Mehmet Ali Küçüközer - Hakkında Yazdığı Tanıt ...

Sevgi, Vefa ve paylaşmak insanı insan kılan vazgeçilmez değerlerdir. Muhabbet etmek, İnsan ve Doğa sevgisi, Kitaplar, Okumak ve araştırmak, yaşamın tadına varmak vazgeçilmezlerimdir. Güzel sohbetlerde buluşmak dileğiyle...



Bir at başı gibi Akdenize uzanan Anadolu’nun orta yerlerinde bulunan topraklara  bozkırlar hakimdir... uçsuz bucaksız ufuklarını sevimsiz kahverengi bir renk kaplar... toprağı renksizdir pek keyif vermez manzarası ! Ancak verimlidir yediveren gibi başakları boldur bozkırların... yalçın dağlara sahip değildir bir koşumda aşılan tepeleri vardır kuş konmaz kervan geçmez Yaradanın pek cimri davrandığı topraklara sahiptir Anadolu bozkırları...

Uçsuz bucaksız renksiz bozkır ufuğunda kalabalık bir gurup düzensiz ama kararlı bir şekilde ilerliyordu... geçtikleri yerden gürültüyle toz toprak kaldırıyor ancak ağaçlara, kuşlara, çiçeklere zarar vermekten kaçınarak yürüyorlardı  bir çoğu yalın ayak... Konya ovasından kuzeye hiç görmedikleri, dokunmadıkları ama işittikleri görmeden sevdalandıkları Pirlerini, sevdalarını, görenlerin yüzüne bir daha bakamadığı, bakmaya kıyamadığı sevgililerine Sultanlar sultanına Baba İlyasa doğru gidiyorlardı... Önlerine çıkan dağlara, ovalara, nehirlere, derelere aldırmadan zorlukla da olsa aşıp nazlı bir dere gibi kıvrıla kıvrıla akıp gidiyorlardı ak libaslı ak yüzlü yarenler, canlar, cananlar, kızanlar...

Kırk gün önce  Konya Sultanının üzerlerine gönderdiği üç bin kişilik atlı ve yaya iyi silahlanmış orduyu perişan etmiş çok azı kurtulabilmişti bu inançlı yüreklerin elinden... 

Sultan sarayında köpürmüş, küplere binmiş, vezirlerini köpekleri  azarlar gibi azarlamıştı kötü haberi alınca !
           Sultan : -Tez Frenk leşkerine, buyruğumuzdaki beylere haber salın ! ellerinde ne kadar yiğit varsa silahlarıyla birlikte emrimiz altına girsinler ! Bu çapulcu ordusu benim bahadırlarımı nasıl alt eder ! nasıl kıyarlar gözüm gibi baktığım civanmertlerime ! bunu onların yanına komam ! kanlarını içsem de bedenlerini lime lime etsem de ! doymam doymam da doymam diyor,  içi içini yiyordu...

Çok uzaklarda kuzeyde bir yerlerde yalçın kayalıklara kurulu  kalenin surları içinde yeşil giyitli, kır saçlı, ak sakallı, açık alınlı, buğday tenli, kaşları yukarı kalkık, kartal burunlu, sert bakışlı çakır gözlü bir adam sert ama kararlı adımlarla içinde bulunduğu aydınlık odada düşünceli ve tedirgin bir ruh haliyle odanın bir köşesinden bir köşesini  adımlayıp duruyordu.... yazık olacak yarenlere, canlara, bebelere, yavrulara yazık olacak bir hal çaresini bulmak lazım ne yapsam da inançlı sevdalıları zalimin zulmünden kıyımından kurtarsam..

