Bir gece kadının biri bekliyordu havaalanında, Daha epeyce zaman vardı, uçağın kalkmasına. Havaalanındaki dükkandan bir kitap ve bir paket kurabiye alıp, buldu kendisine oturacak bir yer.
Kendisini kitabına öyle kaptırmıştı ki, yine de Yanında oturan adamın olabildiğince cüretkar bir şekilde Aralarında duran paketten birer birer kurabiye Aldığını gördü, ne kadar görmezden gelse de.
Bir taraftan kitabını okuyup, bir taraftan kurabiyesini yerken, Gözü saatteydi, 'kurabiye hırsızı'yavaş yavaş Tüketirken kurabiyelerini. Kulağı saatin tik tak larındaydı ama yine de engelleyemiyordu tik tak lar sinirlenmesini. Düşünüyordu kendi kendine, 'Kibar bir insan olmasaydım, Morartırdım şu adamın gözlerini! '
Her kurabiyeye uzandığında, adam da uzatıyordu elini. Sonunda pakette tek bir kurabiye kalınca 'Bakalım şimdi ne yapacak? ' dedi kendi kendine. Adam, yüzünde asabi bir gülümsemeyle Uzandı son kurabiyeye ve böldü kurabiyeyi ikiye. Yarısını kurabiyenin atarken ağzına, verdi diğer yarıyı kadına.
Kadın kapar gibi aldı kurabiyeyi adamın elinden ve 'Aman Tanrım, ne cüretkar ve ne kaba bir adam, Üstelik bir teşekkür bile etmiyor! ' Anımsamıyordu bu kadar sinirlendiğini hayatında,
Uçağının kalkacağı anons edilince bir iç çekti rahatlamayla. Topladı eşyalarını ve yürüdü çıkış kapısına, Dönüp bakmadı bile 'kurabiye hırsızı' na. Uçağa bindi ve oturdu rahat koltuğuna, Sonra uzandı, bitmek üzere olan kitabına.
Çantasına elini uzatınca, gözleri açıldı şaşkınlıkla. Duruyordu gözlerinin önünde bir paket kurabiye! Çaresizlik içinde inledi, 'Bunlar benim kurabiyelerimse eğer; Ötekiler de onundu ve paylaştı benimle her bir kurabiyesini! ' Özür dilemek için çok geç kaldığını anladı üzüntüyle, Kaba ve cüretkar olan,'kurabiye hırsızı'kendisiydi işte.
İhanetin adı göçmen bir kuşa verilmiş, Sadakatin adı ise; bir serçeye
Göçmen kuş bütün bahar ve yaz boyunca Küçük köyün üstünde uçmuş serçeyle beraber
Küçük sinekleri, kurtları yemişler, Kış yağmurlarıyla şaha kalkmış, derelerden su içmişler.
Masmavi gökyüzünde dans etmişler, Çiçek açan ağaçlara konup, papatya tarlalarında gezmişler...
Birbirlerine söz vermiş kuşlar; Ayrılmayacağız diye.
Ama kış gelmiş, Göçmen kuş adına yakışanı yapmaya kararlıymış,
Serçe ise her zamanki gibi sadık Ama sevgi de yabana atılmaz bir gerçek.
Ayrılık acı, ihanet kötüymüş serçe için Yaşamaksa önemli imiş göçmen için.
O, baharların tatlı eğlencesiymiş sadece Gel demiş serçeye benle beraber...
Başka bir bahara uçalım. Serçe ise burda bekleyelim demiş yeni baharı
Ama kış acımasızdır. demiş göçmen, Yaşayamayız burda, aç kalır üşürüz
Serçe hayır demiş korunuruz kötülüklerinden kışın beraber Göçmen inanmamış serçeye hayır demiş gidelim.
Serçe için gitmek nasıl bir ihanetse yaşadığı yere Kalmakta aynı şekilde ihanetmiş sevgiliye
Ve karar vermiş sevgiyi seçmiş Uçacakmış yeni bir bahara...
