'Aradığını çevresinde bulamayıp da, kendisini okuma-yazmaya veren insanların iç dünyaları için bir site kurmaya çalışıyorum. -Yazar, Ne Yazar- Televizyonda başkalarını hayatını değil, bu gerçek dünyada gerçeği yaşamak isteyenlerin dünyalarını yaratabilmek olmalı amacımız. Haydiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii, bekliyoruz. Grup:
Yazar, Ne Yazar
'Burada zaman zaman aşağıdaki kitaplarımdan alıntılar koyacağım. Ziyaretiniz için saygı öncelikli sevgilerimi sunuyor, teşekkür ediyorum.' -Yüksel Önaçan-
İT'e Düşen Sevgiler(Köşe Yazıları) Çevir Kebap Yanmasın(Köşe Yazıları) Ara Beni, Ölüm Kurtuluşsa(Köşe Yazıları) Emirdağ Üzerine Düşler ve Ümitler(4 şiir-4 öykü) GÖÇ (Roman)
ÖLÜM KURTULUŞSA, ARA BENİ! ... Yüksel ÖNAÇAN Eğitimci Gazeteci-Şair-Yazar
Uzattığın ellerin kaypak avuçlarca tutulup, kanı kuruyuncaya kadar istismar edildiyse ya da boşlukta asılı kaldıysa ve sen kendi güvenini kendi suratında bir şamar gibi hissettiysen, ara beni, birlikte ölelim ölüm kurtuluşsa...
Güvendiğin beyinlere açtığın beynin, şüphe içinde içi kir dolu tırnakları taşıyan parmaklarla deşelendiyse ve sen kendi beyninin ekinin tozundan rahatsızlık duymaya başlayıp çıkmazlar içinde boğuşuyorsan, ara beni, birlikte ölelim ölüm kurtuluşsa...
Ummanlardan hacimli anayüreğin, barındırmaktan haz duyduğun kalıcı canlarca terkedilmişse ve sen yüreciğinin gerçek kanı olan o canları tüm dua, yakarı ve telepatiyle tekrar yüreğini ısıtmaları için üç adım ötene getiremiyorsan; bu özlem beynini yeyip-bitiriyorsa, ara beni, birlikte ölelim ölüm kurtuluşsa...
Sevmeye ve sevilmeye susuz ruhunu ve vücudunu, sevmeye ve sevilmeye susuz olduğuna inandığın bir karşı cinse güvenle ikram ettikten sonra ruhunun ve vücudunun sömürüldüğünü görüp, beyninin de boş bir arı kovanı olduğuna inanıyorsan; ara beni, birlikte ölelim ölüm kurtuluşsa...
Düne kadar sımsıcak bakışlarına titrek meltem rüzgarı gibi karşılık veren dost bildiklerinin bakışı, bugün balık bakışına döndü ve sen insan bildiklerinin insanlıktan çok uzak olduğunu kavradıysan ve bunca zaman onlara verdiğin saniyelerin ömrünü bitirdiğine inanıyor da ölmede çare buluyorsan, ara beni, birlikte ölelim ölüm kurtuluşsa...
Aldatılmışlığın derin acısı gözlerinin önüne tavanda bir ip, mutfakta bir gaz, duvarda bir priz, rayda bir tren, yolda bir kamyon, vadide bir su getiriyorsan ve sen son kararını vermişsen, ara beni, birlikte ölelim ölüm kurtuluşsa...
SEVGİLİLER GÜNÜ’NDE, SEVGİLİLERİME...
Yüksel ÖNAÇAN Eğitimci Gazeteci-Şair-Yazar
Bana, anamdan-bacımdan daha yakınsın. Tüm günüm seninle. Kederimi, neşemi seninle yaşayabilmenin verdiği güven; seni her daim kalbimin üzerinde taşımam, sana ne denli tutkun olduğumu göstermiyor mu? Sana her saniye sahip olabilmek için aşımdan-ekmeğimden kısıntı yapmıyor muyum? Seni atmak istesem de, atamıyorum; kanıma girdin...
Platine boyanmış kadın saçına benzer durumlarını içime çeker, kuğuya benzer boyunu tutar, hurmaya benzer filitreni hep öper, öperim... “-Öyle zor, öyle zor ki, seni içimden atmak...”
Milyonlar verip sahip olduktan sonra seni sokak ortasında bırakıp, yatağıma çekildiğime bakma sevgilim...
Beş çocuğumun mutfak masrafı kadar sana da ayırıp, mideni hep dolu tutmuyor muyum? ...karıma, çamaşıra kullandığı deterjanı yarıya indirmesini, kalanını senin makyajına kullanacağımı söylemedim mi? ...senin tozunu alırkenki hassasiyetimi, başka nerede gördün? Seni bir anahtarla, bir çiviyle çizecekler diye sabahlara kadar uykumun kaçtığını bilmiyor musun? ...
At-avrat-silah üçgenini, araba-avrat-silah olarak değiştirmedim mi? “-Kıskanırım seni ben, sokaktaki çamurdan...”
O kadar çok isim değiştirmene rağmen izini kaybettiremezsin. İsmin Lira, Dolar, Mark, Frank ta olsa peşinden koşacak, nikahıma alacağım seni. Nikahıma aldıktan sonra da seni şişmanlatmak için kendim yemeyecek, içmeyeceğim. Kaybetmemek için de bir ömür boyu sana nikah yapacağım.... “-Aşığım sana, doyamıyorum...”
Üzerinde oturanla kaçıncı nikahını kıydın bilmiyorum. Ama ister hasır, ister meşin, ister maroken ol; ben de sevdalıyım sana...
Şu son sahibinden seni boşandırmak için olmadık çamurlar atacağım. Politikacılara, bürokratlara el oğuşturacak, iştakipçilerini görücü salacağım. Öyle sıcak, öyle hoş kucaklıyorsun ki insanı... “-Vurgunum sana...”
Herkesin aşık olduğu bu sevgililerden bizleri koparıp alacak bir karşıcins var mı? Onlar da aynı aşka duçar olduklarına göre, sevgililer günü, bizler için olmasa gerek... “-Bir tatlı hayal almaya geldik...”
YALNIZIZ
Şu akıp giden insan selinin aceleciliğinin nedenini hiç düşündüğünüz oldu mu? Hatta kendi yaşamınızı günde birkaç dakika olsun değerlendirdiniz mi? Paranın, aşın-ekmeğin, makam ve itibarın, etrafındaki kalabalığın sizi tatmin etmediği için, tutku olmayıp da tutkuymuş gibi sarıldığımız bazı yaşam şekillerimizin altında yatan gerçeği görebildiğiniz oldu mu? ***
Kimimiz dünyaya okumak için gelmişiz gibi okuruz; hep okuruz.
Kimimiz içmezsek yaşadığımızı hissetmediğimizi sanır, hep şişeye sarılırız.
Kimimiz çocuklarımızın vermek istedikleri sevgiyi görmez, görmek istedikleri ilgiyi vermeden alelacele koşar iskambil kağıtlarının, hokey taşlarının başına çörekleniriz.
Kimimiz işimize olması gerektiğinden kat kat fazla ilgi gösterir, çok fazla çalışırız.
Kimimiz üç dernekte görev aldığımız yetmezmiş gibi, dördüncünün yönetimine girmek isteriz.
Kimimiz değişik arkadaş topluluklarıyla değişik günlere katılırız.
Kimimiz dünyaya çocuk doğurmak için geldiğimizi sanır, altı çocuktan sonda yedincisine hazırlanırız. .......................... .......................... * * *
Bu sözde tutkuların çoğunun, hatta hepsinin altında insan olarak ruhen doyumsuzluğumuzun, kendimizi yalnız hissettiğimiz gerçeğinin ta kendisinin yattığını itiraf etmek bizi küçültür mü?
Seyfettin Bey’in şu kalabalık arkadaş grubu arasında attığı kahkahalara bakmayın. Kendisini yalnız hissetmiyorsa, az sonra evine vardığında güvercinleriyle saatlerce yaşamını paylaşması niye?
Aynı şekilde Munise Hamın’ın saatlerce akvaryumun başında oturması?
Kenan Bey’in tüm ilgisini evdeki muhabbet kuşuna vermesi?
Dilek Hanım’ın on sekiz saat örgü örmesi?
Abdullah Bey’in gece yarılarına kadar hiçbir zaman sergilemeyi düşünmediği suluboya resimler yapması?
Yaşamak dururken yaşanılanı ya da yaşanılabiliri yazan yazarların sabahlara kadar tuşlara basması? ***
Yalnızız. Hayatı doyasıya yaşayacağımız bir eş, bir dost bulmak imkansız gibi.
Ama belki de bu yalnızlık duygusu yüzünden insanlar yaratıcı oluyorlar. Yalnızlık duygusunu bastıramayanlar, buluşlarıyla kendilerini tatmin ediyorlar. Tatmin olamayanlar da intiharı seçiyor. Ve bu, gelişmiş kabul ettiğimiz toplumlarda daha çok.
İçimizde hayatı gerçekten hayatmış gibi yaşadığını iddia edebilecek kaçımız var?
Hayat, “Ben yalnız değilim! ” diyebilenler için hayattır. Yoksa çoğumuz kendimizi kandırıyoruz... g8.6.1994
ÖYKÜ
S E H E R
Yüksel ÖNAÇAN
Köyün horozları, kendi aralarında düzenledikleri yarışmada finale kalabilmek için kanat çırpıp öterken, güneş de, jüri başkanı edasıyla Emirdağları’nın arkasından yavaş yavaş yükseliyor, yakacak odun için acımasızca traşlanmış yamaçları bir süre seyrettikten sonra, kahvaltı için yakılan ocaklardan yükselendumanlarla tanışıyordu. Türkmen yatakları içinde bile romatizmalı bacaklarının sızıları geçmeyen ihtiyarlar erkenden kalkmış, duvar dibine oturmuş, içi kıtırlı* sütten oluşan kahvaltılarını beklerken ayakları dibinde eşelenen tavukları bastonları ile kovalamaya çalışıyordu. Tavuklar, kendilerine baston sallayan ihtiyarlara, “ Ne yaptık ki? ..” dercesine, bir o gözleriyle bir diğeriyle anlamaz anlamaz bakıyor, sonra da öfkeli bir “ Gııkkk! ..” çekip, uzaklaşıyorlardı. Güneş, erozyonun kısırlaştırdığı yamaçlara dudaklarını yapıştırır yapıştırmaz köyün minibüsü eksozundan siyah dumanlar çıkararark köyün küçük meydanındaki yerini aldı. Bugün, Bolvadinli’ye, “ Karımın öldüğüne değil, Emirdağ Pazarı’nı kaçırdığıma yanarım,” dedirten ve Avrupalı gurbetçilerin izin ayına rastlayan bir gündü. Minibüs, erken saatlerde birkaç sefer yaparak Emirdağ Pazarı’na yolcu götürecek, geç saatlerde de götürdüğü yolcuları tekrar köye getirecekti... * * * Seher, bir haftadır yapıp biriktirdiği peynir tenekeleriyle yoğurt helkelerini kapının önüne çıkarırken on dört yaşındaki kızı Hasret’i de uyandırdı. Minibüsün ilk seferine yetişmeli ve pazarda iki ayrı sergi açmalıydılar. Yatağında doğrulup gerinen kızının irileşmiş göğüslerindden gözlerini kaygıyla kaçırıp, hemen arkasındaki aynaya döndü. Alelacele tarak vurduğu siyah saçlarına bir atkı atıp, onu da alnından kırmızı bir yemeniyle** bağladı. Türkmenler’e has kıvır kıvır kirpiklerinin altındaki gözkapakları, doyumsuz geçen gecenin sabahında yorgundu. Siyah gözlerinin altından pembeleşerek beyaz boynuna doğru inen yanaklarının çevrelediği iri dudaklarının etrafında erken beliren tazecik birer kırışıklık vardı. Biçimli burnunun kanatları, aynadaki görünmeyene birşey söyleyecekmiş gibi öfkeyle açılırken gözpınarlarından süzülen iki damla yaşı orta parmaklarıyla sildi. Bu silişte, geçmişini de silip-silmeme kararsızlığı, parmaklarının kesik hareketlerinden okunuyordu.