Biliyordu ki bu frenk askerlerinde acıma, merhamet yoktu kılıçlarının kargılarının okların önüne kim gelirse gelsin kadın, çocuk demeden katlederlerdi... sahiplerinin emirlerini gözlerini kırpmadan yerine getirirlerdi. Göndermemeliydim !, haber salmamalıydım ! halifelerimle, dervişlerimle... Yüreklerinden başka bir sermayeleri olmayan Canlara anlatmamalıydım !... fukaralığın yoksulluğun tek çaresinin ekinleri, arazileri, bağları, bostanları, tarlaları ve bahçeleri paylaşmak olduğunu... yarin yanağından gayrı her şeyi paylaşmaları gerektiğini kardeşliğin böyle olacağını demeseydim keşke... demeseydim yüreklerin birleştiğinde Sultanları da, Hükümdarları da, beyleri de dize getireceğini demeseydim... Lal olsaydım da demeseydim...

Gerçi yarenlerin, tam on iki defa Sultanın, beylerin ordusunu silahsız, pusatsız değneklerle, taşlarla, sopalarla tek yürekle yenmelerini işitince şaşkınlıktan ne diyeceğini bilememiş öylece kalakalmış, sonrasın da ise sevinçten çıldıracak hale gelmişti... Binlerce ak libaslı,  ak yüzlü “Can”  Sultanın ordusunu ilkel silahlarla bir değil iki değil tam on iki kez her defasında perişan ederek darmadağın etmişlerdi...

Aklına bir fikir geldi. Huzurdaki dervişlerden birine : - Derhal kaledeki en hızlı ve güçlü atı al “Canlara” Sultanın askerlerinden önce var ! canlar canı İshak kulumuza  de ki: Yarenleri, bacıları Ak geçide götürsün orada bir gün konaklasın tam emin olduktan sonra gece yürüyüşe geçsinler hiç durmadan sıkı bir yürüyüşle azimli olurlarsa Kaleye yuvamıza kimsenin burnu kanamadan varırlar...

Güneş bugün şahit olacağı çirkinlikleri görmek istemezcesine yavaş yavaş tepenin ardından yükselerek ışığını yarenlerin olduğu Malya ovasına  saldı... Kalabalık Güneşten önce uyanmış günlük işlerini yapmaya koyulmuştu... çocuklar beraberlerinde getirdikleri köpek yavrularıyla neşeyle oynayıp dururlarken ufukta bir karaltı belirmeye başladı. Yavaş yavaş büyüdü karaltı tepeye varınca devasa bir orduya dönüştü... Binlerce  zırhlı başları tolgayla kaplı süvari donuk anlamsız bakışlarla ovadaki kalabalığı süzmeye başladı... Ovadaki yarenler  neler olup bittiğini anlamadan şaşkınlıkla sağa sola koşuşturmaya başladılar daha sonra bir çadırın önünde toplanmaya başladılar. Baba İshak dışarıda anormal bir hareketlilik sezince çadırdan dışarıya çıktı.

Çadırın önünde binlerce “Can” toplanmıştı. Kısa bir şaşkınlıktan sonra neler olup bittiğini anlamaya çalışırken kalabalıktan bir ses : - Sultanım karşı tepede binlerce atlı öylece durmuşlar, Konya’nın hakimi  yeni bir ordu göndermiş ! ne yapmamızı istersin dedi.  Baba İshak bir an durakladıktan sonra :


- Canlar, bacılar, yarenler ! Yine vuruşacağız ! Anlaşılan zulmün sahibi bizi öldürmeden rahat etmeyecek ! varsın gelsinler, çarpışacağız çaresiz ! kadınlar ve çocuklar emin bir yere götürülsünler “Canlar” saf tutsunlar bekleyelim saldırırlarsa karşılığını alırlar elbet... !

Derken bacılardan biri öne çıktı. “Ala gözlü nazlı pirim” dedi ! Eğer bugün öleceksek erkeklerimizle çocuklarımızla, bebelerimizle birlikte ölelim ! birlikte içelim şehadet şerbetini yoktur ayrımız gayrımız... Atalarımız ecdadımız gibi her yerde sizinle birlikteyiz dirlikte de ölümde de Yaradana kavuşurken de... Kalabalık homurtuyla karışık  onayladı kadını. Kadınlar ve çocuklar kararlı ve yüksek bir sesle:   Hep birlikteyiz ! dirlikte de ölümde de ! semahta da ! hak şerbetini içerken de...