Göçmen ve serçe çıkmışlar yola, Ama serçe zayıfmış, onun kanatları uzun uçuşlar için değil.
Dayanamayacakmış bu yola Oysa göçmenin kanatları güçlüymüş
Çünkü o hep kaçarmış kışlardan Hep gidermiş zorluklarından kışın yeni baharlara
Bir fırtına yaklaşıyormuş. Göçmen hızlı gidiyormuş fırtınadan, yakalanmayacakmış
Ama serçe iyice zayıf kalmış, yavaşlamaya başlamış Göçmene duralım demiş artık.
Biraz dinlenelim Göçmen itiraz etmiş, fırtına demiş, ölürüz.
Serçe çok fırtına görmüş, kurtuluruz demiş. Ama göçmen yürü demiş serçeye birazdan okyanuslara varacağız
Serçe sevgisine uymuş ve peşinden son bir gayretle gitmiş göçmenin Birazdan varmışlar okyanusa
Kurtuluşuymuş bu büyük deniz Göçmen için çok iyi bilirmiş buraları
Ama serçe ilk kez görüyormuş ve sanki Gökyüzünden daha büyükmüş bu yeni mavi
Serçe artık dayanamıyormuş, Son bir sevgi sesiyle seslenmiş göçmene
Artık gidemiyorum.... Göçmen serçeye bakmış, Bakmış ve devam etmiş........
Okyanus çok büyükmüş, serçe ise çok küçük Serçenin sevgisi de çok büyükmüş ama göçmen çok küçük...
Mavi sularında okyanusun bir minik SADAKAT... Yeni bir baharın koynunda koca bir İHANET...
Yıldızları kokladım gelmediğin geceler
Yıldızları kokladım, gelmediğin geceler........ Sanki... Ve sanki koptu geceye bağlandığı ipinden, sabah. Çektii, çekti de kör saatler ardındaki şafağı; Tükenmedi karanlık! .. ..... Gün doğmadı... Söküldüğünden beri düğümü benden; umudunun! .. § Ben,,, yıldızları kokladım; gelmediğin geceler boyu! .. Halbuki, biliyordum; gece, sadece bir kara çarşaf gibiydi başımda, incecik... Biliyordum ki bin deliğinden de karanlığın, ümitti salan bana ışıktan iplerini; Adını 'yıldız' koyup! .. Kara bir çarşaftı gece, başımda. Kara bir çarşaftı nefesimi tıkayan ve ben; adına 'yıldız' denen her minik deliğin ağzına yapışıp, umut soluyordum! .. Ben, yıldızları yokluyordum geceler boyu... Yıldızları kokluyordum; olmadığın geceler! .. § İçim, sızlıyordu, çünkü 'içim' sızıyordu her yaramdan dışıma... Her yaram yâââr kokuyordu! .. § Bir yıldız dudağıydı aradığım; soluksuz gecelerimde... Hangisiydin, bilmeden... Bilmeden, ışıktan bakışların hangisi olduğunu! .. Yıldızları kokluyordum gelmediğin geceler... § Ve ben ümit içiyordum ışık dökülen kurnalardan. Turnalar haber uçuruyorken aydınlık kıtalara, ben umuyordum... Umuyordum ki; Hiç bitmeyecek kadar çok yarınımız var... § Ben, yıldızları kokluyordum gelmediğin geceler... Biliyordum ki, kimse bilmez kokusunu ben gibi; yıldızların. Kimse bilmez; her biri nasıl da ayrı kokar, her biri bir çiçek gibi... Yıldızları kokluyordum gelmediğin geceler... § Yıldızları kokladım, gelmediğin geceler...
Muammer Erkul
Yarama şiir bastım...