* * *
Minibüs, üç ay önce atılan ‘seçim yatırımı’ asfalt üzerinde ilk yolculşarını pazara taşırken Havva Nine, etrafı kaba taşlarla çevrili bahçesinden çıktı. Bastonu mu O’nu, O mu bastonunu taşıyordu, belli olmuyordu. Sırtındaki kamburu, seksen yılın anılarını saklar gibiydi. ................................................................................................................ * kıtır : gevretilmiş yufka, ekmek, çörek. ** yemeni: kalıpla basılıp, el ile boyanmış tülbent.
Üç ev ötedeki bir bahçe kapısını bastonuyla itti. Bahçeyi saran yaban otları ve kangal dikenleri, güneşin altında ışıl ışıl yanan kırmızı bir otomobille, otomobile binme hazırlığında olan Rıza ile karısı Dudu’yu gizlemeye yetmiyordu. Hoş, onların da gizlenme gibi bir niyetleri yoktu ya... Havva Nine: “- Gız Dudu! .. Teyzeni çiğneyip de nereye gidiyorsun? Belçika’ya gideli başın mı büyüdü! ? ” diye, frekansı düşük sesiyle bağırırken, beli hizasındaki sol eli titriyordu. Dudu, sabah ayazından korunmak için giydiği hırkasının sağ kolunu sıyırırken, dirseğine kadar dizilmiş altın bilezikler, güneş ışığında Havva Nine’nin fersiz gözlerini kamaştırdı. Dudu: “- Vaa! Teyzem, dalgınlığımı hoş gör. Görmedim. Emirdağ’a pazara gidiyoruz da, acelemiz var. Akşam sana gelmeyi düşünüyorduk; hiç seni unutur muyum? ..” deyip, teyzesinin elini öptü. Havva Nine’nin sık sık yaladığı ince dudaklarının gerisinden dişsiz ağzı gözüküyordu. “- Öyleyse yolunuzdan alıkoymayım. Benim senden bir isteğim olacak. Torunum Osman’ı evlendirip, Avrupa’ya salalım, diyoz. Sürmeli Elif’le senin aran iyiymiş. Pazarda görürsen hele bi sor; kızını bu ay gelin etmeyi düşünüyor mu? ..” “- Seki Yaylası’nda koyunlar kuzlar, onbeş bin Euroya çıktı permili kızlar. Basarsınız başlığı, alırsınız kızı..” “- Kız sen bizi Çöp Mehmetler mi sanıyorsun? ! O kadar para bi araya gelir mi? ” “- Teyze, şimdi kızı olan Avrupalılar, çürük dişlerinde çir bulmuş* gibi sevindirik delisi oldular. Geçenlerde Kaufhof’ta Sürmeli’yle beraber alış-veriş yaparken Karacalarlı Hatçe yanımıza geldi. Oğluna Sürmeli’den kız istedi. Sürmeli’nin öfkesini bir görecektin! .. ‘Gedeler** azgın olur, çalımı düzgün olur; gedelere kız veren kızından bezgin olur! .’ deyip, Hatçe’yi al al yuyup, mor mor serdi***. Avrupalılar’ın adları büyük, dişleri kovuk****. Hem Avrupa’ya giden kız olsun, oğlan olsun, mutlu olamıyor. Oğlunuz Emirdağ’da sebze satsa karnını doyurur. Eskisi gibi Avrupa’nın tadı kalmadı.” “- Sap kabarır, sahibi kubarır*****. Sen hele Sürmeliyi gör, konuş. Bilirsin, bu işleri kadınlar görür. Gölgede duranın gölgesi olmaz******. Bizim istediğimizi biraz duyur sen hele.” “- Konuşayım ama pek umutlanmayın.” Havva Nine, Dudu’nun değişmiş ve kendisinden çok uzaklaşmış olduğunu sezdi. O’nun arkası açık ayakkabılarının noktaladığı çorapsız bacaklarına bakarak: “- Topuğunun yarığına karınca saklanıyordu; Belçika’ya gideli topukları cıgara kağıdına dönmüş,” diye düşünmekten kendisini alıkoyamadı...
* * * Gerek Emirdağ’ın, gerekse köylerinin nüfusu yurdun ve Avrupa’nın çeşitli yerlerine iş kurmak ya da bulmak için gidenlerden dolayı, yılın on bir ayı azdı. Pek çok köyde kalıcı veya geçici göç, okulları kapatmıştı. Yedinci ay, Anadolu esnafının ‘Gâvurcu ayı’da dediği, gurbetçilerin izin ayı geldiğinde gurbettekilerin en az yarısı dönüyor, emlak alıyor, düğün yapıyor, bol para harcıyor, birbirlerine otomobilleri ya da kollarındaki bileziklerle hava atıyordu. İlçe ve komşularının esnafları, hesaplarını bu ay için, ‘gâvurcu ayı’ üzerine yapıyordu. Bu Salı günü de otomobiller cadde ve sokaklara gelişigüzel park edilmiş, sürücü ve yolcuları alış-veriş için pazara dağılmıştı. Eskisi gibi değil, yabancı plakalı otomobillerden ............................................................................................. * çürük dişte çir bulmak (deyim) : değersiz bir şeyin birden değer kazanması ** gede : aç, yoksul *** al al yuyup, mor mor sermek (deyim) : muhatabı suçlamak, mahçup etmek **** sap kabarır, sahibi kubarır (deyim) : gereksiz yere gösteriş, naz ***** gölgede duranın gölgesi olmaz (deyim) : ağlamayan çocuğa meme verilmez Bu Salı günü de otomobiller cadde ve sokaklara gelişigüzel park edilmiş, sürücü ve yolcuları alış-veriş için pazara dağılmıştı. Eskisi gibi değil, yabancı plakalı otomobillerden çok, yerli plakalı otomobiller vardı ve bunların hemen hepsi Avrupa’dan izine gelen işçi ve patronlarındı. Gurbetçiler, Yugoslavya’daki değişimden dolayı otomobille değil, genellikle uçakla gelir-gider olmuşlardı. Buradan da bir otomobil alıyor, izin süresince kullanıyor, sonra da garajlarına kapatıp, gidiyorlardı. Temmuz güneşi, bir köşeye atılan kavun kabuklarını kıvırırken, birbirleriyle karşılaşan tanıdıklar, ya kahvede, ya da ayaküstü sohbet edip hasret gideriyorlardı. Gurbetçiler, hayatın tüm yükünü Kapıkule’de, ya da havalimanlarında bırakmış gibi mutlu, hem de çok mutluydular...
* * *
Seher, yoğurt pazarının bir köşesine yaydığı mallarına müşteri beklerken, gelip-geçen gurbetçi kadınları gözlüyor, ara sıra iç geçiriyor, isyankâr bir çığlık atmamak için dudaklarını sıkıyordu. Kocasının bir Belçikalı kadınla anlaşmalı evlenebilmesi için rızasıyla boşandığını, O’nun Belçika’da işçi olmasına rağmen kendisini ve kızını nasıl olur da dokuz senedir aramadığını hazmedemiyordu. İşçi olunca kendisiyle tekrar evleneceğine ve kendilerini Belçika’ya götüreceğine söz verdiği o geceyi garip bir özlemle anımsıyor, içi acı ve öfkeyle doluyordu. Komşularının dediği gibi, boşanmadan önce bir güvence almalı mıydı gerçekten? .. Ama sevgiden öte güvence mi olurdu... “- Bu helkeye ne diyorsun? ” İrkildi. Gözlerindeki nemi, birkaç kez açıp-kapadığı gözkapaklarıyla içti. Köylüsü, Dudu’ydu. Kızlıklarından beri anlaşamıyorlardı. Aklına ilk gelen rakamı söyledi: “- Dört milyon.” “- Git bacım vaa! .. Avuç içi kadar helkeye bu kadar para mı olur! ? ” “- Burnuma sinek kaça kaça ineklerin altına çömüyorum. Hazır ayağınıza şu yoğurt geliyor da, kıçınızı-başınızı oynatıyorsunuz! ” “- Gir kız öte; Avrupa’da parayı sokaktan mı süpürdüğümüzü sanıyorsun? Sorup-soracağıma pişman ettin! Yoğurt mu yok! ? Ihı, köpeğe dök! ” “- Ot iki çatal iken kıra çıktıydım. Sıcak odanızda oturduğunuz değil.” “- Avrupalılar gidince yüzünüze bakan olmaz! Ne başınızı büyütüyorsunuz! Yarın köpek yemez yoğurdu! ..” “- İt gursağı tereyağı kaldırmaz! Gir; başım götürmüyor...” “- Kız kıçı eğri, şemiği kirli, duluğu bitli! Kimi kovuyorsun sen? ! ” “- Kız sen yoğurdu ne yapacaksın! ? Anadan karaya yuma ne desin, anadan kuruya yeme ne desin! ? .” “- Aklın böyle olduğuna elindeki kocayı Belçikalı’ya kaptırdın! Öl arından öl; kara yere gelesice! * Bu sözle, protokol evliliği de olsa, kocasının evlenmesine izin verdiği için pişmanlık gözyaşları döken Seher’i can evinden vurmuştu. Söyleyeceği kakınçlar**. boğazına dizilip kalırken, hasmına ‘başıma gelen, başına gelir inşallah! ..’ dercesine baktı. Dudu, bu sessiz ama etkileyici bakışların altında ezildi, eridi ve yavaşca kalabalığın arasına karıştı. Sürtüşmeyi yakından izleyen yaşlıca bir kadın, arkasından: “- Çalımınız taş yarıyor, çakıldağınız baş yarıyor,***” dedi. ................................................................................................. * yaşı yere gelesice (beddua) : ölesice ** kakınç : hasmı aşağılayıcı sözler söylemek, suçlamak *** çalımı taş yarmak, çakıldağı baş yarmak (deyim) : gereksiz davranışlarda bulunurken başkalarına da zarar vermek.
Ne var ki, yaşlı kadının Seher’e arka çıkması, Seher’in yılgın, pes etmiş gözlerinden yaşların boşalmasını engelleyemedi...
* * *
Yirmi adım ötedeki sebze ve meyve satıcılarının avazları, sıcaktan bacaların gölgesine sığınmış güvercinlerin uyuklamalarını engelliyemiyordu. “- Domatees! Üç kilo bi milyon! .” “- Bursa şeftalisii! ..” “- Kesmece bunlaar! ..” Güneş, tüm gölgeleri cüceleştirdiğinde Hasret, boş helke ve tenekelerle anasının yanına geldi. Bir tenekeyi ters çevirip, üzerine oturdu. Rengi solmuş fistanının cebinden bir tomar para çıkarıp, anasına uzatırken: “- Hepsini sattım ana; bene o yeşil elbiseyi alırız artık.” Seher, paraları gelişigüzel cebine sokarken, diliyle dişi arasından: “- Olmaz,” dedi. Hasret, hırçınlaşarak: “- Asılıp öleyim de, kurtulayım bari,” diye sitem etti. Sabahki münakaşadan dolayı zaten canı burnunda olan Seher: “- Yelli günde asılasıca; ne duruyorsun? Çabuk olda ikindi namazına kaldıralım,” diye, kızgın bir kaz gibi tısladı. Hasret, anasının bu kadar acımasız olduğunu o zamana kadar görmemişti. Başını kaldırıp baktığında anasının yüzünün kirli yeşil bir hâl aldığını gördü, korktu. Yeşil elbise birdenbire aklından çıkmıştı.