Güneş tam tepeye geldiğinde  zulmün askerleri Malya ovasına akmaya başladı... yarenler çoluk çocuk  beklemeye koyuldu orduyu... ak yüzlerinde korkudan bir eser yoktu aksine yürekten inanmış pırıl pırıl yüzlerle dirençli bedenlerle  karşılıyorlardı çelik kılıçları, zırhları, okları... Ansızın binlerce ok vınlaması duyuldu binlerce ok yüzlerce gencecik fidanı devirmeye başladı ardından tepeden akıp gelen binlerce atlının çelik kılıçlarına karşı siper ettiler ak göğüslerini... tez zamanda al kanlara boyandı ak libaslar ay gibi parlak yüzler... İnançlı sevdalı gönüller sopalarla, taşlarla, sapanlarla karşı koyuyordu zulmün kalelerine... Büyük ve kanlı bir savaş oldu ...

 Daha fazla karşı koyamadı yarenler canlar bir ekinin başakları gibi sapır sapır dökülmeye başladılar ! daha fazla dayanamadı narin boyunlar çelik kargılara, merhametsiz oklara... Malya ovası ağlıyordu ! kurduyla, kuşuyla, böceğiyle, çiçeğiyle, ağacıyla, taşıyla... hiç şahit olmamıştı böyle bir kıyıma cümle mahlukat. Güneş bile hicap ederek bir bulutun arkasına gizlendi bir daha doğmak istemezcesine...

Binlerce ak libaslı ak yüzlü yalın ayak “Can” yatıyordu Onurlu ve mağrur bir edayla Malya ovasının taşında toprağında mutlu ve huzurlu bir yüzle uzanmış yatıyorlardı ak libasları al kanlara boyanmış bir halde...

Frenk askerleri mutsuz, Frenk askerleri pişman ve ağlamaklı... Komutanları savaş alanını gezemedi, mağrurlanamadı ezik hissediyordu kendini, boğazına bir yumru takılı kalmıştı. ! Yıllarca savaşmıştı para ve ganimet uğruna ama böyle yiğitleri ilk kez görüyordu ! Çocuğuyla, yaşlısıyla, kadınıyla, erkeğiyle...  Ölürken, boğazlanırken, parçalanırken, al kanlara boyanırken bir ah bile çekmemişlerdi... hiç feryadı figan etmemişlerdi çarpışırken de ölüme giderken de kol kolaydılar yürek yüreğe inanmış, başarmış ve zafer kazanmış insanların hissettikleri huzurla göç ettiler bu dünyadan...

M.Ali Küçüközer    04.02.2005

Sunu
I
güneşi hiç görmedim penceremde
ne ay doğdu geceme ne bir yıldız
hem sıkış sıkış hem çöl kadar ıssız
beş yıldır bir şeyler soluyor içimde
II
dal olsun diye kuşa uzattımdı kolumu
omuzlarıma kadar ekmek ufaladımdı
yanılıp da bir kez bile konmadı
inip üç adımda bitirdim yolumu

evet üç adımda bir tokat
gibi çarptı yüzüme duvar
dibine çöküp avuçlarımı açtım fakat
hangisine sapsam ne çok yol var

el eli çoğaltmayınca bir yerde
uçurumlaşıyor avuç çizgisi de
tek başıma yürüsem şimdi
barbaros bulvarı'ndan beşiktaş'a
bir vapura binsem ya da motora
-kaptan dümen kır üsküdar'a-
düşteki gibi ansısam birden
koyun gibi yatırılıp kazınmış saçımla
ayakkabısızlığım.. pantolonsuz bacaklarımla
içinizde aykırı bir yaşamım ben
ihbar polis filan.. güvertede tutuklanmadan
balığın üstüne martının altına
yarı yolda kaldırıp gövdemi atsam
bulurdum kendimi ayaklarımın dibinde
beş yıldır bir şeyler sürükleniyor içimde

yıllarca mektupsuz kitapsız bırakıldım
bir elimle yazdıklarımı
okudum diğer elimle
beş yıldır beş koca yıldır
bir şeyler kopuyor içimde