Tütün yoktu, tuz yoktu cââân; Yarama şiir bastım! .. § Surda yâre yâreydi güllelerin izleri; bendeyse pâre pâre, dudaklarının! .. Surlardaki yaralar dolar, kapanır ve örülürken ben; her bûsenin deliğinden burçlara asılırdım! .. § Yârelerimdi yârin göründüğü mazgallar; Her delikten cansuyum canânıma bakardım! İlaç yoktu, tütün yok ve tuz dahi yoktu cân; Her kanayan yarama birkaç şiir sarardım! .. § Palto yoktu, kazak yoktu; yorgan yok ve yatak yoktu... Buz solurken ortalık, üstüme şiir aldım! Ekmek yoktu, katık yoktu... Su dahi yok iken cââân; kaş çatmadan, karnıma yine şiir dolardım! .. “Ben” vardım önceleri, sonra “sen ve ben” olduk... Ardından; senden bende, bir “yara” peydahladın; ... ve gittin! .. ..... Yarimin hatırası; bir öksüz “evlat gibi yarama” şiir bastım... Ekmek yoktu, döşek yoktu... ilaç yoktu, ve tuz yoktu... Tütün dahi yoktu cââân; Şiir bastım yarama... Yarama şiir bastım!
Muammer Erkul
Gönlümdekiler
Ey, benim her gizlemediğimi bilen... Benimse, adını bile bilmediğim! .. § Bir bardak serin su gibi aktığın için içime... Bir bardak serin su gibi aktığın için kızgın günümün ortasına; Doymadığım... Doyamadığım! § Doymadım, ama doyamadığım; bana yazdığın, iltifata kaçan ifadeler değil; sana aktarmaya çalıştıklarımı farkedişlerin, farketmeye olan gayretlerindi... Çünkü ben; Gelmiş geçmiş en etkili hatip olsaydım bir ıssız adada, neye yarar! .. Dünyanın en etkili yazılarını yazsaydım, bilinmeyen bir lisanla! .. Veya; olmasaydı okuyanım! .. § Sen olmasaydın... Eğer, sen olmasaydın, ben; “mektup yazılacak” biri mi olurdum? .. ..... Sen olmasaydın... Sen olmasaydın; kim dinlerdi Üsküdar’ımı... Kim dinlerdi Paşabahçe’liliğimi, veya “susak”larla tanışıyor oluşumu? .. § Tilki ile leyleğin hikâyesini biliyorsun, değil mi? .. Hani dümdüz tabaktaki davet yemeğini yiyemeyen leyleğin, tilkiye; ağzı dar, sadece kendi uzun gagasının girebileceği bir vazo şeklinde yapılmış kabın dibine koyarak sunduğu yemeği... § Biz... Yani sen ve ben... Veya sen gibilerle ben gibiler... Aynı lezzeti alıyor isek aynı lokmaları çiğnerken... Ve bakışıyorsak kalp kalbe, sebebi nedir, biliyor musun? .. .... Bak... Ve gör; “Biribirinin aynı” olan kaplarla “ikram” ediyoruz birbirimize... § Gönlüne selâmı var gönlümün. Ama daha da önemlisi; Gönlüne selâmı var, “gönlümdekiler”in! .. ..... Ve öyle güzel, öylesine güzel ki gönlümdekiler; İnanamazsın! ..
Muammer Erkul
Papatya’m...
