bir yazi...beni yorumsuz birakan..dilimi baglayan..bu gece ve her gece bana seni hatirlatan bir yazi...sevgili yazarin kendinden izin alamadan koydugum bu yaziyi sizlerle paylasmak istedim...
SEVGILI, KÜRTCE SEV BENI! ! ! !
Sevgili’ydi. Şimdi olmasa da, aniden gidecek gibiydi... Birazdan, sanki bütün söylediklerini geri isteyecekti benden... Bakışlarındaki Haliç’i, Balat’ı, iki göğsünün arasında kurduğum tanımsız yuvalığını alıp gidecekti. İçimde bir şirpençe büyüyecekti en alından. Sol yanım, artık “sızım” olacaktı... “Evim” dediği beni, bir başıma koyacaktı buralarda. Bindiğim, bütün salıncakların iplerine asacaklardı gülüşlerimi; atlar karıncalarına küsüp gideceklerdi; artık, atlıkarıncam olmayacaktı. Bir yol ayrımı, en iyi ihtimalle ikiye bölecekti bizi; oysa, ayrılsak da ikiden fazla edecektik. Kaç bin ettik ayrılıkta, sayamadım! Uçağı, sözleşmiş bir monotonluğa kalkacaktı Atatürk Hava Limanı’ndan. Eflatun gölgesini kovalamak kalacaktı bana, İstanbul sokaklarında... En kısa mesafelerde, göç olacaktı tüm gün yaşadığım... Fonda bir yan flüt sesiyle içim hep acıyacaktı. Nedendir bilmem, yolculuğuna başalamadan dedi ki: “ Çocukluğumun geçtiği yerlere gidek barabar, gitmeden ben! ” Sormadım, nedenini. Elini tuttum, yanına verdim yanımı... İlk uçağa bindik. Birini, bundan sonra ancak yanında değil de içinde götüreceği bir kadınla, ağrılı çocukluğuna taşıyordu o hız... Uçaktan inip araca bindik. Hasretistan’a başladı gecenin içinde film(imiz) . Delikanlı şoför kapıları kapattı, kaseti koydu... Kuytumdaki sandıktan, biriktirdiğim türküleri çıkardım; sıcacıktım. Bildiğim bütün yanık sesli erkeklerin ellerini tuttum içimden, sevgili’den habersiz! Yollar “hiç bitmesin”i diledim, utanarak. Başkaları ile susmanın terbiye sayıldığı bir annelik öğretisine takılıp kalmıştık sanki de, o yüzden konuşmuyorduk. Konuşmuyor muyduk yoksa susuyor muyduk? İçimden geçenleri, zihnime anlatmak gibi bir kent soyluluğu denedim, o camın dibinde, tütünle. İçerimle bir olup dışarı baktım. Bir şeyler koymalıydım sol cebime, göyneğimin iç cebine; birşeyler! Çamurlu, karanlık yolları geçip eve vardık. Şiirdeki gibi olacaktı. ”Bir misafirliğe gidecektim, bana temiz bir yatak yapacaklardı, adımı dahi unutup uyuyacaktım...” Kalktığımda, kar ne bulduysa, kapatmış olacaktı. Mahsur ve mağdur kalışın adından bile söz etmeyecekti oradakiler. Ben, önce hayret sonra susku yaşayacaktım bu alışılmışlığa... Pencereden köye baktım. Gökyüzü, bütün sürüsünü içime verecek kadar, yakınımdaydı... Kırmızı kiremitler yoktu çatılarda ama biliyordum, sevgilinin bir gün sılaya geri dönüp, yeniden çatma hayali vardı çatılarını. Düşüne zaman özrü dilemiş ve yaşlanmayı bekliyordu doğu düşleri için!) Her şeyi hatırlayarak uyandım, sonraya. Kalabalıktı ev. Herkesin, içinden konuştuğu bir gürültüye kalktım. Öyle “pammuh” gibi falan değildi yağmış kar, ama yine de, bir bayram sabahı hislerime götürüp bıraktı beni. Bir yüzün, (ama her hangi bir yüzün değil) , “sabah oldu” TÜRKÇE’sine