* * *
Kalabalık, alıp-satma zevkinin doyumuna ulaşıp, arkasında bir sürü atık bırakıp, Pazar yerini boşaltmaya başladığında onlar, köy minibüsüyle yol alıyorlardı. Beyninin yürüttüğü mantıkla, - ki; çoğu kez böyle durumlarda başkaları mantık yürütür,- Seher’in yüreği yumuşamış, kızına istediği elbiseyi almıştı. Şimdi Hasret, elbiseyi kırışmaması için dizlerinin üzerinde taşıyordu. Genç şoför, iç dikiz aynasının üzerine yerleştirilmiş radyoyu açtı. Kulaklara çarpan müzik, ağızları kapattı. Günün kaygı ve yorgunluklarının keskinleştirdiği yüz çizgileri yumuşadı. Bazı dudaklar tebessümle gerilirken, bazıları da müziğe eşlik ediyordu:
“- Evlerini önü yoldur, yoldan geçen karakoldur, Kurban olam topak gelin, gel testini bizden doldur; Al Fadimem, bal Fadimem, yanakları gül Fadimem, Uyan uyan sabah oldu, namazını kıl Fadimem...”
Bu, yörenin yurt dışına taşmış türküsüydü ve Emirdağlılar, bu türküyü ne zaman duysalar havas* olduklarını anımsarlardı. Şoför, aynadan ana-kızı dikizlerken: “-...Bravo şu Seher’e. Sağlıklı, güzel. Dokuz yıldır adı çıkmadı. Oysa çoğunun kocası askere gittikten üç ay sonra adı çıkıyor.. Hasret de pek güzel oldu. Bir elbir** gönder- ............................................................................................... * havas olmak : sevmek, âşık olmak ** elbir : arabulucu, çöpçatan
sem de, gözü açılmadan gönlünü çalsam iyi olacak. Atalarımızın, ‘kenarına bak bezini, anasına bak kızını al,’ sözü boşuna olmamalı,” diye, düşünüyordu. Seher’in düşünceleri de kızı üzerineydi: “-...Gün geçtikçe serpilip-güzelleşiyor. Televizyon kanalları çoğalalı ben bile bazen neyin doğru, neyin eğri olduğunu şaşırır oldum. ‘Civcili kuşlar, gördüğünü işler.’ Hasret gibilerin aklı bir karış havada olur. Televizyon dizilerindeki birisini örnek alıp da bir yanlışö yapmadan, yolu yolsuza çatmadan, helâl süt emmiş birisi istese de, başgöz etsem...”
“- Al Fadimem Gürcü müsün, sen yaylanın burcu musun, Kurban olam sarı gelin, sen kötünün harcı mısın; .................................................... ....................................................
Ve minibüs, yol kenarında otlayan koyunların rahatsız olmalarına aldırmadan, son sürat köye gidiyordu...
* * *
Dünün orman köyü, bugünün dağ köyü, sanki kendisi Emirdağ Pazarı’na gidip-gelmiş gibi, iki vadinin arasına yorgun-argın oturmuştu. Sığırtmacın köyün alt tarafından sürüp getirdiği inekler, köyün düzensiz sokaklarına dağılmış, sonra da herbiri ahırlarındaki yerlerini almış, bir kadın ya da kızın elleriyle sağılmayı bekler olmuşlardı. Güneş, göreceklerini görmüş, Adaçalı’nın üzerinden aşıp gitmişti. Hasret, anasının burnunun bulut çizdiğini* sezmiş, kendisini yeşil elbiseyle aynaya kopyalarken O’nu konuşmaya zorlamak için espriler yapmıştı. Ama Seher, üç ineği sağıp, sütleri kaynatıp, yoğurtları çalarken** ağzını açmamıştı.
* * *
Hasret, ay ışığının aydınlattığı odadaki yatağında kendisini yeşil elbisesiyle bir düğün alayının ortasında hayâl ederken, yanında yatmakta olan anasının bu zamana kadar hiç duymadığı kesik iniltiler çıkardığını duydu. Anasının tavana doğru kalkıp inen kolları, kasıklarına doğru çekilip sonra da üzerindeki ince yorganı yay gibi fırlatan bacakları O’nu korkuttu. Anasının kâbus gördüğünü zannederek, “ Ana, ana! ..” deyip, yavaşca omuzundan sarstı. Anasının inleme ve sert dirsek darbesinden sonra kalktı, elektriği yaktı. O’nun bir kasılıp bir gevşeyen vücudunu, yuvasında dönen gözlerini örtmeye çalışan yarı açık gözkapaklarını görünce paniğe kapıldı. Tekrar, “ Ana, anaa! ..” diye, bağırdı. O’nun sımkısı yumruk olmuş ellerini görünce de, beyaz geceliğinin üzerine birşey almayı düşünmeden telaşla evden çıktı. Hasret’in beyaz geceliği, iri ayva büyüklüğündeki göğüslerini ay ışığından gizlemekte zorluk çekerken Seher, krizin kollarında çırpınıyordu...
* * *
Rıza, dün eşekle geliip-gittiği bu yoldan şimdi gıcır gıcır bir otomobille gelip-gidiyor olmasına şükrederken, böyle zora düşmüş zavallı köylüsünün imdadına yetişmiş olmaktan da haz duyuyor, ön koltukta Hasret’i, arkada Seher ve karısı Dudu’yu taşıyan otomobili hiç ................................................................................................ * burnu bulut çizmek (deyim) : sinirlerinin gergin olmasından dolayı olay çıkarmak için bahane aramak ** yoğurt çalmak: sütü yoğurt olması için mayalamak
acele etmeden köye doğru sürüyordu. Yolcularına birer çikolata ikram ettikten sonra, kasetçalara bir kaset itti:
“- Meşeler güvermiş varsın güversin, Söyleyin huysuza durmasın gelsin, Varmasın kötüye asılsın ölsün, Kötü adamın var ömrünü yok eder...”
Seher’in vücudu, devlet hastanesi nöbetçi doktorunun yaptığı iğne ve içirdiği bir sıvıyla gevşemiş, beyni de yaşamı pek ciddiye alan çalışırlığını bırakmıştı. İki kadın gözgöze geldiklerinde bir an gözlerini kaçırmışlar, sonra da gözyaşları birbirine karışmıştı. Bu, sebebini kendilerinin de bilmediği aralarındaki buzların eridiğinin göstergesiydi. Şimdi Seher, kendisini Dudu’nun ihtimamına bırakmış, O’nun kolonyayla alnına, şakaklarına masaj yapmasından, göğüslerini oğmasından derin haz alır olmuştu. Dudu, Hasret’in: “- Anam çok hasta; doktora gitmesi gerek! .” Diye, bağırarak odalarına girmesinden bu yana suçluluk duygusu altında ezilmekteydi. Seher’in doktora varıncaya kadar şuurlu mu, şuursuzca mı söylediği belirsiz, “Gâvur karısına ben kaptırmadım, kendisi kapıldı,” sözcüklerini tekrarlayıp drması Dudu’yu kahrediyordu. Kendisini affettirmek için sözcüklere sığındı: “- Kocana o kadar da kahretme. Avrupa’nın binbir türlü hâli var. Kimbilir, iş mi bulamadı, bir eroin şebekesinin eline mi düştü, yoksa hastalandı mı? .. Belki üç kuruşu bir araya getiremedi. Öyle olunca da sizi aramaya yüzü olmadı. Avrupa’da para aslanın ağzında. Para arttırmak çok zor. Bakma sen bizim otomobille gelip, har vurup harman savurduğumuza. Çoğumuz bankadan kredi çekip geliyor, geri ödemek için de bir sene çalışıyoruz. Başında bir hâl olmasa mutlaka arardı kocan. Ama sen kaygılanma; izin dönüşü O’nu arayıp, bulacağız. Değil mi Rıza! ? ” diyor, iyi niyetini kocası da vurgulasın istiyordu. Rıza, bir an aynadan iki kadının birbirine karışmış siluetlerine bakıp: “- Kanım altıma aksın* ki varınca ilk işim kocanı bulmak olacak. Zaten izi belli. Fransa’da görmüşler. Bize güven sen. Değil mi kız! ? ” diye, umut dağıttı anayla kızına... “- Sanki kızımızın adını Hasret koymakla geleceğimizi çizmişiz,” diyen Seher’in sesi, yuvasında dönmekte olan kasetin sesi arasında kayboldu.
“- Emirdağı bir geçmeyle yol olmaz, Altın yere düşmeyinen pul olmaz, Bir güzelle bir gecelik yatmayla, Adı çıkar ama kendi dul olmaz...”
Rampa çıkmakta olan otomobilin farları ufku tararken, Seher’in umutları da otomobilin ışıklarıyla birlikte uzuyor, uzuyordu. Lâcivert gökyüzündeki yıldızlar, çaresizin yemekle bitmeyen tek ekmeğinin umut olduğunu bilirmiş gibi, göz kırpıyordu... .......................................................................................... * kanı altına akmak (beddua-yemin) : kazaya uğrayıp yaralanmak
ARKADAŞLIK
Her yeni tanıştığımız insan, maaşlara yapılan zam gibi, yarınlar için bize günlerimizin daha iyi değerlendirilmesi için umut verir.
Her iki taraf da, birbirlerine sevecen ve güvenle bakar. Güvenilir, başkalarını aratmayacak bir karakterde olduklarını birbirleriyle yarış edercesine sergilerler.
O yaşa kadar edindikleri iyi alışkanlıklar, kültür, sosyal ve ekonomik durum yeni arkadaşlıklara sermayedir... ***
Mahalle arkadaşı, okul arkadaşı, asker arkadaşı, iş arkadaşı olur ama arkadaşlığı olmaz. O mekanlarda arkadaşlık kurulduysa kurulmuştur. Kurulmadıysa –tanışmışlık- söz konusudur. –Arkadaşlığı- sözcüğünü, arkadaşın anlamını tam olarak kavrarsak, yanlış kullanmakta olduğumuzu anlarız.
Birarada çalışmak ve yaşamak zorunluluğunda olan kişilerin arasında arkadaşlık doğabilir ama o mekandaki tüm kişiler birbirleriyle arkadaş değildir. Sadece aralarında iş ilişkileri veya aynı mekan ve eşyaları kullanıyor olmaktan dolayı bir ilişki vardır. Buna –arkadaşlık demek, arkadaşlığı hafife almak olur. ***
Arkadaşlıkta sevgi, hayranlık ve arkadaşı koruma durumu söz konusudur. Çocuğun elinde karpuz kabuğu, dilinde çamur olduğunu görmekteyiz. Bu malzemeleri de birlikte yaşadığı insanlar için kullanacaktır ki, bu günümüzde rakibi altetmenin, ya da kendimizi yükseltebilmenin en önemli öğelerinden sayılır. ***
Günümüzde, bilhassa büyük şehirlerde temeli atılmak istenilen arkadaşlıklar yapılaşma şansı yakalayamamaktadır. Üç gün, beş gün birkaç saat birliktelik ölümsüz bir arkadaşlık doğacağı hissini verir bize. Bu his, ölümsüz bir arkadaşlığa özlemimiz olmasından doğmaktadır. Ne var ki, bu kısa zamanı çeşitli etkinliklerden dolayı uzatamayız ve arkadaşlık doğmadan, tanışıklık olarak kalır. Ama biz, o birkaç saat tanıdığımız insanın sözü açıldığında: “İyi arkadaşımdır” diye kendimizi öne atmaktan kaçınmayız. ***
Tanışılmış bir kişiyi arkadaş olarak kabullenivermek günümüz insanının arkadaş olmak ve arkadaş bulmaktan ne kadar uzak ama özlemini çeker olduğunu göstermektedir.