III
şortum ve şıpıdık tokyalarımla gördünüz
beni haydarpaşa hastane girişinde beklerken
güneş yanığı teninize renk renk giysilerinize bakarken
uzun zincirlerle bağlı kollarımı süzdünüz

imgeleminiz hemen de devindi
-deli bu deli-
yüzdeki buruşmadan
duymasa da anlıyor insan
biraz kötücül biraz acımaklı
baktınız yüreğimi şaşırdım
dürterek birbirinizi
gizliden fısıldaştınız

sıkıca kavranıp kollarımdan
özenle geçirildim aranızdan
-sizi mi koruyorlardı beni mi bilmem-
çocuklarınızı kaparak çamurmuşum
gibi sıçradınız iki yanıma
ama soru sorandır çocuk-baba
anne kim neden bu amca...
bir çift dikenli tel yumağıydı gözlerim
ağlayamadığımca ağladım yanıtınıza

IV
gün batınca çocuklar erkenden
masallarını dinlemeden derin bir uykuya
bir yunus dalıp çıkıyormuş gibi suya
kalkıyorlar gözlerinde yıldız gülerken

bendim öpen bendim silen
anne diye üşüyen korkularını
ellerimle şafak yangını yıldızları
bendim gözlerine koyup giden

sabah bir parça da anneler
beni öpüyorsunuz
bilmeden tadımı taşıyorsunuz
günboyu sıcacık dudaklarınızda

yaslandığınız ağaçta benim sırtım
çiğniyorsunuz sokakta ayak izlerimi
kokladıkça açan güzelim çiçeği
ansıyın bir zaman yakama taktım

geçerken kulaklarınıza uğultular geliyordur
evet siz de vardınız taksim alanı'nda
hepten unuttuğunuza inanmıyorum mutlaka
omzunuzda omzumun sıcaklığı duruyordur

V
duysanız anlasanız bir kez beni
böyle tek başıma geceleri
çığlık çığlığa kalkmazdım
ellerimin arasında kanayan alnımla
çatlak bir duvar gibi bakmazdım

bir elime ateş ötekine barut
çizgi çizgi ben mi kazıdım
değmesin diye bağlasa mıydım
açlık ve ölümle yağarken bulut

gençliğimi kakıp durmayın başıma
bugünden yarına akardım
bir bilseniz neler yaşadım
yüzyıl bebek kalır yanımda

VI
asıldım yüreğinizin kapısına
acıyı sevince bölerim
su gibi yaprak gibi gülerim
çıkmayın dokunmadan bana

bir orman gibi yürüyüp elbet
varacaksınız ortasına yolun
ben yatarım bin müebbet
siz çiçeklene-dallana durun

Nevzat Çelik


Buldular Beni

Kendi kitabına girdim saklandım
Kelime kelime buldular beni
Denizin dibinde ot oldum bittim
Balığın karnından yoldular beni

Serden geçmez imiş sırrın verenler
Daha dönmez Hak yoluna girenler
Ramazan davulu oldum erenler
Vakitli vakitsiz çaldılar beni

Kadeh oldum elden ele verildim
Bir can buldum öldüm öldüm dirildim
Namaz postu oldum dosta serildim
Secdesiz Kıble’siz kıldılar beni

Şal kumaş yapılmaz tazı çulundan
Vazgeç gönül parasından pulundan
Pir aşkına Pir Sultan’ın yolundan
Mahzuni ol diye saldılar beni

Mahzuni Şerif


Amerika Katil

Defol git benim yurdumdan
Amerika katil katil
Yillardir bizi bitirdin
Amerika katil katil

