölünmüştür. Bu sınırlara hayali diyorum çünkü harita üzerinde gösterilen sınırın her iki tarafında da toprak aynı topraktır; ancak insan yapımı dikenli tellerle bölünmüştür.
Vatan tanımlaması saçmalıktır, ve böyle bir tanımlama yaparak, belli sınırlara böldüğümüz toprağın, kaynak kontrolü açısından mülkleştirilmesini sağlarız. Vatan; bu toprak parçası bizim, tabi ki de üzerinde ve altında bulunan her şey bizim demenin şovenist bir tanımlamasıdır. Nasıl ki, havayı kimse sahiplenmediği gibi toprak da sahiplenilmeyi hak etmez. Sahiplenilen her şey içersinde bir zenginliği barındırır, ve bu da toprağın neden sahiplenildiğidir.
Toprağın haksız sahiplenilişi, maddi zenginliğe önem veren toplumlar için geçerlidir. Ve bu da özellikle, insan topluluklarının büyüdüğü zaman şefleri ve liderleri de içeren toplumsal hiyerarşinin kaçınılmaz duruma geldiği bir topluluktur. Böyle bir toplulukta, savaşlar için – kaynakların kontrolü ve yeni kaynakların ele geçirilmesi için – kitlelerin etkin bir ordu içersinde toplanmaya ikna edilmesi güçlü bir lideri doğuracaktır. Çünkü yığınlar güçlü bir lider – ki bu çoğu zaman kutsal sayılan vatan, millet, din vs. değerler de olabilir – olmadan etkin bir ordu içinde toplanmaya ikna edilmesi mümkün değildir. Bir ordu altında toplanan kitleler ise peşinden gittikleri liderin ötesinde liderin maddi zenginliği ve gücüne hizmet ederler.
Buna karşın, “Hayvanların çoğunlukla yaşadıkları yerin savunulmasıyla bağlantılı olan saldırganlık içgüdüsü savaş değildir. Hayvanların kaynaklar üzerindeki kavgaları sırasında sergiledikleri biçimsel davranışlar bireyseldir. Oysa savaşa giren bir ulusun durumunun bireysel psikoloji ve davranışla ilgisi yoktur. Savaş siyasal bir fırsat yada tehdide verilen siyasal bir cevaptır.” diyor Richard Leakey & Roger Lewin, Göl İnsanları adlı kitaplarında.
İnsanlığın kulaklarımıza sürekli anlatılan tarihi, mülkiyet ve kaynak kontrolünün ortaya çıkışından sonraki kanlı tarihidir. Bizlere anlatılmayan ve tarih öncesi olarak bahsedilen dönemde ise insan milyonlarca yıl boyunca, mülkiyetin olmadığı, dolayısıyla savaşların yaşanmadığı bir dünyada varlığını sürdürmüştü. Bugün dahi “medeni dünyamızın” dışında milyonlarca insan medeniyetimizin tarih öncesi dediği dönemi yaşamaktalar. Bu yüzden bu ayrımı tarihi bir ayrımdan öte, yaşam tarzımızın ve dünya görüşümüzün ayrımı olarak görmekteyim. Bizlerin içersinde yaşamaya çalıştığımız bu “medeni yaşam”, dünya üzerindeki binlerce “yaşamdan” sadece biridir – diğerlerine baskı kurarak yok eden, ve gezegene egemen olan.
Hepsinin ötesinde yaşama karşı saygısı olan insanların, açgözlülük uğruna gerçekleştirilen ve yalnızca kendi türünden canlılarla rekabetinden başka, diğer canlı türlerine karşı da takındığı kanlı ve zorba tutumlara karşı yaşamı savunan ve destekleyen tavırları da yine aynı süreçte her zaman var olmuştur. Savaş yalnızca bir seferberlik durumu olmaktan ötedir. Mülkiyet ve doğal kaynaklar gibi maddi zenginliklerin gölgesinde var olan toplumların savaş üzerine kurulu bir gelenek kurmaları kaçınılmazdır.
Uygarlığın doğuşu savaşı kaçınılmaz bir hale getirdi, öyle ki yerleşik yaşam ve evcilleştirme yalnızca teknolojik değişim değil aynı zamanda dünya görüşünde de değişime sebep oldu. Toprak, kaynakların üzerinde rasgele dağılımı ile herhangi biri tarafından kullanılan bedava bir mal değildi. Belirli alanlara bölünerek, insanların ekin ve sürüleri yetiştirdiği kolektif veya bireysel olarak sahiplenilen bir alana dönüştürüldü. Bu yüzden yerleşik hayat ve yüksek düzeyde kaynak çıkarılması (karmaşık toplayıcılık veya çiftçilik tarafından fark etmez) , önceki toplayıcı topluluklarda çok ender bulunan mülkiyet kavramını ortaya çıkardı. Aşırı kaynak üretimi, mülkiyet kavramından başka günümüz ve yakın zamandaki ideologlar tarafından da üzerinde sıklıkla durulan artı ürün kavramını da yarattı. Böylelikle artı ürün, bir zenginlik kaynağı olarak toplumdaki yerini almış oldu.