Oysa arkadaşlık kavramı takvimden birkaç yaprak değil, takvimin ta kendisidir...
Bir Başka İlan:
MİLLETVEKİLİ ADAYLARINA SEÇİM NUTKU YAZILIR Milletvekili adaylarına partilerinin imajları doğrultusunda seçim nutku yazılır. Kazananlardan diyet borçları istenir. Kazanamayanlara parti liderlerine nasıl eloğuşturmaları gerektiği öğretilirya da estetik yapan bir operatör tavsiye edilir.
Yüksel Önacan Emekli Okul Müdürü
YARINKİ AYDINLIK TÜRKİYE’DE BU ZAMANA KADAR KARANLIK İŞLER ÇEVİRMİŞ SÖZDE İŞADAMLARI, POLİTİKACI ve KAMU ÜST DÜZEY YETKİLİLERİNİN FOYALARININ MEYDANA ÇIKACAĞI KAÇINILMAZDIR. KARANLIK İŞLER ÇEVİRDİKLERİNDEN DOLAYI KARANLIKTA (yani geceleri) UYUYAMAYAN BU DENLİ KİŞİLERE ŞİMDİDEN LASTİKLİ KELİMELERLE SAVUNMA YAZILIR VE RAHATÇA UYUMALARI SAĞLANIR. GÖTÜRÜLEN MALIN AĞIRLIĞINA GÖRE ÜCRET ALINIR VE FATURA KESİLMEZ.
Yüksel Önacan
TOPACIMI İSTERİM
Yüksel ÖNAÇAN
Tahta okul çantalarımızı, o zaman oldukça bol olan oyun alanlarından birisinin ortasına yığar, topaçlarımızla(‘ayı’ derdik) iplerini sakladığımız bir yerlerden çıkarır, hava kararıncaya kadar çevirir, çevirirdik. Topacı olmayan arkadaşlarımız ertesi gün okulda şikayetçi olurlar, her nedense yasak olan bu meşgalemizi öğretmenimiz tek tek cebimizden bizzat çıkarır ve okul müdürüne teslim ederdi. Avuçlarımıza iki cetvel vurmayı da unutmazdı. Bakkallarda bir sandığın içerisinde satılan topaçlar genelde ‘kabaralı’ ve etrafı pembe-yeşil-sarı boyalı olurdu. Amca ve ağabeylerinden ilgi gören şanslılarımız bu kabaraları söktürür, yerine sivri bir çivi çaktırırdı. Topaç çevirmek hüner isterdi. Deneme-yanılma yoluyla bir hayli uğraşır ve gerekli yeteneği kazandıktan sonra, yerde dönmekte olan topacı, orta ve işaret parmaklarımızı kullanarak, hoop, avucumuza alıverirdik. Açık ve teknoloji kokusundan uzak temiz havada yüzlerce kez çevirmek için fırlattığımız topaç sayesinde kol kaslarımız herhalde kuvvetlenirdi.
Çarşamba ve Cumartesi öğle sonları, pazarları da tümden okul olmadığından, topaç, uçurtma, misket (buna da ‘bilya’ derdik) , ve çember, bizim kopmaz parçalarımızdı. Açık havadaki bu haraketlilik yediğimiz besinleri sağlıklı bir şekilde vücudumuza yaktırır, senede bir okulda yapılan aşılar sayesinde (o gün okuldan kaçmazsak) yatağa düşmezdik. Bazan renkli kağıt, çoğu kez de gazete kağıdından, yapıştırıcı olarak hamur kullanılmış uçurtmalat, rengarenk ipliklerimizin elverdiği oranda gökyüzüne süzüldüğünde, bazan yumurtalı, bazan haşhaş yağlı, bazan da şekerli dürümlerimizi ısırırdık. Ve doymak bilmezdik; yanaklarımız pancar pancar yanardı...
Günümüz çocukları topacı kitap ve dergilerden tanıyor. Öğretmenler, “Öğretmenim, Hasan misket oynuyor; dersini yapmıyor,” diye şikayet almıyor. Kaç bahar, kaç sonbahar geçti; gökyüzünde bir tek uçurtma göremedik. Birinci sınıf çocuğu, ‘Çetin, çember çevir.’ fişine yapıştırılmış, sadece çember çeviren çocuğa ait zannediyor çemberi. Ve aslını hiç görmedi; göremeyecek de...
Günümüz çocuğunun daracık odalarda oynayabileceği oyuncakları var, ağırpahalı. Günümüz çocuğunun bir koltuğa tüneyip, saatlerce başını üzerine eğdiği tetrisleri var. Günümüz çocuğunun, babasının-anasının içtiği sigaranın dumanları arasında da oynayabileceği atarileri var. Günümüz çocuğunun, kendisini dört duvar arasında oynayabilme olanağı sağlayan zengin ana-babaları var. Günümüz çocuğunun yediği pek çok besin değeri yüksek yiyeceği var ama yanakları pancar pancar yanmıyor. Ve günümüz çocuğunun bol doktoru, bol ilâcı var. Onun için topaca, miskete, çembere, uçurtmaya hiç mi hiç ihtiyacı yok(!) . Ama ben, topacımı isterim...
(Göç romanı başlangıcı)
Ben, bizleri başı çobansız koyun gibi göçe zorlayanlara: “Gözünüz önünüze baksın e mi! ..”* diyorum; ve bu romanımı, gurbeti terleriyle, yollarını kanlarıyla, yurtlarını paralarıyla sulayan, elleri, alınları öpülmeye değer, sıla hasretiyle yanan gurbetçilerime ithaf ediyorum. YÜKSEL ÖNAÇAN
*Bu deyimin aslı: “Gözün önüne aksın e mi? ” dir.
(G Ö Ç'ten alıntı)
1. BÖLÜM
BERİ YAKA / 1 Ben gurbette değilim, gurbet benim içimde...”
Otomobili okul kitaplarından tanıyan yedi-dokuz yaşlarındaki kız çocuğu, kerpiç duvarın gölgesine oturup, çaputtan bebek yapmaya çalışırken kulakları alışık olmadığı bir ses duydu. Gözleriyle önce gökyüzünü, sonra köyün engebeli yollarını taradı; bir şey göremedi. Anası, çamaşır kazanından bir sopayla buhar tüten çamaşırları çıkarıyor, geniş bir taşın üzerine koyup, tokaçlıyor, sonra da ağaç gövdesinden oyma çamaşır teknesinde kilin yıprattığı elleriyle ovuyor, ve kazana biraz daha kil atıp-atmama kararsızlığında, terliyordu. Geçim zordu köy yerinde ve her şeyi idareli kullanmalıydı. Kız, az önce duyduğu sesin sürekliliğine dikkat kesilip, ayağa kalktı. Sesin yönü belliydi. İlçeden yana toz bulutunu arkasına takmış, göz kamaştırıcı birşey geliyordu. Sesin kaynağı oydu: “Düüt! .. Düüüüt! ..” Kız, elindekileri fırlatıp: “Anaa, otomobile bak! ” diye bağırıp, çıplak ayaklarıyla köyün içine giren ve kesik kesik devamlı korna çalan otomobile doğru koştu. Ahır temizleyen, kümesten yumurta toplayan, avlusunu süpüren,,yufka yapan, çamaşır yıkayan, tırpanını bileyen, ilâh... insanlar, çocukların ardı sıra köyün küçük meydanına doğru ilerledi. Başıboş bir eşek,köylünün bu telaşını anlamak istercesine, ağnanmakta olduğu toza dönüşmüş topraktan kalktı, kulaklarını dikerek yeşilin etrafında çoğalmakta olan insanlara baktı. 1961 yılında İş ve İşçi Bulma Kurumu kanalıyla Almanya’ya giden kırk altısı kadın bin dört yüz yetmiş altı işçiden biri olan Osman, köyüne, Demirçili’ye izine gelmişti. Yeşil otomobili toprak damlı taş duvarlı evinin önünde durdurdu. Kapının eşiğinde oturmakta olan karısı,şaşırarak yavaştan ayağa kalktı. Önce ağzı açıktı; sonra alt dudağını ısırdı. Kollarını göğüslerinin üstüne sardı; öylece kalakaldı. Başında kirli bir yaşmak, üzerinde rengi atmış bir elbise, altında soluk kırmızı bir don vardı. Ayakları, güneşten bileklerine kadar yanmış, topukları çatlaktı. Yirmi beş yaşındaydı ve çocuğu yoktu. Osman, –başında tüylü fötrü– indi. Karısına gülümseyerek kısa bir göz attıktan sonra, çevresini saran köylüleriyle kucaklaşmaya başladı. Üç yıl, tam üç yıl bu anı beklemişti. Otomobilin sağ koltuğundan, gazete kâğıdından yapılma bir kesekâğıdı aldı. İçindekileri avuç avuç etrafına saçtı. Çocuklar koşuşup, kapıştılar. Kabuklu fıstık, elvan ve kâğıtlı şeker. Evin gölgesine hasırlar serilirken, yeşil otomobilin eksoz deliğine kadar incelemesi yapıldı. Çaylar, ayranlar içildi. Bu arada köy bekçisi bir koyun boğazlıyor, evin hanımı iki genç kızın yardımıyla büyükçe bir cıngıllıyı* bulgur pilavı yapmak için hazırlıyor, Osman köy bekçisine otomobilin anahtarını uzatarak: “Arabanın arkasında helva tenekeleri var; indir.” diyor, sonra.da ‘ORADAN’ anlatıyor, anlatıyordu. Kalabalığa sigara uzatıyor, iki yaşlının dışında kimse sigara almıyor, alamıyordu; çünkü büyüklerin yanında sigara içmek ayıptı. Bekçi, anahtarı Osman’a uzatarak: “ Deliğini dek getiremedim, açılmıyor.” dedi. Bu söz ihtiyarlarla Osman’ı kahkahaya boğdu. Gençler kızardılar ama daha sonra, yıllarca bu günü ve sözü hatırlayıp, güleceklerdi. Geç vakte kadar yenildi, içildi. Osman, yatsı ezânının okunup okunmadığını sordu bekçiye. Bekçinin yerine ihtiyarın biri cevapladı: “ Köy küçük; kırk kile buğdaya kimse imam durmak istemiyor.” “ Eksiğini ben tamamlarım. İmamsız köy mü olurmuş? ! ..” diye parladı. Arkasından da kalktı; köylülerinin yardımıyla bagajları indirip, eve soktular. Kızlar evin hanımına bireyler söyleyip fingirdiyor, o ise: “ Susun edepsizler, bir duyan olacak.” diye onları güyâ azarlıyordu. O zamana kadar Osman gibi evini barkını bırakıp da gitmeyi hiç düşünmeyen köyden bazıları, yatağa girince o gece: “ Hıı kız, ben de mi gitsem ki? ..” der oldu. Ve çok evde, yatakları odanın diğer köşesine serilmiş geceyatmazlar, analarından önce atıldılar: “Hee baba, sen de git! ” Analar düşünceli, çocuklarını sertçe uyarıyordu: “ Daha zıbarmadın mı? ! Sabah goyunları sen götüreceksin; uyu galik! ..” Tüm köyde, yeşil otomobille birlikte, Avrupa’ya gitme ............................................................................................. * cıngıllı: yemek pişirmeye yarayan kalaylı bakır tava arzusu yeşermişti. Yeşil otomobil, ayışımı altında, içi su dolu küçük bir havuz gibi parlıyordu.
'Aradığını çevresinde bulamayıp da, kendisini okuma-yazmaya veren insanların iç dünyaları için bir site kurmaya çalışıyorum. -Yazar, Ne Yazar- Televizyonda başkalarını hayatını değil, bu gerçek dünyada gerçeği yaşamak isteyenlerin dünyalarını yaratabilmek olmalı amacımız.
Haydiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiiii, bekliyoruz. Grup:
Yazar, Ne Yazar
'Burada zaman zaman aşağıdaki kitaplarımdan alıntılar koyacağım. Ziyaretiniz için saygı öncelikli sevgilerimi sunuyor, teşekkür ediyorum.' -Yüksel Önaçan-
İT'e Düşen Sevgiler(Köşe Yazıları)
Çevir Kebap Yanmasın(Köşe Yazıları)
Ara Beni, Ölüm Kurtuluşsa(Köşe Yazıları)
Emirdağ Üzerine Düşler ve Ümitler(4 şiir-4 öykü)
GÖÇ (Roman)
ÖLÜM KURTULUŞSA, ARA BENİ! ...
Yüksel ÖNAÇAN
Eğitimci
Gazeteci-Şair-Yazar
Uzattığın ellerin kaypak avuçlarca tutulup, kanı kuruyuncaya kadar istismar edildiyse ya da boşlukta asılı kaldıysa ve sen kendi güvenini kendi suratında bir şamar gibi hissettiysen, ara beni, birlikte ölelim ölüm kurtuluşsa...
Güvendiğin beyinlere açtığın beynin, şüphe içinde içi kir dolu tırnakları taşıyan parmaklarla deşelendiyse ve sen kendi beyninin ekinin tozundan rahatsızlık duymaya başlayıp çıkmazlar içinde boğuşuyorsan, ara beni, birlikte ölelim ölüm kurtuluşsa...
Ummanlardan hacimli anayüreğin, barındırmaktan haz duyduğun kalıcı canlarca terkedilmişse ve sen yüreciğinin gerçek kanı olan o canları tüm dua, yakarı ve telepatiyle tekrar yüreğini ısıtmaları için üç adım ötene getiremiyorsan; bu özlem beynini yeyip-bitiriyorsa, ara beni, birlikte ölelim ölüm kurtuluşsa...
Sevmeye ve sevilmeye susuz ruhunu ve vücudunu, sevmeye ve sevilmeye susuz olduğuna inandığın bir karşı cinse güvenle ikram ettikten sonra ruhunun ve vücudunun sömürüldüğünü görüp, beyninin de boş bir arı kovanı olduğuna inanıyorsan; ara beni, birlikte ölelim ölüm kurtuluşsa...
Düne kadar sımsıcak bakışlarına titrek meltem rüzgarı gibi karşılık veren dost bildiklerinin bakışı, bugün balık bakışına döndü ve sen insan bildiklerinin insanlıktan çok uzak olduğunu kavradıysan ve bunca zaman onlara verdiğin saniyelerin ömrünü bitirdiğine inanıyor da ölmede çare buluyorsan, ara beni, birlikte ölelim ölüm kurtuluşsa...
Aldatılmışlığın derin acısı gözlerinin önüne tavanda bir ip, mutfakta bir gaz, duvarda bir priz, rayda bir tren, yolda bir kamyon, vadide bir su getiriyorsan ve sen son kararını vermişsen, ara beni, birlikte ölelim ölüm kurtuluşsa...
SEVGİLİLER GÜNÜ’NDE, SEVGİLİLERİME...
Yüksel ÖNAÇAN
Eğitimci
Gazeteci-Şair-Yazar
Bana, anamdan-bacımdan daha yakınsın. Tüm günüm seninle. Kederimi, neşemi seninle yaşayabilmenin verdiği güven; seni her daim kalbimin üzerinde taşımam, sana ne denli tutkun olduğumu göstermiyor mu? Sana her saniye sahip olabilmek için aşımdan-ekmeğimden kısıntı yapmıyor muyum?
Seni atmak istesem de, atamıyorum; kanıma girdin...
Platine boyanmış kadın saçına benzer durumlarını içime çeker, kuğuya benzer boyunu tutar, hurmaya benzer filitreni hep öper, öperim...
“-Öyle zor, öyle zor ki, seni içimden atmak...”
Milyonlar verip sahip olduktan sonra seni sokak ortasında bırakıp, yatağıma çekildiğime bakma sevgilim...
Beş çocuğumun mutfak masrafı kadar sana da ayırıp, mideni hep dolu tutmuyor muyum? ...karıma, çamaşıra kullandığı deterjanı yarıya indirmesini, kalanını senin makyajına kullanacağımı söylemedim mi? ...senin tozunu alırkenki hassasiyetimi, başka nerede gördün? Seni bir anahtarla, bir çiviyle çizecekler diye sabahlara kadar uykumun kaçtığını bilmiyor musun? ...
At-avrat-silah üçgenini, araba-avrat-silah olarak değiştirmedim mi?
“-Kıskanırım seni ben, sokaktaki çamurdan...”
O kadar çok isim değiştirmene rağmen izini kaybettiremezsin. İsmin Lira, Dolar, Mark, Frank ta olsa peşinden koşacak, nikahıma alacağım seni. Nikahıma aldıktan sonra da seni şişmanlatmak için kendim yemeyecek, içmeyeceğim. Kaybetmemek için de bir ömür boyu sana nikah yapacağım....
“-Aşığım sana, doyamıyorum...”
Üzerinde oturanla kaçıncı nikahını kıydın bilmiyorum. Ama ister hasır, ister meşin, ister maroken ol; ben de sevdalıyım sana...
Şu son sahibinden seni boşandırmak için olmadık çamurlar atacağım. Politikacılara, bürokratlara el oğuşturacak, iştakipçilerini görücü salacağım.
Öyle sıcak, öyle hoş kucaklıyorsun ki insanı...
“-Vurgunum sana...”
Herkesin aşık olduğu bu sevgililerden bizleri koparıp alacak bir karşıcins var mı? Onlar da aynı aşka duçar olduklarına göre, sevgililer günü, bizler için olmasa gerek...
“-Bir tatlı hayal almaya geldik...”
YALNIZIZ
Şu akıp giden insan selinin aceleciliğinin nedenini hiç düşündüğünüz oldu mu? Hatta kendi yaşamınızı günde birkaç dakika olsun değerlendirdiniz mi? Paranın, aşın-ekmeğin, makam ve itibarın, etrafındaki kalabalığın sizi tatmin etmediği için, tutku olmayıp da tutkuymuş gibi sarıldığımız bazı yaşam şekillerimizin altında yatan gerçeği görebildiğiniz oldu mu?
***
Kimimiz dünyaya okumak için gelmişiz gibi okuruz; hep okuruz.
Kimimiz içmezsek yaşadığımızı hissetmediğimizi sanır, hep şişeye sarılırız.
Kimimiz çocuklarımızın vermek istedikleri sevgiyi görmez, görmek istedikleri ilgiyi vermeden alelacele koşar iskambil kağıtlarının, hokey taşlarının başına çörekleniriz.
Kimimiz işimize olması gerektiğinden kat kat fazla ilgi gösterir, çok fazla çalışırız.
Kimimiz üç dernekte görev aldığımız yetmezmiş gibi, dördüncünün yönetimine girmek isteriz.
Kimimiz değişik arkadaş topluluklarıyla değişik günlere katılırız.
Kimimiz dünyaya çocuk doğurmak için geldiğimizi sanır, altı çocuktan sonda yedincisine hazırlanırız.
..........................
..........................
* * *
Bu sözde tutkuların çoğunun, hatta hepsinin altında insan olarak ruhen doyumsuzluğumuzun, kendimizi yalnız hissettiğimiz gerçeğinin ta kendisinin yattığını itiraf etmek bizi küçültür mü?
Seyfettin Bey’in şu kalabalık arkadaş grubu arasında attığı kahkahalara bakmayın. Kendisini yalnız hissetmiyorsa, az sonra evine vardığında güvercinleriyle saatlerce yaşamını paylaşması niye?
Aynı şekilde Munise Hamın’ın saatlerce akvaryumun başında oturması?
Kenan Bey’in tüm ilgisini evdeki muhabbet kuşuna vermesi?
Dilek Hanım’ın on sekiz saat örgü örmesi?
Abdullah Bey’in gece yarılarına kadar hiçbir zaman sergilemeyi düşünmediği suluboya resimler yapması?
Yaşamak dururken yaşanılanı ya da yaşanılabiliri yazan yazarların sabahlara kadar tuşlara basması?
***
Yalnızız. Hayatı doyasıya yaşayacağımız bir eş, bir dost bulmak imkansız gibi.
Ama belki de bu yalnızlık duygusu yüzünden insanlar yaratıcı oluyorlar. Yalnızlık duygusunu bastıramayanlar, buluşlarıyla kendilerini tatmin ediyorlar. Tatmin olamayanlar da intiharı seçiyor. Ve bu, gelişmiş kabul ettiğimiz toplumlarda daha çok.
İçimizde hayatı gerçekten hayatmış gibi yaşadığını iddia edebilecek kaçımız var?
Hayat, “Ben yalnız değilim! ” diyebilenler için hayattır. Yoksa çoğumuz kendimizi kandırıyoruz...
g8.6.1994
ÖYKÜ
S E H E R
Yüksel ÖNAÇAN
Köyün horozları, kendi aralarında düzenledikleri yarışmada finale kalabilmek için kanat çırpıp öterken, güneş de, jüri başkanı edasıyla Emirdağları’nın arkasından yavaş yavaş yükseliyor, yakacak odun için acımasızca traşlanmış yamaçları bir süre seyrettikten sonra, kahvaltı için yakılan ocaklardan yükselendumanlarla tanışıyordu.
Türkmen yatakları içinde bile romatizmalı bacaklarının sızıları geçmeyen ihtiyarlar erkenden kalkmış, duvar dibine oturmuş, içi kıtırlı* sütten oluşan kahvaltılarını beklerken ayakları dibinde eşelenen tavukları bastonları ile kovalamaya çalışıyordu. Tavuklar, kendilerine baston sallayan ihtiyarlara, “ Ne yaptık ki? ..” dercesine, bir o gözleriyle bir diğeriyle anlamaz anlamaz bakıyor, sonra da öfkeli bir “ Gııkkk! ..” çekip, uzaklaşıyorlardı.
Güneş, erozyonun kısırlaştırdığı yamaçlara dudaklarını yapıştırır yapıştırmaz köyün minibüsü eksozundan siyah dumanlar çıkararark köyün küçük meydanındaki yerini aldı. Bugün, Bolvadinli’ye, “ Karımın öldüğüne değil, Emirdağ Pazarı’nı kaçırdığıma yanarım,” dedirten ve Avrupalı gurbetçilerin izin ayına rastlayan bir gündü. Minibüs, erken saatlerde birkaç sefer yaparak Emirdağ Pazarı’na yolcu götürecek, geç saatlerde de götürdüğü yolcuları tekrar köye getirecekti...
* * *
Seher, bir haftadır yapıp biriktirdiği peynir tenekeleriyle yoğurt helkelerini kapının önüne çıkarırken on dört yaşındaki kızı Hasret’i de uyandırdı. Minibüsün ilk seferine yetişmeli ve pazarda iki ayrı sergi açmalıydılar. Yatağında doğrulup gerinen kızının irileşmiş göğüslerindden gözlerini kaygıyla kaçırıp, hemen arkasındaki aynaya döndü. Alelacele tarak vurduğu siyah saçlarına bir atkı atıp, onu da alnından kırmızı bir yemeniyle** bağladı. Türkmenler’e has kıvır kıvır kirpiklerinin altındaki gözkapakları, doyumsuz geçen gecenin sabahında yorgundu. Siyah gözlerinin altından pembeleşerek beyaz boynuna doğru inen yanaklarının çevrelediği iri dudaklarının etrafında erken beliren tazecik birer kırışıklık vardı. Biçimli burnunun kanatları, aynadaki görünmeyene birşey söyleyecekmiş gibi öfkeyle açılırken gözpınarlarından süzülen iki damla yaşı orta parmaklarıyla sildi. Bu silişte, geçmişini de silip-silmeme kararsızlığı, parmaklarının kesik hareketlerinden okunuyordu.
