Bir psikoterapistin kahverengi, maun ve ağır görünümlü geniş masasının tam da yanında duran; siyah (deri kaplı) ve evlerimizdekilerden çok daha geniş ve konforlu koltuklarından birinin kenarlarına dirseklerini dayayıp utangaçlık ve suçluluk ve belki biraz da 'hasta adam' duygularıyla kızarıp bozarırken bir yandan, diğer yandan bakışlarını duvarda asılı duran yağlı boya tabloya dikip ve 'şunu yapınca böyle oluyor, bunu görünce şunu hissediyorum, şu olmasaydı böyle olmazdı, şu olsaydı farklı olurdu' gibi bir sürü laflar edip çareler bekleyen adam hep ama hep ve her seferinde bir başkası olmayacaktı elbette... Her gün ekranlarda ölümlerini, yaralanışlarını ya da delirmelerini ya da olmadı hastalık hallerini izlediğimiz onlarca insanın başına bunların gelmesi konusunda taşıdıkları potansiyel neyse aynı potansiyeli taşıdığımızı ve hayatın ve de şartlarının bizler arasında sınıflandırmalar ve ayrımlar yapmaya hiç ama hiç niyeti olmadığını anlamak ve görmek için bunları yaşamak şart değildir belki ama en azından bu ihtimalin varlığını da her koşulda hesaba katmak gerekiyordur ve gerekiyorduysa yaşamak da bir ihtimaldir değil mi E biz de yaşayıp anlayacağız o halde... *****
Her köşe başında bir köpek leşi... Kararmış sokak lambaları... Kıyıları acımasızca döven poyraz dalgaları... Kış... Kara kış... Titrek mum alevinin ışığını gölgelendiren sigara dumanı... Paramparça olmuş bir otomobilin yanmaya devam eden dörtlüleri... Depremden sağ çıkmış bir binanın harabeye dönmüş yapısı... Hıçkıra hıçkıra ağlayan bir sokak çocuğu... Yerleri süpüren uzun-siyah paltosu, uzamış saçı ve sakalı, sönmüş olduğu halde inatla dudaklarında duran sigarası ve yere eğik başıyla hızlı hızlı yürüyen bir mahalle delisi... Şimsek maviliğiyle çığlık çığlığa bir ambulans...Müşteri bulamadığı için beklediği köşede uyuyakalmış bir fahişe... Buğulu camların ardında nöbet tutan ıslak kirpikler... Islak zemini daha bir aydınlık gösteren vitrin aydınlatmaları... Sessiz bir sokak... Sokağı caddeye bağlayan köşebaşındaki eğik sokak tabelası... Bıkmadan usanmadan kırmızıdan sarıya, sarıdan yeşile, yeşilden kırmızıya dönen trafik lambaları; trafiksiz bir gece vaktinin çalışmaktan usanmayan neferleri... Ve köprü altları... Keyfi nalbur raflarında arayanların 'gecebirlik' gözyaşları... Saldırganlık... Koca mahallede yanan tek oda ampülü... Koca dayağı... Pembeli morlu sığınma evleri... Darûlaceze... Sene de bir gün de olsa sallanan ellerde ki derin kırıklar, çizgiler... Gündüz onbir otuz suları duyulan selâ... Yalnızlık... Kimbilir hangi telaşla otobüste unutulmuş siyah bir şemsiye... Cama vuran yağmur damlaları... Budapeşte istasyonundan yayın yapan bir eski zaman transistörlü radyosunda 'lili marleen' şarkısı... Kısık sesiyle salonun köşebaşında bir siyah-beyaz televizyon; eski zaman Türkiye’si; 70 li yıllar... Gece... Ve yarım yamalak sevdâm... Ve kaç zamandır sereserpe bir ben... Kaç zamandır böyleyim ben..? *****