Israrla emdiği sigarasının dumanı henüz içindeyken öksürük tutan, kara kuru illetli bir adam gibi; her tarafından sesler ve dumanlar çıkartarak gelir kara trenler... Bembeyaz papatya tarlalarının arasından geçerek... Yahut ekşi suratlı kara kuru adamlar “kara trenler gibi” gelirler insanlar arasından; Sevdalarıma doğru! .. § Sevdalarım nedir mi benim? .. Benim sevdalarım; el değmemiş ve üzerine ayak basılmamış papatyalardır; gözleri sana benzeyen! .. Ve yaprakları sana benzeyen... Ve boyunları sana benzeyen; incecik! .. Niye sana benzer ki papatyalar; böyle tiril tiril ve tertemiz oldukları için mi? .. Böyle her biri diğerlerinden farksız ama her biri bir diğerinden daha güzel olduğu için mi? .. Yoksa, her bir papatyayı mükemmel kılan; dantelsiz, boyasız o sade güzelliğinin idrakinde olması mı? § Evet, sen “farksızsın” herkesten; tarlalar dolusu, binlerce papatya arasındaki herhangi bir papatya gibi... Ama; “benim papatyam” gibi! .. ..... Zaten sen herkes için özel değilsin ki; benim için özelsin... Hah işte bence sen; bunun için güzelsin! .. § Bütün çiçekler, “ne kadar güzel olduklarını” duymak ister habire... Papatyalara ise bir papatyanın ne güzel olduğunu işitmek yeter! .. § Her yanından sesler ve dumanlar çıkartarak gelir kara trenler... Papatya tarlalarının arasından geçerek; sevdalarıma doğru! .. Sevdalarım ise; el ve ayak değmemiş papatyalardır benim, kara trenlerin aralarından geçtiği... Sevdalarım; her an ne kadar güzel olduğunu dinleyerek uyumak isteyen çiçeklerin aksine, herhangi bir papatyanın ne güzel olduğunu duymakla yetinen papatyalaradır... ..... Sevdalarım; Papatyalara benzeyen, sanadır! ..
Sevmek; farkında olmaksa yaşadığının
Sevmek; bakmak değil görmekse eğer
Aklın başından gitmesi değil,
Duymak ve bilmekse eşit olarak;
Yemeden, içmeden kesilmeden
Çoğalmaksa sevmek eksilmeden,
Çağına tanıklık ederek
Ve kahrolmamaksa arabeske inat.
İçin içine sığmamaksa
Bir coşku, bir şenlik, bir erdemse sevmek;
İnsanları, çocukları, kuşları unutmadan
Verem olmamaksa sevmek senin aşkından
Daha sağlam basıyorsam toprağıma,
Unutmak, şaşkınlık, azap değilse;
Bilinç, öğreti ve sevinçse,
Paylaşılan bir ekmek gibiyse sevgi;
SENİ SEVİYORUM!
Enis Fosforoğlu
KURABİYE HIRSIZI
Bir gece kadının biri bekliyordu havaalanında,
Daha epeyce zaman vardı, uçağın kalkmasına.
Havaalanındaki dükkandan bir kitap ve bir paket
kurabiye alıp, buldu kendisine oturacak bir yer.
Kendisini kitabına öyle kaptırmıştı ki, yine de
Yanında oturan adamın olabildiğince cüretkar bir şekilde
Aralarında duran paketten birer birer kurabiye
Aldığını gördü, ne kadar görmezden gelse de.
Bir taraftan kitabını okuyup, bir taraftan kurabiyesini yerken,
Gözü saatteydi, 'kurabiye hırsızı'yavaş yavaş
Tüketirken kurabiyelerini.
Kulağı saatin tik tak larındaydı ama yine de
engelleyemiyordu tik tak lar sinirlenmesini.
Düşünüyordu kendi kendine, 'Kibar bir insan olmasaydım,
Morartırdım şu adamın gözlerini! '
Her kurabiyeye uzandığında, adam da uzatıyordu elini.
Sonunda pakette tek bir kurabiye kalınca
'Bakalım şimdi ne yapacak? ' dedi kendi kendine.
Adam, yüzünde asabi bir gülümsemeyle
Uzandı son kurabiyeye ve böldü kurabiyeyi ikiye.
Yarısını kurabiyenin atarken ağzına, verdi diğer yarıyı kadına.
Kadın kapar gibi aldı kurabiyeyi adamın elinden ve
'Aman Tanrım, ne cüretkar ve ne kaba bir adam,
Üstelik bir teşekkür bile etmiyor! '
Anımsamıyordu bu kadar sinirlendiğini hayatında,
Uçağının kalkacağı anons edilince bir iç çekti rahatlamayla.