uyanmıştım: “Haydi kalk güzelim, bak kar yağmış...” Saatlerdir duyduğum tek Türkçe cümle buydu. Sanki sabah, benim için olmuştu, sırf ben olduğum için olmuştu. Sanki olmasam, sabah olmayacakmış gibi bir Türkçe’ydi sevgilinin yüzündeki... Anam olsa “kurban olayım” deyip sinesine sarardı onu. Ben annem değildim, demedim! Dışarı çıktık, dağlara gidip köydeki bakir günlerine baktık onun. Parmakları, avuçlarıma kavuşmak istiyordu ama zaman, ama gelenek, niceleri gibi bizi de affetmiyordu! Sustu. O sustukça, bilmediğim bir dilde ilk kez ağladım ben... Sanki birini, bir dağ yamacında, ekoseli bir battaniyeyle gömüp döndük, kente. Gitti sevgili! Değilleyemedim yolculuğunu. Göyneğimin cebindeki o hüzün hiç bitmedi, hatırlayıp hatırlayıp tuzlu su döktüm yanaklarıma! Şimdi, aklımda on bin yol, on bin düşünce ve hala onun, köy yolundaki soluğu... Sahi soramadım, sen oralardan mı damıtılıp gelmiştin bana sevgili? Canı en çok nerede acımıştı onu bile sor-a-mamıştım beni uyandıran adama. Düştüğü kapının önünde mi yoksa o uzun kent yolculuğuna başladığı yerde mi? ... Belki sevdiği kadını başka birine gelin ettikleri gün, avludaki o ağaca asılmayı dilerken içinden. Yoksa şimdi mi, yoksa bunları okuduğunda mı, yoksa elimi elin üstüne, sineni sinem üstüne katamadığın, katıp da beni yaşamına, “katık” yapamadığın şimdi mi sevgili? Geceye tanık bıraktığımız eflatun ter, olmazında mı şimdi yüreğinin? Sevgili orda mısın? Nevruz ateşi ol, Siverek, Borçka, Arguvan ol... Sevgili, Kürtçe sev beni...! ! !
bir yazi...beni yorumsuz birakan..dilimi baglayan..bu gece ve her gece bana seni hatirlatan bir yazi...sevgili yazarin kendinden izin alamadan koydugum bu yaziyi sizlerle paylasmak istedim...
SEVGILI, KÜRTCE SEV BENI! ! ! !
Sevgili’ydi. Şimdi olmasa da, aniden gidecek gibiydi... Birazdan, sanki bütün söylediklerini geri isteyecekti benden... Bakışlarındaki Haliç’i, Balat’ı, iki göğsünün arasında kurduğum tanımsız yuvalığını alıp gidecekti. İçimde bir şirpençe büyüyecekti en alından. Sol yanım, artık “sızım” olacaktı... “Evim” dediği beni, bir başıma koyacaktı buralarda. Bindiğim, bütün salıncakların iplerine asacaklardı gülüşlerimi; atlar karıncalarına küsüp gideceklerdi; artık, atlıkarıncam olmayacaktı. Bir yol ayrımı, en iyi ihtimalle ikiye bölecekti bizi; oysa, ayrılsak da ikiden fazla edecektik. Kaç bin ettik ayrılıkta, sayamadım!
Uçağı, sözleşmiş bir monotonluğa kalkacaktı Atatürk Hava Limanı’ndan. Eflatun gölgesini kovalamak kalacaktı bana, İstanbul sokaklarında... En kısa mesafelerde, göç olacaktı tüm gün yaşadığım... Fonda bir yan flüt sesiyle içim hep acıyacaktı.
Nedendir bilmem, yolculuğuna başalamadan dedi ki: “ Çocukluğumun geçtiği yerlere gidek barabar, gitmeden ben! ”
Sormadım, nedenini. Elini tuttum, yanına verdim yanımı... İlk uçağa bindik. Birini, bundan sonra ancak yanında değil de içinde götüreceği bir kadınla, ağrılı çocukluğuna taşıyordu o hız...
Uçaktan inip araca bindik. Hasretistan’a başladı gecenin içinde film(imiz) .