Bu şehre geldiğim ilk günlerde, o günlerin moral bozukluğunu ve geçici ruhsal çöküntüsünü biraz olsun üzerimden atmak ya da kısa süreli olup olmaması üzerinde direkt olarak söz sahibi olduğum bir sarhoşlukla unutmak için uğradığım ‘yöresel’ birahane tıpkı bir yoksul evi formundaydı. Mekânın sahibi olduğunu düşündüğüm adamın karısı olduğunu sandığım kadın da orada olurdu her seferinde ve masaların ‘sahneye’ en yakın olanlarından birinde kâh dantel işler kâh çocuklarına bağırıp çağırır ve bağırmakla yola getiremeyeceğini anladığı anlarda kâh mekân sahibine topu atar kâh yorgun adımlarla kulaklarından çekmek için peşlerine düşerdi. Çocuklar, evsi birahanenin içinde bir çocuk bahçesinde koşturan çocuklar gibi saf ve etrafında kopan yüreksel fırtınalardan habersizdiler. Moral bozukluğu ya da ruhsal çöküntü kelimelerine haklı olarak yabancı ama bu kadar da olmaz türünden vurdumduymazlıklarını tam da radyoda çıkan hüzünlü bir şarkıyla sıla özleminin doruklara yükseldiği ve tam da elinizin çenenizde ve dirseğinizin masa da olduğu an da masaya acemice bir ayak darbesi vurarak ortaya koymayı tercih ederlerdi. Acemilikleri, masayı devirememelerinden kaynaklanıyordu; sadece bardaktan birkaç yudum rakı dökülüyordu naylon masa örtüsüne ve nasıl olsa eve benzeyen bu ortam da masaya dökülen birkaç yudum rakının lafı bile edilmezdi asla… Mekân bizimdi sanki… Adının ardına ‘Baba’ sıfatını baba olmadan-olamadan almış birilerinin yalancı-hüzünlü-abartılı derece de acılı ama bu mekâna da çok yakışan şeyler söyleyen bir adamın sallanarak söylediğini tahmin ettiğim şarkıları çalardı hep… Eskilerden çalardı daha çok; çağa ayak uydurma derdinin çağdışında yaşayanların bile tek şiarı olduğu günler değildi o günler; herkesin haddini bildiği ya da bu durumun ortadan yeni yeni kalkmasından dolayı henüz kanıksanmayan ve doğal kabul görmeyen günlerdi; bitmemize çok az kalmıştı yani; iniş başlamıştı da henüz yolun başındaydık… Bu ev-birahane de o günlerde geçirmiş olduğum saatlerin huzurunu ve saadetini yıllar sonra kalıcı olarak o şehre gidip de geri kalan hayatımı burada geçireceğim konusunda tüm şartlar kıbleyi gösterdiğinde bulamadım. Eski gazete sayfaları yapıştırılmış camlarına hüzünle baktığımda anladım ki hiçbir şey bırakıldığı gibi durmuyor; hiçbir şey hatırlandığı gibi kalmıyordu. Camlara rasgele yapıştırılmış gazete sayfalarının sararmış sütunları arasında gezinirken gözlerimle, yaşadığımız çelişkileri ve gel-gitleri gördüm ayaküstü bir akşamüzeri… Dönemin başbakanının resmi bir görüşme için yurtdışına çıkmak üzere havaalanında gazetecilere demeç verirken çekilmiş bir resminin tam altına sarışın bir mankenin üstsüz güneşlenirken yakalanmış bir pozu denk gelmişti. Galibiyet sonrası (galibiyetten değil alacağı primden dolayı) sırıtan futbolculardan birinin resminin tam sağına hoca geçinenlerden birinin başı öne eğilmiş halinin resmi yapıştırılmıştı. Yıllar sonra batacak ama o günlerde