Ne diye yutturur bizi
Katil düştük kuzu kuzu
Dünyanin büyük suçlusu
Amerika katil katil

Devleti devlete çatan
It gibi pusuda yatan
Kan döktüren, silah satan
Amerika katil katil

Japonya'yi yiyen velet
Dünyadaki tek nedamet
Haklar geçiriyor cinnet
Amerika katil katil

Güvenme sakin
Insanlikta irk sarisi
Küstü dünyanin yarisi
Vietnam'in çok yarasi
Amerika katil katil

Bunca milletlere yazik
Sömürülmüş bagri ezik
Seni sevenin fikri bozuk
Amerika katil katil

Mahzuni der Türk milleti
Çiksin gitsin elin it'i
Demedim mi bu bunlar kötü
Amerika katil katil

Mahzuni Şerif

Anadolu

Beşikler vermişim Nuh'a
Salıncaklar, hamaklar,
Havva Ana'n dünkü çocuk sayılır,
Anadoluyum ben,
Tanıyor musun?

Utanırım,
Utanırım fıkaralıktan,
Ele, güne karşı çıplak...
Üşür fidelerim,
Harmanım kesat.
Kardeşliğin, çalışmanın,
Beraberliğin,
Atom güllerinin katmer açtığı,
Şairlerin, bilginlerin dünyalarında,
Kalmışım bir başıma,
Bir başıma ve uzak.
Biliyor musun?

Binlerce yıl sağılmışım,
Korkunç atlılarıyla parçalamışlar
Nazlı, seher-sabah uykularımı
Hükümdarlar, saldırganlar, haydutlar,
Haraç salmışlar üstüme.
Ne İskender takmışım,
Ne şah ne sultan
Göçüp gitmişler, gölgesiz!
Selam etmişim dostuma
Ve dayatmışım...
Görüyor musun?

Nasıl severim bir bilsen.
Köroğlu'yu,
Karayılanı,
Meçhul Askeri...
Sonra Pir Sultanı ve Bedrettini.
Sonra kalem yazmaz,
Bir nice sevda...
Bir bilsen,
Onlar beni nasıl severdi.
Bir bilsen, Urfa'da kurşun atanı
Minareden, barikattan,
Selvi dalından,
Ölüme nasıl gülerdi.
Bilmeni mutlak isterim,
Duyuyor musun?

Öyle yıkma kendini,
Öyle mahzun, öyle garip...
Nerede olursan ol,
İçerde, dışarda, derste, sırada,
Yürü üstüne - üstüne,
Tükür yüzüne celladın,
Fırsatçının, fesatçının, hayının...
Dayan kitap ile
Dayan iş ile.
Tırnak ile, diş ile,
Umut ile, sevda ile, düş ile
Dayan rüsva etme beni.

Gör, nasıl yeniden yaratılırım,
Namuslu, genç ellerinle.
Kızlarım,
Oğullarım var gelecekte,
Herbiri vazgeçilmez cihan parçası.
Kaç bin yıllık hasretimin koncası,
Gözlerinden,
Gözlerinden öperim,
Bir umudum sende,
Anlıyor musun?


Ahmed Arif

Ask da Deprem Gibidir

Ne zaman kimi vuracağını asla bilemezsiniz.
Geceyarisi aniden,
dipten yukselen coskulu bir dalga
gibi kabarır içinizde.
Toprak ayağınızın altından kayıyor gibi olur
ve en hazırlıksız oldugunuz anda bütün siddetiyle vurur. Sarsılır, neye uğradıgınızı şasırırsınız.
Heyecan, korku, kararsızlık, cesaret, acı,
öfke, huzun, merhamet, şiddet
kaplar bir anda dünyanızı.
Eş dost yardıma koşsa da kolay toparlanamazsın.
Bittiğinde agır bir enkaz bırakır geride.
Daha kötüsü,
'tamamen bitti' sandıgınız sarsıntı,
hafif bir siddette artıcı şoklar halinde yıllarca sürebilir.
Kalbinizdeki kırık hat ara sıra yoklar yeniden...
Can Dündar