* * *
Minibüs, üç ay önce atılan ‘seçim yatırımı’ asfalt üzerinde ilk yolculşarını pazara taşırken Havva Nine, etrafı kaba taşlarla çevrili bahçesinden çıktı. Bastonu mu O’nu, O mu bastonunu taşıyordu, belli olmuyordu. Sırtındaki kamburu, seksen yılın anılarını saklar gibiydi.
................................................................................................................
* kıtır : gevretilmiş yufka, ekmek, çörek.
** yemeni: kalıpla basılıp, el ile boyanmış tülbent.
Üç ev ötedeki bir bahçe kapısını bastonuyla itti. Bahçeyi saran yaban otları ve kangal dikenleri, güneşin altında ışıl ışıl yanan kırmızı bir otomobille, otomobile binme hazırlığında olan Rıza ile karısı Dudu’yu gizlemeye yetmiyordu. Hoş, onların da gizlenme gibi bir niyetleri yoktu ya...
Havva Nine:
“- Gız Dudu! .. Teyzeni çiğneyip de nereye gidiyorsun? Belçika’ya gideli başın mı büyüdü! ? ” diye, frekansı düşük sesiyle bağırırken, beli hizasındaki sol eli titriyordu.
Dudu, sabah ayazından korunmak için giydiği hırkasının sağ kolunu sıyırırken, dirseğine kadar dizilmiş altın bilezikler, güneş ışığında Havva Nine’nin fersiz gözlerini kamaştırdı.
Dudu:
“- Vaa! Teyzem, dalgınlığımı hoş gör. Görmedim. Emirdağ’a pazara gidiyoruz da, acelemiz var. Akşam sana gelmeyi düşünüyorduk; hiç seni unutur muyum? ..” deyip, teyzesinin elini öptü.
Havva Nine’nin sık sık yaladığı ince dudaklarının gerisinden dişsiz ağzı gözüküyordu.
“- Öyleyse yolunuzdan alıkoymayım. Benim senden bir isteğim olacak. Torunum Osman’ı evlendirip, Avrupa’ya salalım, diyoz. Sürmeli Elif’le senin aran iyiymiş. Pazarda görürsen hele bi sor; kızını bu ay gelin etmeyi düşünüyor mu? ..”
“- Seki Yaylası’nda koyunlar kuzlar, onbeş bin Euroya çıktı permili kızlar. Basarsınız başlığı, alırsınız kızı..”
“- Kız sen bizi Çöp Mehmetler mi sanıyorsun? ! O kadar para bi araya gelir mi? ”
“- Teyze, şimdi kızı olan Avrupalılar, çürük dişlerinde çir bulmuş* gibi sevindirik delisi oldular. Geçenlerde Kaufhof’ta Sürmeli’yle beraber alış-veriş yaparken Karacalarlı Hatçe yanımıza geldi. Oğluna Sürmeli’den kız istedi. Sürmeli’nin öfkesini bir görecektin! .. ‘Gedeler** azgın olur, çalımı düzgün olur; gedelere kız veren kızından bezgin olur! .’ deyip, Hatçe’yi al al yuyup, mor mor serdi***. Avrupalılar’ın adları büyük, dişleri kovuk****. Hem Avrupa’ya giden kız olsun, oğlan olsun, mutlu olamıyor. Oğlunuz Emirdağ’da sebze satsa karnını doyurur. Eskisi gibi Avrupa’nın tadı kalmadı.”
“- Sap kabarır, sahibi kubarır*****. Sen hele Sürmeliyi gör, konuş. Bilirsin, bu işleri kadınlar görür. Gölgede duranın gölgesi olmaz******. Bizim istediğimizi biraz duyur sen hele.”
“- Konuşayım ama pek umutlanmayın.”
Havva Nine, Dudu’nun değişmiş ve kendisinden çok uzaklaşmış olduğunu sezdi. O’nun arkası açık ayakkabılarının noktaladığı çorapsız bacaklarına bakarak:
“- Topuğunun yarığına karınca saklanıyordu; Belçika’ya gideli topukları cıgara kağıdına dönmüş,” diye düşünmekten kendisini alıkoyamadı...
* * *
Gerek Emirdağ’ın, gerekse köylerinin nüfusu yurdun ve Avrupa’nın çeşitli yerlerine iş kurmak ya da bulmak için gidenlerden dolayı, yılın on bir ayı azdı. Pek çok köyde kalıcı veya geçici göç, okulları kapatmıştı. Yedinci ay, Anadolu esnafının ‘Gâvurcu ayı’da dediği, gurbetçilerin izin ayı geldiğinde gurbettekilerin en az yarısı dönüyor, emlak alıyor, düğün yapıyor, bol para harcıyor, birbirlerine otomobilleri ya da kollarındaki bileziklerle hava atıyordu. İlçe ve komşularının esnafları, hesaplarını bu ay için, ‘gâvurcu ayı’ üzerine yapıyordu.
Bu Salı günü de otomobiller cadde ve sokaklara gelişigüzel park edilmiş, sürücü ve yolcuları alış-veriş için pazara dağılmıştı. Eskisi gibi değil, yabancı plakalı otomobillerden
.............................................................................................
* çürük dişte çir bulmak (deyim) : değersiz bir şeyin birden değer kazanması
** gede : aç, yoksul
*** al al yuyup, mor mor sermek (deyim) : muhatabı suçlamak, mahçup etmek
**** sap kabarır, sahibi kubarır (deyim) : gereksiz yere gösteriş, naz
***** gölgede duranın gölgesi olmaz (deyim) : ağlamayan çocuğa meme verilmez
Bu Salı günü de otomobiller cadde ve sokaklara gelişigüzel park edilmiş, sürücü ve yolcuları alış-veriş için pazara dağılmıştı. Eskisi gibi değil, yabancı plakalı otomobillerden çok, yerli plakalı otomobiller vardı ve bunların hemen hepsi Avrupa’dan izine gelen işçi ve patronlarındı. Gurbetçiler, Yugoslavya’daki değişimden dolayı otomobille değil, genellikle uçakla gelir-gider olmuşlardı. Buradan da bir otomobil alıyor, izin süresince kullanıyor, sonra da garajlarına kapatıp, gidiyorlardı.
Temmuz güneşi, bir köşeye atılan kavun kabuklarını kıvırırken, birbirleriyle karşılaşan tanıdıklar, ya kahvede, ya da ayaküstü sohbet edip hasret gideriyorlardı. Gurbetçiler, hayatın tüm yükünü Kapıkule’de, ya da havalimanlarında bırakmış gibi mutlu, hem de çok mutluydular...
* * *
Seher, yoğurt pazarının bir köşesine yaydığı mallarına müşteri beklerken, gelip-geçen gurbetçi kadınları gözlüyor, ara sıra iç geçiriyor, isyankâr bir çığlık atmamak için dudaklarını sıkıyordu. Kocasının bir Belçikalı kadınla anlaşmalı evlenebilmesi için rızasıyla boşandığını, O’nun Belçika’da işçi olmasına rağmen kendisini ve kızını nasıl olur da dokuz senedir aramadığını hazmedemiyordu. İşçi olunca kendisiyle tekrar evleneceğine ve kendilerini Belçika’ya götüreceğine söz verdiği o geceyi garip bir özlemle anımsıyor, içi acı ve öfkeyle doluyordu. Komşularının dediği gibi, boşanmadan önce bir güvence almalı mıydı gerçekten? .. Ama sevgiden öte güvence mi olurdu...
“- Bu helkeye ne diyorsun? ”
İrkildi. Gözlerindeki nemi, birkaç kez açıp-kapadığı gözkapaklarıyla içti.
Köylüsü, Dudu’ydu. Kızlıklarından beri anlaşamıyorlardı. Aklına ilk gelen rakamı söyledi:
“- Dört milyon.”
“- Git bacım vaa! .. Avuç içi kadar helkeye bu kadar para mı olur! ? ”
“- Burnuma sinek kaça kaça ineklerin altına çömüyorum. Hazır ayağınıza şu yoğurt geliyor da, kıçınızı-başınızı oynatıyorsunuz! ”
“- Gir kız öte; Avrupa’da parayı sokaktan mı süpürdüğümüzü sanıyorsun? Sorup-soracağıma pişman ettin! Yoğurt mu yok! ? Ihı, köpeğe dök! ”
“- Ot iki çatal iken kıra çıktıydım. Sıcak odanızda oturduğunuz değil.”
“- Avrupalılar gidince yüzünüze bakan olmaz! Ne başınızı büyütüyorsunuz! Yarın köpek yemez yoğurdu! ..”
“- İt gursağı tereyağı kaldırmaz! Gir; başım götürmüyor...”
“- Kız kıçı eğri, şemiği kirli, duluğu bitli! Kimi kovuyorsun sen? ! ”
“- Kız sen yoğurdu ne yapacaksın! ? Anadan karaya yuma ne desin, anadan kuruya yeme ne desin! ? .”
“- Aklın böyle olduğuna elindeki kocayı Belçikalı’ya kaptırdın! Öl arından öl; kara yere gelesice! *
Bu sözle, protokol evliliği de olsa, kocasının evlenmesine izin verdiği için pişmanlık gözyaşları döken Seher’i can evinden vurmuştu. Söyleyeceği kakınçlar**. boğazına dizilip kalırken, hasmına ‘başıma gelen, başına gelir inşallah! ..’ dercesine baktı. Dudu, bu sessiz ama etkileyici bakışların altında ezildi, eridi ve yavaşca kalabalığın arasına karıştı. Sürtüşmeyi yakından izleyen yaşlıca bir kadın, arkasından:
“- Çalımınız taş yarıyor, çakıldağınız baş yarıyor,***” dedi.
.................................................................................................
* yaşı yere gelesice (beddua) : ölesice
** kakınç : hasmı aşağılayıcı sözler söylemek, suçlamak
*** çalımı taş yarmak, çakıldağı baş yarmak (deyim) : gereksiz davranışlarda bulunurken başkalarına da zarar vermek.
Ne var ki, yaşlı kadının Seher’e arka çıkması, Seher’in yılgın, pes etmiş gözlerinden yaşların boşalmasını engelleyemedi...
* * *
Yirmi adım ötedeki sebze ve meyve satıcılarının avazları, sıcaktan bacaların gölgesine sığınmış güvercinlerin uyuklamalarını engelliyemiyordu.
“- Domatees! Üç kilo bi milyon! .”
“- Bursa şeftalisii! ..”
“- Kesmece bunlaar! ..”
Güneş, tüm gölgeleri cüceleştirdiğinde Hasret, boş helke ve tenekelerle anasının yanına geldi. Bir tenekeyi ters çevirip, üzerine oturdu. Rengi solmuş fistanının cebinden bir tomar para çıkarıp, anasına uzatırken:
“- Hepsini sattım ana; bene o yeşil elbiseyi alırız artık.”
Seher, paraları gelişigüzel cebine sokarken, diliyle dişi arasından:
“- Olmaz,” dedi.
Hasret, hırçınlaşarak:
“- Asılıp öleyim de, kurtulayım bari,” diye sitem etti.
Sabahki münakaşadan dolayı zaten canı burnunda olan Seher:
“- Yelli günde asılasıca; ne duruyorsun? Çabuk olda ikindi namazına kaldıralım,” diye, kızgın bir kaz gibi tısladı.