oldukça popüler olan bir bankanın tam sayfa bir reklâmı tam da kapı camına uygun görülmüştü ama nedense ters asılmıştı. Bir grubun gazetelerinden birinin borsa sayfası yan yapıştırılmış ve ülke ekonomisinin eğreti duruşuna işaret edilmek istenmişti sanki… Bir cinayet haberiyle bir düğün haberi (aynı sayfada olduğu için) birbirinden ayrılmaz bir bütün oluşturmuştu sol çerçeveye yakın bir yerde… Abonesi olunduğu için her gün bırakılan gazetelerden birinin sadece baş harfi görünüyordu kapı altından; kimse eğilip almamıştı o güne dek; kimse eski gazete okumak istemiyordu da ondan mı yoksa camlar bir sürü eski gazeteyle bezenmiş olduğu için yerdekine tenezzül mü edilmiyordu? Neyse artık… Geçici bir süreliğine uğradığım için dolu dolu değerlendirmek adına deli gibi koşturduğum ve bunun ‘maymun iştahlılık’ olduğunu şimdi şimdi anladığım o günlerin akşamüstlerinin birkaç saatini geçirdiğim bu ev de yaşadığım anlık mutluluklarının zerresini bile yaşayamadığımı hatırlıyorum yıllar sonra kalıcı olarak o şehre gittiğimde… Bir mola noktasında kısa süre içinde içilip bitirilmesi gereken bir sigaranın ilk nefesinin tadına benzer bir tadı vardı o günlerin ve saatlerin; özlemle beklenilen bir sevgilinin gelişi gibiydi o şehre gidecek olan otobüsün perona girişi; ilk kez ve sadece bir kereliğine yaşanabilecek benzersiz duyguların heyecan-korku-mutluluk-biraz soğan göz yaşartıcılığı ile biraz limon kokusu ferahlığı karışımı-daha çok umut ve en çok da onurdan oluşan garip bir iksirdi bu herkesin hazırlayabildiği türden… Herkesin sadece bir kereliğine deneyebileceği bir şeydi bu; ölüm gibi… Başka başka zamanlarda ve başka başka (boşaltılmış) veya kiraya verilememiş evlerin veya dükkânların camları da eski ve sararmış gazete sayfaları ile kapatıldığında, içlerinden ev olanlarının derinlerinde bir yerlerinde bir zamanlar ne umutların yeşerdiğini, ne kavgaların sırf barış anının çok fazla özlenmesinden dolayı incir çekirdeğini bile doldurmayacak kadar eften püften sebeplerle çıkarıldığını veya dükkân ise içinde koşturan çocuklarla ve mekân sahibinin etrafta coşku içinde koşturan ve alınlarında cehaletin bir kötü kader gibi asılı durduğunu bile bile çaresizlik içinde çocukları izleyişini yok kabul etmenin mümkün olmadığını göreceğiz. Artık çok gerilerde kalmış o canlılığı, o cıvıltıyı-ışıltıyı-gürültü olarak kabul edemeyeceğimiz o sesi daha çok arayacağız. Sadece bir kez yaşama şansımız olan o duyguların, tirajı yüksek gazetelerin sarı sayfaları gibi sararıp solmasını belki ağlayarak izleyeceğiz bazılarımız; Belki de izin vermeyeceğiz buna… ‘Çabuk tüketiyoruz’ diye mırıldanıp duracağız bir süre sonra… Ve en sonunda yaramaz bir çocuğun koşuşturup durması gibi koşturarak sonlandıracağız bu filmi; hüzünlü bir gazete sayfasının sarılığında… *****
Uzağından sevip…yakınından korkarım senin… Çeker durur kaçışın… Arayışın dondurur…acı verir bu bana… Ama nelere katlanmam ki senin yoluna ben! ...