Topladı eşyalarını ve yürüdü çıkış kapısına,
Dönüp bakmadı bile 'kurabiye hırsızı' na.
Uçağa bindi ve oturdu rahat koltuğuna,
Sonra uzandı, bitmek üzere olan kitabına.
Çantasına elini uzatınca, gözleri açıldı şaşkınlıkla.
Duruyordu gözlerinin önünde bir paket kurabiye!
Çaresizlik içinde inledi, 'Bunlar benim kurabiyelerimse eğer;
Ötekiler de onundu ve paylaştı benimle her bir kurabiyesini! '
Özür dilemek için çok geç kaldığını anladı üzüntüyle,
Kaba ve cüretkar olan,'kurabiye hırsızı'kendisiydi işte.
İhanetin adı göçmen bir kuşa verilmiş,
Sadakatin adı ise; bir serçeye
Göçmen kuş bütün bahar ve yaz boyunca
Küçük köyün üstünde uçmuş serçeyle beraber
Küçük sinekleri, kurtları yemişler,
Kış yağmurlarıyla şaha kalkmış, derelerden su içmişler.
Masmavi gökyüzünde dans etmişler,
Çiçek açan ağaçlara konup, papatya tarlalarında gezmişler...
Birbirlerine söz vermiş kuşlar;
Ayrılmayacağız diye.
Ama kış gelmiş,
Göçmen kuş adına yakışanı yapmaya kararlıymış,
Serçe ise her zamanki gibi sadık
Ama sevgi de yabana atılmaz bir gerçek.
Ayrılık acı, ihanet kötüymüş serçe için
Yaşamaksa önemli imiş göçmen için.
O, baharların tatlı eğlencesiymiş sadece
Gel demiş serçeye benle beraber...
Başka bir bahara uçalım.
Serçe ise burda bekleyelim demiş yeni baharı
Ama kış acımasızdır. demiş göçmen,
Yaşayamayız burda, aç kalır üşürüz
Serçe hayır demiş korunuruz kötülüklerinden kışın beraber
Göçmen inanmamış serçeye hayır demiş gidelim.
Serçe için gitmek nasıl bir ihanetse yaşadığı yere
Kalmakta aynı şekilde ihanetmiş sevgiliye
Ve karar vermiş sevgiyi seçmiş
Uçacakmış yeni bir bahara...
Göçmen ve serçe çıkmışlar yola,
Ama serçe zayıfmış,
onun kanatları uzun uçuşlar için değil.
Dayanamayacakmış bu yola
Oysa göçmenin kanatları güçlüymüş
Çünkü o hep kaçarmış kışlardan
Hep gidermiş zorluklarından kışın yeni baharlara
Bir fırtına yaklaşıyormuş.
Göçmen hızlı gidiyormuş fırtınadan, yakalanmayacakmış
Ama serçe iyice zayıf kalmış, yavaşlamaya başlamış
Göçmene duralım demiş artık.
Biraz dinlenelim
Göçmen itiraz etmiş, fırtına demiş, ölürüz.
Serçe çok fırtına görmüş, kurtuluruz demiş.
Ama göçmen yürü demiş serçeye
birazdan okyanuslara varacağız
Serçe sevgisine uymuş ve
peşinden son bir gayretle gitmiş göçmenin
Birazdan varmışlar okyanusa
Kurtuluşuymuş bu büyük deniz
Göçmen için çok iyi bilirmiş buraları
Ama serçe ilk kez görüyormuş ve sanki
Gökyüzünden daha büyükmüş bu yeni mavi
Serçe artık dayanamıyormuş,
Son bir sevgi sesiyle seslenmiş göçmene
Artık gidemiyorum.... Göçmen serçeye bakmış,
Bakmış ve devam etmiş........
Okyanus çok büyükmüş, serçe ise çok küçük
Serçenin sevgisi de çok büyükmüş ama göçmen çok küçük...