Yerleşik yaşam süreklilik ve sabitlik demekti. Kalıcı konutlar ve tarlalar insan aktivitelerini sabit kıldı. Süreklilik genişlemek zorundaydı, daha fazla kaynağın kontrol altına alınması ve nüfusun desteklenmesi gerekliydi. Nitekim gözden kaçırılan, artan nüfusu desteklemek için arttırılan besin üretimi, nüfusun artışına sebep oluyordu. Çevre toprakların fethedilmesi ve üzerinde yaşayanların kontrol altına alınması ve köleleştirilmesi bu dönemlere tekabül eder. Hem sahiplenilen torağın korunması hem de yeni toprakların kendi topraklarına katılması için topluluklar ordulara ihtiyaç duydular. Öyle ki savaşçılar gibi tam zamanlı uzmanların yetiştirilmesi ve beslenmesi için kaynak üretimi yeterliydi, ve yaşamak için gerekenden fazlası üretiliyordu. Elbette, binlerce yıllık süreci iki paragrafta özetlemek başta psikolojik ve sosyolojik olmak üzere bir çok etkenin gözden kaçırılmasına sebep olabilir. Ancak, anlatımın gayet net olarak bazı şeyleri gözler önüne getirebilecek kadar açık olduğunu düşünüyorum.
Esas itibariyle çiftçilik – yerleşik yaşam, uygarlık her ne derseniz deyin – dünya ile olan ilişkimizi, egemenliğin taktiksel bir manevrasına değiştirir. Nesiller boyu dillerden dillere aktarılan hikaye değişir, öyle ki bu diller değişir, dünyamız ve onu algılayışımız değişir... Uyum içersinde tüm diğer canlılarla yaşadığımız ve kaynaklarından faydalandığımız dünyamızı, kaynakların kontrolünü elimizde tutmak için kendi türümüz de dahil olmak üzere diğer tüm türlerle savaştığımız bir savaş alanına çevirir.
İçinizden gelen ses size, sizden farklı bir milletten insanla savaşmanızı söylüyorsa, bu “millet kavramı”dır, sizden farklı bir dinden insanla savaşmanızı söylüyorsa, bu “din kavramı”dır.... Gerçek özünüzden asla böyle bir ses çıkmaz, çünkü özünüz bu tarz kavramları barındırmaz. Gerçek özümüz vahşidir, gerçek özümüz değerlerle kirletilmemiştir. Üzerine yeni değerler eklemeden, birikmiş zehri içinizden dışarı kusun. Bu, yaşamı egemenlik oyununa sürükleyen, kaynak kontrolünü – savaşları – doğuran temel anlamda uygarlığa karşı bir savaştır. “Uygarlığa karşı savaş” mülkiyetçi ve sistematik bir savaş değil, aksine içgüdüsel bir tepkidir. Şimdi ve şu anda yıkımdır!
Şair BerzanKayıt Tarihi : 16.6.2008 15:45:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Önemli Not :
İşbu yazının kaynağı ''www.hayvanozgurlugu.com'' isimli sitenin forum sayfalarındadır.
Söz konusu yazının altında yazarlarını ve kaynaklarını belirtmiş olmama rağmen ya sistem, ya da sayfa editörleri tarafından belirttiğim kaynaklar silinmiştir... / Suçlunun(!) hangisi olduğu konusunda en ufak bir fikrim yok.../ Bu boktan durumun neden olduğundan ve de nereden kaynaklandığından da...
Velhasıl-ı kelâm, durup dururken adımızı hırsıza çıkaracak olması ihtimalinden dahi korktuğum bu durumu ''Yetkili Şair'' olmadığım için düzeltme şansımın da olmamasından dolayı (maalesef) bu yorum kutusu altından yapıyorum...
Yapıyorum; çünki yanlış anlaşılmalara mahal vermemesi adına bu uyarıyı yapmak durumundaydım... //
İzanınıza...
Dostlukla...
Dip Not : Söz konusu yazılara ve tüm kaynaklara yukarıda verdiğim linkten ulaşılabilir.../
B E R Z A N
*
TÜM YORUMLAR (1)