Sen de sükûn bulana kadar yüreğim huzursuzdur. Sevebileceğim insanı aradım sürekli ve sevme ya da âşık olma yolunda güvenlikten, tuzaksız yollardan, süt-liman bir hayattan ve riske atılmamış bir gelecekten nefret ettim hep... Bana sahip olmasaydın beni aramazdın..! *****
Kiminin gözleri bayram yeri gibidir; kızılca kıyamet, kan revan, faili meçhul cinayetler, dur-durak bilmeyen iç-savaşlar ve bulaşıcı salgın hastalıklar içinde dâhi bir bakışı güller açtırır gönüllerde ve bayram falan da aratmaz hani… Hani kiminin bakışları yılbaşı partileri gibidir; her ne kadar ‘oralı’ olmasanda bir an da bulursun kendini gökyüzünü alaimisemalara bezeyen ışıkların altında... Kiminin bakışları kurşun gibidir; sanki ‘dur’ ihtarına uymamışsındır da bir adım atsan vurulacakmışsın gibi hissedersin kendini o sana bakarken; ölmene ramak kalmıştır da hani deli bir tedirginlik kaplamıştır bedenini... Kiminin gözleri ‘her şeye rağmen’ yine de bayram yeri gibidir ve üç günden uzun sürmeyen küslükler getirirler… *****
Aylar süren bir drama Kasım ayının son saatlerinde son buldu fabrikada... Aylar boyunca bıkmadan usanmadan kurulan hayaller, yarınlara ilişkin ışıltılı hayat düşleri, nişanlının beyaz gelinliğinin dantel işlemeleri ve plazma tv' li oturma odalarının sanal görüntüsü sıradan bir akşam yemeği sonrası yemekhanenin dönüş yolunda yere düştü hüzünlü bakışların eşliğinde... Paramparça oldu toz-pembe düşler... Buraya kadarmış demek ki... Ve şimdi sıra yeni hayaller ve beklentilerle yapılan işin zorluğunun bedenden uzak tutulmasına çalışılarak geçirilecek yeni bir 'geçici' iş arama da... Bir süre sonra bir başka fabrikanın iş elbisesi ve ayakkabısı ile tıka basa dolu sürgülü demir kapılı ambarının giriş kısmındaki masanın üzerinde bulunan siyah kapaklı bir deftere atılacak bir 'aldım' imzası ile yeni bir çehreye bürünülecek; urbalar değişecek, umut yeni bir kılıkla yeniden yeşerecek... Değiştirilmesi çok zor olan bir alınyazısına atılmış küçük çentikler gibi... Ama biz böyle düşünmemiştik başlarken değil mi? Fabrikasyon ütülü pantolonlarımızı ayağımıza geçirirken daha, birbirimize 'hayırlı olsun' diyorduk... Kadrolu işçiler olduğumuz günün daha ilk akşamında boğazda rakı-balık sofrası kurup, boyalı sarışın kadınlara göz edecektik... Kadroya kaldığımız o güzel güne gelinceye kadar neler çektiğimizi (birazını gizleyerek) birbirimize anlatacaktık aynı sofra da ve bakmaktan sıkıldığımız da bir boyalı sarışın kadına... Adına 'yağcılık' denen tüm davranışlarımıza 'bir işe sahip olmanın en temel gereği' tarzında kılıflar uyduracaktık ama gösterdiğimiz hiç bir alçak gönüllülüğün adı yalakalık olmayacaktı ya da olsa bile bir tek bizler bilecektik bunu... Yaptığımız yağcılığı bile 'yüksek çalışma arzusu' ya da ' ihtiyaç gereği' olarak kılıflandırırken birbirimize, dudağımızın tam kenarında hafifçe beliren gülümseyişin ne anlama geldiğini de hep biliyor olacaktık... Olmadı... Sizler gösterdiğiniz tüm çabayı hatıralarınızın arasına eklemek zorunda bırakıldınız ve terk ettirildiniz fabrikayı... Beşinci dakika da soğumaya başlayan duş sularını, mercimek çorbalı