Mavi sularında okyanusun bir minik SADAKAT...
Yeni bir baharın koynunda koca bir İHANET...
Yıldızları kokladım gelmediğin geceler
Yıldızları kokladım, gelmediğin geceler........
Sanki... Ve sanki koptu geceye bağlandığı ipinden, sabah. Çektii, çekti de kör saatler ardındaki şafağı;
Tükenmedi karanlık! ..
.....
Gün doğmadı...
Söküldüğünden beri düğümü benden; umudunun! ..
§
Ben,,, yıldızları kokladım; gelmediğin geceler boyu! ..
Halbuki, biliyordum; gece, sadece bir kara çarşaf gibiydi başımda, incecik...
Biliyordum ki bin deliğinden de karanlığın, ümitti salan bana ışıktan iplerini;
Adını 'yıldız' koyup! ..
Kara bir çarşaftı gece, başımda. Kara bir çarşaftı nefesimi tıkayan ve ben; adına 'yıldız' denen her minik deliğin ağzına yapışıp, umut soluyordum! ..
Ben, yıldızları yokluyordum geceler boyu...
Yıldızları kokluyordum; olmadığın geceler! ..
§
İçim, sızlıyordu, çünkü 'içim' sızıyordu her yaramdan dışıma...
Her yaram yâââr kokuyordu! ..
§
Bir yıldız dudağıydı aradığım; soluksuz gecelerimde... Hangisiydin, bilmeden... Bilmeden, ışıktan bakışların hangisi olduğunu! ..
Yıldızları kokluyordum gelmediğin geceler...
§
Ve ben ümit içiyordum ışık dökülen kurnalardan. Turnalar haber uçuruyorken aydınlık kıtalara, ben umuyordum...
Umuyordum ki;
Hiç bitmeyecek kadar çok yarınımız var...
§
Ben, yıldızları kokluyordum gelmediğin geceler...
Biliyordum ki, kimse bilmez kokusunu ben gibi; yıldızların. Kimse bilmez; her biri nasıl da ayrı kokar, her biri bir çiçek gibi...
Yıldızları kokluyordum gelmediğin geceler...
§
Yıldızları kokladım, gelmediğin geceler...
Muammer Erkul
Yarama şiir bastım...
Tütün yoktu, tuz yoktu cââân; Yarama şiir bastım! ..
§
Surda yâre yâreydi güllelerin izleri; bendeyse pâre pâre, dudaklarının! ..
Surlardaki yaralar dolar, kapanır ve örülürken ben; her bûsenin deliğinden burçlara asılırdım! ..
§
Yârelerimdi yârin göründüğü mazgallar;
Her delikten cansuyum canânıma bakardım!
İlaç yoktu, tütün yok ve tuz dahi yoktu cân;
Her kanayan yarama birkaç şiir sarardım! ..
§
Palto yoktu, kazak yoktu; yorgan yok ve yatak yoktu...
Buz solurken ortalık, üstüme şiir aldım!
Ekmek yoktu, katık yoktu... Su dahi yok iken cââân; kaş çatmadan, karnıma yine şiir dolardım! ..
“Ben” vardım önceleri, sonra “sen ve ben” olduk...
Ardından; senden bende, bir “yara” peydahladın;
... ve gittin! ..
.....
Yarimin hatırası; bir öksüz “evlat gibi yarama” şiir bastım...
Ekmek yoktu, döşek yoktu...
ilaç yoktu, ve tuz yoktu...
Tütün dahi yoktu cââân;
Şiir bastım yarama...
Yarama şiir bastım!
Muammer Erkul
Gönlümdekiler
Ey, benim her gizlemediğimi bilen... Benimse, adını bile bilmediğim! ..
§
Bir bardak serin su gibi aktığın için içime...
Bir bardak serin su gibi aktığın için kızgın günümün ortasına;
Doymadığım...
Doyamadığım!