Delikanlı şoför kapıları kapattı, kaseti koydu... Kuytumdaki sandıktan, biriktirdiğim türküleri çıkardım; sıcacıktım. Bildiğim bütün yanık sesli erkeklerin ellerini tuttum içimden, sevgili’den habersiz! Yollar “hiç bitmesin”i diledim, utanarak. Başkaları ile susmanın terbiye sayıldığı bir annelik öğretisine takılıp kalmıştık sanki de, o yüzden konuşmuyorduk. Konuşmuyor muyduk yoksa susuyor muyduk? İçimden geçenleri, zihnime anlatmak gibi bir kent soyluluğu denedim, o camın dibinde, tütünle. İçerimle bir olup dışarı baktım. Bir şeyler koymalıydım sol cebime, göyneğimin iç cebine; birşeyler!
Çamurlu, karanlık yolları geçip eve vardık. Şiirdeki gibi olacaktı. ”Bir misafirliğe gidecektim, bana temiz bir yatak yapacaklardı, adımı dahi unutup uyuyacaktım...” Kalktığımda, kar ne bulduysa, kapatmış olacaktı. Mahsur ve mağdur kalışın adından bile söz etmeyecekti oradakiler. Ben, önce hayret sonra susku yaşayacaktım bu alışılmışlığa...
Pencereden köye baktım. Gökyüzü, bütün sürüsünü içime verecek kadar, yakınımdaydı... Kırmızı kiremitler yoktu çatılarda ama biliyordum, sevgilinin bir gün sılaya geri dönüp, yeniden çatma hayali vardı çatılarını. Düşüne zaman özrü dilemiş ve yaşlanmayı bekliyordu doğu düşleri için!)
Her şeyi hatırlayarak uyandım, sonraya. Kalabalıktı ev. Herkesin, içinden konuştuğu bir gürültüye kalktım. Öyle “pammuh” gibi falan değildi yağmış kar, ama yine de, bir bayram sabahı hislerime götürüp bıraktı beni. Bir yüzün, (ama her hangi bir yüzün değil) , “sabah oldu” TÜRKÇE’sine uyanmıştım: “Haydi kalk güzelim, bak kar yağmış...” Saatlerdir duyduğum tek Türkçe cümle buydu. Sanki sabah, benim için olmuştu, sırf ben olduğum için olmuştu. Sanki olmasam, sabah olmayacakmış gibi bir Türkçe’ydi sevgilinin yüzündeki... Anam olsa “kurban olayım” deyip sinesine sarardı onu. Ben annem değildim, demedim!
Dışarı çıktık, dağlara gidip köydeki bakir günlerine baktık onun. Parmakları, avuçlarıma kavuşmak istiyordu ama zaman, ama gelenek, niceleri gibi bizi de affetmiyordu! Sustu. O sustukça, bilmediğim bir dilde ilk kez ağladım ben... Sanki birini, bir dağ yamacında, ekoseli bir battaniyeyle gömüp döndük, kente.
Gitti sevgili! Değilleyemedim yolculuğunu. Göyneğimin cebindeki o hüzün hiç bitmedi, hatırlayıp hatırlayıp tuzlu su döktüm yanaklarıma!
Şimdi, aklımda on bin yol, on bin düşünce ve hala onun, köy yolundaki soluğu... Sahi soramadım, sen oralardan mı damıtılıp gelmiştin bana sevgili?
Canı en çok nerede acımıştı onu bile sor-a-mamıştım beni uyandıran adama. Düştüğü kapının önünde mi yoksa o uzun kent yolculuğuna başladığı yerde mi? ... Belki sevdiği kadını başka birine gelin ettikleri gün, avludaki o ağaca asılmayı dilerken içinden. Yoksa şimdi mi, yoksa bunları okuduğunda mı, yoksa elimi elin üstüne, sineni sinem üstüne katamadığın, katıp da beni yaşamına, “katık” yapamadığın şimdi mi sevgili?
Geceye tanık bıraktığımız eflatun ter, olmazında mı şimdi yüreğinin?
Sevgili orda mısın? Nevruz ateşi ol, Siverek, Borçka, Arguvan ol...
Sevgili, Kürtçe sev beni...! ! !