Hasret, anasının bu kadar acımasız olduğunu o zamana kadar görmemişti. Başını kaldırıp baktığında anasının yüzünün kirli yeşil bir hâl aldığını gördü, korktu. Yeşil elbise birdenbire aklından çıkmıştı.
* * *
Kalabalık, alıp-satma zevkinin doyumuna ulaşıp, arkasında bir sürü atık bırakıp, Pazar yerini boşaltmaya başladığında onlar, köy minibüsüyle yol alıyorlardı. Beyninin yürüttüğü mantıkla, - ki; çoğu kez böyle durumlarda başkaları mantık yürütür,- Seher’in yüreği yumuşamış, kızına istediği elbiseyi almıştı. Şimdi Hasret, elbiseyi kırışmaması için dizlerinin üzerinde taşıyordu.
Genç şoför, iç dikiz aynasının üzerine yerleştirilmiş radyoyu açtı. Kulaklara çarpan müzik, ağızları kapattı. Günün kaygı ve yorgunluklarının keskinleştirdiği yüz çizgileri yumuşadı. Bazı dudaklar tebessümle gerilirken, bazıları da müziğe eşlik ediyordu:
“- Evlerini önü yoldur, yoldan geçen karakoldur,
Kurban olam topak gelin, gel testini bizden doldur;
Al Fadimem, bal Fadimem, yanakları gül Fadimem,
Uyan uyan sabah oldu, namazını kıl Fadimem...”
Bu, yörenin yurt dışına taşmış türküsüydü ve Emirdağlılar, bu türküyü ne zaman duysalar havas* olduklarını anımsarlardı.
Şoför, aynadan ana-kızı dikizlerken:
“-...Bravo şu Seher’e. Sağlıklı, güzel. Dokuz yıldır adı çıkmadı. Oysa çoğunun kocası askere gittikten üç ay sonra adı çıkıyor.. Hasret de pek güzel oldu. Bir elbir** gönder-
...............................................................................................
* havas olmak : sevmek, âşık olmak
** elbir : arabulucu, çöpçatan
sem de, gözü açılmadan gönlünü çalsam iyi olacak. Atalarımızın, ‘kenarına bak bezini, anasına bak kızını al,’ sözü boşuna olmamalı,” diye, düşünüyordu.
Seher’in düşünceleri de kızı üzerineydi:
“-...Gün geçtikçe serpilip-güzelleşiyor. Televizyon kanalları çoğalalı ben bile bazen neyin doğru, neyin eğri olduğunu şaşırır oldum. ‘Civcili kuşlar, gördüğünü işler.’ Hasret gibilerin aklı bir karış havada olur. Televizyon dizilerindeki birisini örnek alıp da bir yanlışö yapmadan, yolu yolsuza çatmadan, helâl süt emmiş birisi istese de, başgöz etsem...”
“- Al Fadimem Gürcü müsün, sen yaylanın burcu musun,
Kurban olam sarı gelin, sen kötünün harcı mısın;
....................................................
....................................................
Ve minibüs, yol kenarında otlayan koyunların rahatsız olmalarına aldırmadan, son sürat köye gidiyordu...
* * *
Dünün orman köyü, bugünün dağ köyü, sanki kendisi Emirdağ Pazarı’na gidip-gelmiş gibi, iki vadinin arasına yorgun-argın oturmuştu. Sığırtmacın köyün alt tarafından sürüp getirdiği inekler, köyün düzensiz sokaklarına dağılmış, sonra da herbiri ahırlarındaki yerlerini almış, bir kadın ya da kızın elleriyle sağılmayı bekler olmuşlardı. Güneş, göreceklerini görmüş, Adaçalı’nın üzerinden aşıp gitmişti.
Hasret, anasının burnunun bulut çizdiğini* sezmiş, kendisini yeşil elbiseyle aynaya kopyalarken O’nu konuşmaya zorlamak için espriler yapmıştı. Ama Seher, üç ineği sağıp, sütleri kaynatıp, yoğurtları çalarken** ağzını açmamıştı.
* * *
Hasret, ay ışığının aydınlattığı odadaki yatağında kendisini yeşil elbisesiyle bir düğün alayının ortasında hayâl ederken, yanında yatmakta olan anasının bu zamana kadar hiç duymadığı kesik iniltiler çıkardığını duydu. Anasının tavana doğru kalkıp inen kolları, kasıklarına doğru çekilip sonra da üzerindeki ince yorganı yay gibi fırlatan bacakları O’nu korkuttu. Anasının kâbus gördüğünü zannederek, “ Ana, ana! ..” deyip, yavaşca omuzundan sarstı. Anasının inleme ve sert dirsek darbesinden sonra kalktı, elektriği yaktı. O’nun bir kasılıp bir gevşeyen vücudunu, yuvasında dönen gözlerini örtmeye çalışan yarı açık gözkapaklarını görünce paniğe kapıldı. Tekrar, “ Ana, anaa! ..” diye, bağırdı. O’nun sımkısı yumruk olmuş ellerini görünce de, beyaz geceliğinin üzerine birşey almayı düşünmeden telaşla evden çıktı.
Hasret’in beyaz geceliği, iri ayva büyüklüğündeki göğüslerini ay ışığından gizlemekte zorluk çekerken Seher, krizin kollarında çırpınıyordu...
* * *
Rıza, dün eşekle geliip-gittiği bu yoldan şimdi gıcır gıcır bir otomobille gelip-gidiyor olmasına şükrederken, böyle zora düşmüş zavallı köylüsünün imdadına yetişmiş olmaktan da haz duyuyor, ön koltukta Hasret’i, arkada Seher ve karısı Dudu’yu taşıyan otomobili hiç
................................................................................................
* burnu bulut çizmek (deyim) : sinirlerinin gergin olmasından dolayı olay çıkarmak için bahane aramak
** yoğurt çalmak: sütü yoğurt olması için mayalamak
acele etmeden köye doğru sürüyordu. Yolcularına birer çikolata ikram ettikten sonra, kasetçalara bir kaset itti:
“- Meşeler güvermiş varsın güversin,
Söyleyin huysuza durmasın gelsin,
Varmasın kötüye asılsın ölsün,
Kötü adamın var ömrünü yok eder...”
Seher’in vücudu, devlet hastanesi nöbetçi doktorunun yaptığı iğne ve içirdiği bir sıvıyla gevşemiş, beyni de yaşamı pek ciddiye alan çalışırlığını bırakmıştı.
İki kadın gözgöze geldiklerinde bir an gözlerini kaçırmışlar, sonra da gözyaşları birbirine karışmıştı. Bu, sebebini kendilerinin de bilmediği aralarındaki buzların eridiğinin göstergesiydi.
Şimdi Seher, kendisini Dudu’nun ihtimamına bırakmış, O’nun kolonyayla alnına, şakaklarına masaj yapmasından, göğüslerini oğmasından derin haz alır olmuştu.
Dudu, Hasret’in:
“- Anam çok hasta; doktora gitmesi gerek! .” Diye, bağırarak odalarına girmesinden bu yana suçluluk duygusu altında ezilmekteydi. Seher’in doktora varıncaya kadar şuurlu mu, şuursuzca mı söylediği belirsiz, “Gâvur karısına ben kaptırmadım, kendisi kapıldı,” sözcüklerini tekrarlayıp drması Dudu’yu kahrediyordu. Kendisini affettirmek için sözcüklere sığındı:
“- Kocana o kadar da kahretme. Avrupa’nın binbir türlü hâli var. Kimbilir, iş mi bulamadı, bir eroin şebekesinin eline mi düştü, yoksa hastalandı mı? .. Belki üç kuruşu bir araya getiremedi. Öyle olunca da sizi aramaya yüzü olmadı. Avrupa’da para aslanın ağzında. Para arttırmak çok zor. Bakma sen bizim otomobille gelip, har vurup harman savurduğumuza. Çoğumuz bankadan kredi çekip geliyor, geri ödemek için de bir sene çalışıyoruz. Başında bir hâl olmasa mutlaka arardı kocan. Ama sen kaygılanma; izin dönüşü O’nu arayıp, bulacağız. Değil mi Rıza! ? ” diyor, iyi niyetini kocası da vurgulasın istiyordu.
Rıza, bir an aynadan iki kadının birbirine karışmış siluetlerine bakıp:
“- Kanım altıma aksın* ki varınca ilk işim kocanı bulmak olacak. Zaten izi belli. Fransa’da görmüşler. Bize güven sen. Değil mi kız! ? ” diye, umut dağıttı anayla kızına...
“- Sanki kızımızın adını Hasret koymakla geleceğimizi çizmişiz,” diyen Seher’in sesi, yuvasında dönmekte olan kasetin sesi arasında kayboldu.
“- Emirdağı bir geçmeyle yol olmaz,
Altın yere düşmeyinen pul olmaz,
Bir güzelle bir gecelik yatmayla,
Adı çıkar ama kendi dul olmaz...”
Rampa çıkmakta olan otomobilin farları ufku tararken, Seher’in umutları da otomobilin ışıklarıyla birlikte uzuyor, uzuyordu. Lâcivert gökyüzündeki yıldızlar, çaresizin yemekle bitmeyen tek ekmeğinin umut olduğunu bilirmiş gibi, göz kırpıyordu...
..........................................................................................
* kanı altına akmak (beddua-yemin) : kazaya uğrayıp yaralanmak
ARKADAŞLIK
Her yeni tanıştığımız insan, maaşlara yapılan zam gibi, yarınlar için bize günlerimizin daha iyi değerlendirilmesi için umut verir.
Her iki taraf da, birbirlerine sevecen ve güvenle bakar. Güvenilir, başkalarını aratmayacak bir karakterde olduklarını birbirleriyle yarış edercesine sergilerler.
O yaşa kadar edindikleri iyi alışkanlıklar, kültür, sosyal ve ekonomik durum yeni arkadaşlıklara sermayedir...
***
Mahalle arkadaşı, okul arkadaşı, asker arkadaşı, iş arkadaşı olur ama arkadaşlığı olmaz. O mekanlarda arkadaşlık kurulduysa kurulmuştur. Kurulmadıysa –tanışmışlık- söz konusudur. –Arkadaşlığı- sözcüğünü, arkadaşın anlamını tam olarak kavrarsak, yanlış kullanmakta olduğumuzu anlarız.
Birarada çalışmak ve yaşamak zorunluluğunda olan kişilerin arasında arkadaşlık doğabilir ama o mekandaki tüm kişiler birbirleriyle arkadaş değildir. Sadece aralarında iş ilişkileri veya aynı mekan ve eşyaları kullanıyor olmaktan dolayı bir ilişki vardır. Buna –arkadaşlık demek, arkadaşlığı hafife almak olur.
***
Arkadaşlıkta sevgi, hayranlık ve arkadaşı koruma durumu söz konusudur. Çocuğun elinde karpuz kabuğu, dilinde çamur olduğunu görmekteyiz. Bu malzemeleri de birlikte yaşadığı insanlar için kullanacaktır ki, bu günümüzde rakibi altetmenin, ya da kendimizi yükseltebilmenin en önemli öğelerinden sayılır.
***
Günümüzde, bilhassa büyük şehirlerde temeli atılmak istenilen arkadaşlıklar yapılaşma şansı yakalayamamaktadır. Üç gün, beş gün birkaç saat birliktelik ölümsüz bir arkadaşlık doğacağı hissini verir bize. Bu his, ölümsüz bir arkadaşlığa özlemimiz olmasından doğmaktadır. Ne var ki, bu kısa zamanı çeşitli etkinliklerden dolayı uzatamayız ve arkadaşlık doğmadan, tanışıklık olarak kalır. Ama biz, o birkaç saat tanıdığımız insanın sözü açıldığında: “İyi arkadaşımdır” diye kendimizi öne atmaktan kaçınmayız.