§
Doymadım, ama doyamadığım; bana yazdığın, iltifata kaçan ifadeler değil; sana aktarmaya çalıştıklarımı farkedişlerin, farketmeye olan gayretlerindi...
Çünkü ben;
Gelmiş geçmiş en etkili hatip olsaydım bir ıssız adada, neye yarar! ..
Dünyanın en etkili yazılarını yazsaydım, bilinmeyen bir lisanla! ..
Veya; olmasaydı okuyanım! ..
§
Sen olmasaydın...
Eğer, sen olmasaydın, ben; “mektup yazılacak” biri mi olurdum? ..
.....
Sen olmasaydın...
Sen olmasaydın; kim dinlerdi Üsküdar’ımı... Kim dinlerdi Paşabahçe’liliğimi, veya “susak”larla tanışıyor oluşumu? ..
§
Tilki ile leyleğin hikâyesini biliyorsun, değil mi? ..
Hani dümdüz tabaktaki davet yemeğini yiyemeyen leyleğin, tilkiye; ağzı dar, sadece kendi uzun gagasının girebileceği bir vazo şeklinde yapılmış kabın dibine koyarak sunduğu yemeği...
§
Biz... Yani sen ve ben...
Veya sen gibilerle ben gibiler...
Aynı lezzeti alıyor isek aynı lokmaları çiğnerken...
Ve bakışıyorsak kalp kalbe, sebebi nedir, biliyor musun? ..
....
Bak...
Ve gör;
“Biribirinin aynı” olan kaplarla “ikram” ediyoruz birbirimize...
§
Gönlüne selâmı var gönlümün.
Ama daha da önemlisi;
Gönlüne selâmı var, “gönlümdekiler”in! ..
.....
Ve öyle güzel, öylesine güzel ki gönlümdekiler;
İnanamazsın! ..
Muammer Erkul
Papatya’m...
Israrla emdiği sigarasının dumanı henüz içindeyken öksürük tutan, kara kuru illetli bir adam gibi; her tarafından sesler ve dumanlar çıkartarak gelir kara trenler...
Bembeyaz papatya tarlalarının arasından geçerek...
Yahut ekşi suratlı kara kuru adamlar “kara trenler gibi” gelirler insanlar arasından;
Sevdalarıma doğru! ..
§
Sevdalarım nedir mi benim? ..
Benim sevdalarım; el değmemiş ve üzerine ayak basılmamış papatyalardır; gözleri sana benzeyen! .. Ve yaprakları sana benzeyen... Ve boyunları sana benzeyen; incecik! ..
Niye sana benzer ki papatyalar; böyle tiril tiril ve tertemiz oldukları için mi? .. Böyle her biri diğerlerinden farksız ama her biri bir diğerinden daha güzel olduğu için mi? ..
Yoksa, her bir papatyayı mükemmel kılan; dantelsiz, boyasız o sade güzelliğinin idrakinde olması mı?
§
Evet, sen “farksızsın” herkesten; tarlalar dolusu, binlerce papatya arasındaki herhangi bir papatya gibi...
Ama; “benim papatyam” gibi! ..
.....
Zaten sen herkes için özel değilsin ki; benim için özelsin... Hah işte bence sen; bunun için güzelsin! ..
§
Bütün çiçekler, “ne kadar güzel olduklarını” duymak ister habire...
Papatyalara ise bir papatyanın ne güzel olduğunu işitmek yeter! ..
§
Her yanından sesler ve dumanlar çıkartarak gelir kara trenler... Papatya tarlalarının arasından geçerek; sevdalarıma doğru! ..
Sevdalarım ise; el ve ayak değmemiş papatyalardır benim, kara trenlerin aralarından geçtiği...
Sevdalarım; her an ne kadar güzel olduğunu dinleyerek uyumak isteyen çiçeklerin aksine, herhangi bir papatyanın ne güzel olduğunu duymakla yetinen papatyalaradır...
.....
Sevdalarım;
Papatyalara benzeyen, sanadır! ..
Muammer Erkul