Aşka ve Terke Dair

Öyle Bir ilişkiye

En güzel yıllarınızın, acı tatlı hatıralarınızın ortağıdır; iç çekişmelerinizin nedeni; yazılarınızın ilhamı, sohbetlerinizin konusudur.
Göz yaşlarınızda, bilinçaltınızda, kahkalarınızdadır.
Korkunca saklandığınız bir sığınak, coşunca öptüğünüz bir bayrak...
Sevdanız riyasız, çıkarsız, karşılıksızdır. Sınırsız ve nihayetsiz;
“Ölmek var, dönmek yok”tur.
Gün gelir anlarsınız; içten içe bir şeylerin kanadığını...
Tutkulu sevdaların gizli hançerleri başlar parıldamaya

Şurasından, burasından eleştirmeye başlarsınız;
“Şöyle görünse, öyle demese, değişse biraz ya da eskisi gibi olsa...”
Başkalarını örnek göstermeye,
“Bak onlar nasıl yaşıyor” demeye başlarsınız
Hem birlikte yaşayıp, hem özgür olmanın yollarını arasınız.
Aşkınızın gözü kör değildir
artık yanlışını görür düzeltmek istersiniz.
“Eskiden böyle miydi ya...”
diye başlayan sohbetlerde açılır eleştirilerin kapısı;
açıldıkça, bastırılmış itirazlar yükselir bilinçaltından...
Böyle sürmeyeceğini bilirsiniz. Değişsin istersiniz.
O sevgisizliğinize yorar bunu... İhanete sayar.
Tutkulu ilişkilerde ihanetin bedeli ölümdür.
“Ya sev böyle ya da terk et” diye gürler...

Bir zamanlar bir gülücüğüyle alacakaranlığı ısıtan o rüya,
bir kabusa dönüşür birden...
Kapatır gönlünün kapılarını, yasaklar kendini size...
Hoyrattır, bakmaz yüzünüze...
Zehir akar dilinden, konuşturmaz, suçlar, yargılar, mahkum eder;
mühürler dudaklarınızı, yırtar atar yazdıklarınızı,
siler sizi defterden...
“İyiliğin içindi hepsi, seni sevdiğim için...”
dersiniz, dinletemezsiniz.
Ayrılırsanız, yaşayamayacağınızı bilirsiniz,
ama öyle de sevemezsiniz.

İhanetten kırılmıştır kaleminiz; severek terk edersiniz...
“Madem öyle...”nin çağı başlar ondan sonra...
Madem ki siz böylesine tutkunken, o hep başkalarını seçmiştir,
madem ki kıymetinizi bilmemiştir, o halde “Günah sizden gitmiştir”
Lanet ederek bu karşılıksız aşka, çekip gitmeleri denersiniz.
Aşkın göçmenlik çağı başlar böylece...
Daha özgür olacağınız limanlara demirlersiniz bir süre...
Ne var ki unutamazsınız, uzaktan uzağa izlersiniz olup biteni...

Etrafı bir sürü uğursuzla dolmuş, kurda kuşa yem olmuştur.
Delikanlılar, elikanlılar, uğruna ölenler, sırtına binenler
sarmıştır çevresini...
Gurur duyar onlarla, koynunda besler, gözünü oysunlar diye...
Uğruna kan dökenleri sever, yoluna gül dökenlerden fazla...

“Bana ne... kendi seçimi” diye omuz silkmeye çabalarsınız bir süre...
Ama sonra...
Ansızın kulağınıza çalan bir şarkı ya da
kapı aralığından süzülüp gelen bir koku, hatırlatır onu yeniden...