***
Tanışılmış bir kişiyi arkadaş olarak kabullenivermek günümüz insanının arkadaş olmak ve arkadaş bulmaktan ne kadar uzak ama özlemini çeker olduğunu göstermektedir.
Oysa arkadaşlık kavramı takvimden birkaç yaprak değil, takvimin ta kendisidir...
Bir Başka İlan:
MİLLETVEKİLİ ADAYLARINA SEÇİM NUTKU YAZILIR
Milletvekili adaylarına partilerinin imajları doğrultusunda seçim nutku yazılır.
Kazananlardan diyet borçları istenir.
Kazanamayanlara parti liderlerine nasıl eloğuşturmaları gerektiği öğretilirya da estetik yapan bir operatör tavsiye edilir.
Yüksel Önacan
Emekli Okul Müdürü
YARINKİ AYDINLIK TÜRKİYE’DE
BU ZAMANA KADAR KARANLIK İŞLER ÇEVİRMİŞ SÖZDE İŞADAMLARI, POLİTİKACI ve KAMU ÜST DÜZEY YETKİLİLERİNİN FOYALARININ MEYDANA ÇIKACAĞI KAÇINILMAZDIR.
KARANLIK İŞLER ÇEVİRDİKLERİNDEN DOLAYI KARANLIKTA (yani geceleri) UYUYAMAYAN BU DENLİ KİŞİLERE ŞİMDİDEN LASTİKLİ KELİMELERLE SAVUNMA YAZILIR VE RAHATÇA UYUMALARI SAĞLANIR.
GÖTÜRÜLEN MALIN AĞIRLIĞINA GÖRE ÜCRET ALINIR VE FATURA KESİLMEZ.
Yüksel Önacan
TOPACIMI İSTERİM
Yüksel ÖNAÇAN
Tahta okul çantalarımızı, o zaman oldukça bol olan oyun alanlarından birisinin ortasına yığar, topaçlarımızla(‘ayı’ derdik) iplerini sakladığımız bir yerlerden çıkarır, hava kararıncaya kadar çevirir, çevirirdik. Topacı olmayan arkadaşlarımız ertesi gün okulda şikayetçi olurlar, her nedense yasak olan bu meşgalemizi öğretmenimiz tek tek cebimizden bizzat çıkarır ve okul müdürüne teslim ederdi. Avuçlarımıza iki cetvel vurmayı da unutmazdı.
Bakkallarda bir sandığın içerisinde satılan topaçlar genelde ‘kabaralı’ ve etrafı pembe-yeşil-sarı boyalı olurdu. Amca ve ağabeylerinden ilgi gören şanslılarımız bu kabaraları söktürür, yerine sivri bir çivi çaktırırdı.
Topaç çevirmek hüner isterdi. Deneme-yanılma yoluyla bir hayli uğraşır ve gerekli yeteneği kazandıktan sonra, yerde dönmekte olan topacı, orta ve işaret parmaklarımızı kullanarak, hoop, avucumuza alıverirdik. Açık ve teknoloji kokusundan uzak temiz havada yüzlerce kez çevirmek için fırlattığımız topaç sayesinde kol kaslarımız herhalde kuvvetlenirdi.
Çarşamba ve Cumartesi öğle sonları, pazarları da tümden okul olmadığından, topaç, uçurtma, misket (buna da ‘bilya’ derdik) , ve çember, bizim kopmaz parçalarımızdı. Açık havadaki bu haraketlilik yediğimiz besinleri sağlıklı bir şekilde vücudumuza yaktırır, senede bir okulda yapılan aşılar sayesinde (o gün okuldan kaçmazsak) yatağa düşmezdik.
Bazan renkli kağıt, çoğu kez de gazete kağıdından, yapıştırıcı olarak hamur kullanılmış uçurtmalat, rengarenk ipliklerimizin elverdiği oranda gökyüzüne süzüldüğünde, bazan yumurtalı, bazan haşhaş yağlı, bazan da şekerli dürümlerimizi ısırırdık. Ve doymak bilmezdik; yanaklarımız pancar pancar yanardı...
Günümüz çocukları topacı kitap ve dergilerden tanıyor. Öğretmenler, “Öğretmenim, Hasan misket oynuyor; dersini yapmıyor,” diye şikayet almıyor. Kaç bahar, kaç sonbahar geçti; gökyüzünde bir tek uçurtma göremedik. Birinci sınıf çocuğu, ‘Çetin, çember çevir.’ fişine yapıştırılmış, sadece çember çeviren çocuğa ait zannediyor çemberi. Ve aslını hiç görmedi; göremeyecek de...
Günümüz çocuğunun daracık odalarda oynayabileceği oyuncakları var, ağırpahalı.
Günümüz çocuğunun bir koltuğa tüneyip, saatlerce başını üzerine eğdiği tetrisleri var.
Günümüz çocuğunun, babasının-anasının içtiği sigaranın dumanları arasında da oynayabileceği atarileri var.
Günümüz çocuğunun, kendisini dört duvar arasında oynayabilme olanağı sağlayan zengin ana-babaları var.
Günümüz çocuğunun yediği pek çok besin değeri yüksek yiyeceği var ama yanakları pancar pancar yanmıyor.
Ve günümüz çocuğunun bol doktoru, bol ilâcı var. Onun için topaca, miskete, çembere, uçurtmaya hiç mi hiç ihtiyacı yok(!) .
Ama ben, topacımı isterim...
(Göç romanı başlangıcı)
Ben, bizleri başı çobansız koyun gibi göçe zorlayanlara:
“Gözünüz önünüze baksın e mi! ..”* diyorum; ve bu romanımı, gurbeti terleriyle, yollarını kanlarıyla, yurtlarını paralarıyla sulayan, elleri, alınları öpülmeye değer, sıla hasretiyle yanan gurbetçilerime ithaf ediyorum.
YÜKSEL ÖNAÇAN
*Bu deyimin aslı: “Gözün önüne aksın e mi? ” dir.
(G Ö Ç'ten alıntı)
1. BÖLÜM
BERİ YAKA / 1
Ben gurbette değilim, gurbet benim içimde...”
Otomobili okul kitaplarından tanıyan yedi-dokuz yaşlarındaki kız çocuğu, kerpiç duvarın gölgesine oturup, çaputtan bebek yapmaya çalışırken kulakları alışık olmadığı bir ses duydu. Gözleriyle önce gökyüzünü, sonra köyün engebeli yollarını taradı; bir şey göremedi. Anası, çamaşır kazanından bir sopayla buhar tüten çamaşırları çıkarıyor, geniş bir taşın üzerine koyup, tokaçlıyor, sonra da ağaç gövdesinden oyma çamaşır teknesinde kilin yıprattığı elleriyle ovuyor, ve kazana biraz daha kil atıp-atmama kararsızlığında, terliyordu. Geçim zordu köy yerinde ve her şeyi idareli kullanmalıydı.
Kız, az önce duyduğu sesin sürekliliğine dikkat kesilip, ayağa kalktı. Sesin yönü belliydi. İlçeden yana toz bulutunu arkasına takmış, göz kamaştırıcı birşey geliyordu. Sesin kaynağı oydu:
“Düüt! .. Düüüüt! ..”
Kız, elindekileri fırlatıp:
“Anaa, otomobile bak! ” diye bağırıp, çıplak ayaklarıyla köyün içine giren ve kesik kesik devamlı korna çalan otomobile doğru koştu.
Ahır temizleyen, kümesten yumurta toplayan, avlusunu süpüren,,yufka yapan, çamaşır yıkayan, tırpanını bileyen, ilâh... insanlar, çocukların ardı sıra köyün küçük meydanına doğru ilerledi. Başıboş bir eşek,köylünün bu telaşını anlamak istercesine, ağnanmakta olduğu toza dönüşmüş topraktan kalktı, kulaklarını dikerek yeşilin etrafında çoğalmakta olan insanlara baktı.
1961 yılında İş ve İşçi Bulma Kurumu kanalıyla Almanya’ya giden kırk altısı kadın bin dört yüz yetmiş altı işçiden biri olan Osman, köyüne, Demirçili’ye izine gelmişti.
Yeşil otomobili toprak damlı taş duvarlı evinin önünde durdurdu. Kapının eşiğinde oturmakta olan karısı,şaşırarak yavaştan ayağa kalktı. Önce ağzı açıktı; sonra alt dudağını ısırdı. Kollarını göğüslerinin üstüne sardı; öylece kalakaldı. Başında kirli bir yaşmak, üzerinde rengi atmış bir elbise, altında soluk kırmızı bir don vardı. Ayakları, güneşten bileklerine kadar yanmış, topukları çatlaktı. Yirmi beş yaşındaydı ve çocuğu yoktu.
Osman, –başında tüylü fötrü– indi. Karısına gülümseyerek kısa bir göz attıktan sonra, çevresini saran köylüleriyle kucaklaşmaya başladı. Üç yıl, tam üç yıl bu anı beklemişti.
Otomobilin sağ koltuğundan, gazete kâğıdından yapılma bir kesekâğıdı aldı. İçindekileri avuç avuç etrafına saçtı. Çocuklar koşuşup, kapıştılar. Kabuklu fıstık, elvan ve kâğıtlı şeker.
Evin gölgesine hasırlar serilirken, yeşil otomobilin eksoz deliğine kadar incelemesi yapıldı.
Çaylar, ayranlar içildi. Bu arada köy bekçisi bir koyun boğazlıyor, evin hanımı iki genç kızın yardımıyla büyükçe bir cıngıllıyı* bulgur pilavı yapmak için hazırlıyor, Osman köy bekçisine otomobilin anahtarını uzatarak: “Arabanın arkasında helva tenekeleri var; indir.” diyor, sonra.da ‘ORADAN’ anlatıyor, anlatıyordu. Kalabalığa sigara uzatıyor, iki yaşlının dışında kimse sigara almıyor, alamıyordu; çünkü büyüklerin yanında sigara içmek ayıptı.
Bekçi, anahtarı Osman’a uzatarak:
“ Deliğini dek getiremedim, açılmıyor.” dedi. Bu söz ihtiyarlarla Osman’ı kahkahaya boğdu. Gençler kızardılar ama daha sonra, yıllarca bu günü ve sözü hatırlayıp, güleceklerdi.
Geç vakte kadar yenildi, içildi.
Osman, yatsı ezânının okunup okunmadığını sordu bekçiye. Bekçinin yerine ihtiyarın biri cevapladı:
“ Köy küçük; kırk kile buğdaya kimse imam durmak istemiyor.”
“ Eksiğini ben tamamlarım. İmamsız köy mü olurmuş? ! ..” diye parladı. Arkasından da kalktı; köylülerinin yardımıyla bagajları indirip, eve soktular.
Kızlar evin hanımına bireyler söyleyip fingirdiyor, o ise:
“ Susun edepsizler, bir duyan olacak.” diye onları güyâ azarlıyordu.
O zamana kadar Osman gibi evini barkını bırakıp da gitmeyi hiç düşünmeyen köyden bazıları,
yatağa girince o gece:
“ Hıı kız, ben de mi gitsem ki? ..” der oldu. Ve çok evde, yatakları odanın diğer köşesine serilmiş geceyatmazlar, analarından önce atıldılar: “Hee baba, sen de git! ”
Analar düşünceli, çocuklarını sertçe uyarıyordu:
“ Daha zıbarmadın mı? ! Sabah goyunları sen götüreceksin; uyu galik! ..”
Tüm köyde, yeşil otomobille birlikte, Avrupa’ya gitme
.............................................................................................
* cıngıllı: yemek pişirmeye yarayan kalaylı bakır tava
arzusu yeşermişti.
Yeşil otomobil, ayışımı altında, içi su dolu küçük bir havuz gibi parlıyordu.