Yaban ellerde, başka kollarda ondan bahseder ağlarsınız.
Kokusunu özlersiniz; türküsünü söylemeyi, şarkısını dinlemeyi,
yemeğini yemeyi, elinden bir kadeh şarap içmeyi...
Karşı nehrin kenarından hasret şiirleri haykırırsınız,
sular kulağına fısıldasın diye...dönüp
“Seni hala seviyorum”
diye bağırmak geçer içinizden... dönemezsiniz.
Görmedikçe bağlanır, uzaklaştıkça yakınlaşırsınız.
Anlarsınız ki bir çaresiz aşktır bu, ne onunla,
ne de onsuz...
Hem kollarında ölmek, kucağına gömülmek arzusu,
Hem “Ne olacak sonunda” kuşkusu...
Böyle sevemezsiniz, terk de edemezsiniz,
sürünür gidersiniz.
Can Dündar

Terastaki Havlu

Aynı terasa açılıyordu yan yanaydı kapılarımız kaldığımız pansiyonda.Akşam üzerleri kaşılaşıyorduk, ortak duş, ortak mutfak, çekingen bir selamlaşma.Aynı terasta yan yana kuruyordu çamaşırlarımız, bu ürpertiyordu beni; acemi, tutuk bir kaç sözlük eşliğinde beyaz şarap içerek aynı terasta seyrediyorduk günbatımını, bu da ürpertiyordu beni.Işığın azalan şiddetinde yan yanaydı terasa vuran gölgelerimiz ve karışıyordu birbirine.
Elimizde olmadan gülümsemiştik bakışlarımız çarpıştığında, sahildeydik ve aynı kitabı okuyorduk ilk karşılaşmamızda.
Sezon açılmamıştı, seyrekti sahiller, daha erken yaz gülümsüyordu.
Pansiyon önündeki sandalların kıpırtısı, çiçeklerin çekingen dirimi, günbatımıyla gölgelenmiş alanların rengi kalmış aklımda.İkimizde yalnızdık ve birbirimize ilişmemeye çalışıyorduk adını kimselerin bilmediği o uzak sahil kasabasında.
Oysa güneşin batışını izlemek gibi kendiliğinden bir birlikteliğe dönüştü paylaştığımız şeyler.
Birbirinden kamaşmaya başlamıştı tenlerimiz dokunmasan da yanındaki gövdeyi duymanın şiddetine dönüşmüştü aramızdaki çekim.
Tenin çağrısı hazırdı kendine kurulan bütün tuzaklara.
O akşam terastaydık gene.Gün çoktan batmıştı. Çamaşırlar asılıydı uzaktan şarkılar geliyordu ve kekik kokuları.Nedense her zamankinden başka bakıyordun bana.
Sonra uzulca dedin ki:
'İlk kez bir erkeğin tenine dokunma isteği duyuyorum içimde.'
Benim için yaz başlamıştı.
'Dokun öyleyse,' dedim.
Sustun.Uzun uzun baktık birbirimize.Kendine nasıl karşı koyduğun okunuyordu yüzünün derinliklerinde.Sonra hiçbirşey söylemeden usulca kalktın, odana gittin, yavaşça örttün kapını.Saatlerce orada, gecede ve o terasta kaldım.
Sabah uyandığımda odanın kapısı açıktı, eşyalarını toplayıp gitmiştin baktım.Yalnızca terasta unuttuğun havlu çırpınıyordu rüzgârda.
Bir daha hiç rastlamadım sana, hirbir yerde hiçbir yazda.Düşünüyorum aradan tam on üç yıl geçmiş.On üç yıl önce içinde uyanan isteğin anısı saklı duruyor mu sende?
Birden adını hatırlamadığımı farkettim bu şiiri yazarken, ama terasta çırpınan havlunun rengi hâlâ gözlerimin
önünde.
On üç yıl sonra şimdi sevgilimden ayrıldığım bu derin, bu kavurucu günlerde neden ansızın aklıma düştüğünü sordum kendi kendime.Sonra anladım:
Bir aşk birçok aşktan yapılıyor ve ayrılınmıyor hiçbir seferinde.

(8 Mayıs 1992)
Murathan Mungan