gece yemeklerini, ayaküstü içilen beş çaylarını, vardiya çizelgelerindeki adaletsiz dağılımı, şefe yakın olanlarla aranızdaki husumeti, ayaklarınıza ansızın saplanan ağrıyı, bel ve boyun tutulmalarını ve doktora gitmekten korkar olmayı eminim ki hiç unutmayacaksınız... Bir türlü kurumayan havlularınızı, soyunma dolaplarının kapılarına astığınız(sözde yıkadığınız halde hâlâ kirli görünen) çoraplarınızı, eskimiş atletlerinizi 'lanet olsun' diyerek fırlatırken sağa sola, az giyilmiş ayakkabılarınızın tekini sola tekini sağa fırlatırken, binbir özen gösterilerek hazırlanmış gibi görünen ama birkaç saat sonra artık hiçbir hükmü olmayacak manyetik kimlik kartlarınızı koyacak yere bulamayıp kot pantolonlarınızın arka ceplerine sokuştururken de yanınızdaydım ben ama siz farkında değildiniz... Onca alt-üst oluş ve onca hengâme içinde tir-tir titreyen yüreklerinizi, dokunsam ağlayacakmış gibi duran gözlerinizi, omuzları çökmüş halinizi uzaktan izleyen bir çift gözdüm sadece; bir çift gözlüklü ve nemli göz olarak baktım sizlere... Uzaklaşıp gidişinizi izlemeye bile dayanamadım; kaldı ki vedalaşayım... Kapıdan son kez çıkışınızı gördüm ya o gün; keşke görmez olsaydım. *****
Emek; en çok da sevgi konusunda ön plana çıkıyor aslında… Sarf edilen çabanın veya özverinin karşılığında ay sonunda ele geçen bordronun ötesinde, geceler boyunca fabrika da ağır çekiç darbeleri ve makine sesleriyle yüksek tazyikli sıcak suyun kirli metal yüzeylere çarparak çıkardığı seslerin eşliğinde ve buhar ve projektör sıcaklığının sorgu odalarını andıran bunaltıcılığı altında, bir an da yüze çarpan yanmış gaz kokusunun boğuculuğu altında bile, sıcak su buharının; kavrulmuş krom, yanmış kömür, kor haline gelmiş demir, eriyik cam, mazot, aseton, hidrojen, sodyum bikromat, asetilen ve forklift egzostlarının ve nadiren gliserin içerikli metal soğutucularının el yumuşatan yapıları gereği güzel olduğu düşünülen kokularının; üst üste üç gün ıslanıp kurumuş işyeri logolu bir ceketin ya da bir gün daha giyilse çekiçle ezilerek yumuşatılıp sonra giyilmesinin ancak mümkün olabileceği sertlikte bir çift siyah çorabınki veya gecenin geç saatlerinde bacadan koyuverilen kükürt dioksit kokusunun bir is tabakası gibi yapıştığı gözlüklerle bakılmakta olunan her yerde hep ama hep belli bir an’ı görmenin ve düşünmenin parasal olan tüm kavramların ötesinde oluşunun insana kanıtladığı bir gerçeklikti bu! En narin yastıklarda uyumakta olan gözleri, dudakları, burnu ve saçları en ağır koşullar altında düşünenler kadar mutsuz ve huzursuz değillerdir bu koşullar altında düşünülen taraf olanlar… Düşünülen kişi, çoğu kez umursamadığı için huzurlu bir uykunun ortasındadır. Düşünülen kişi, kendisine karşı hissedilenleri bilemediği için cahiliyetinin kurbanı bir sakinlik içindedir hep… Hissedemiyor olmanın teslimiyeti altındadır ve aslında duygularının can çekiştiğinin farkında olmaksızın merhametsizlik ve acımasızlık tohumları eken orta yaşlarda bir çiftçiyi andırmaktadır kendi kalbine… Duymuyor ya da istese bile duyamıyor olmanın sağır sessizliğidir onun geceye ve şehre sırt çevirerek uyuyor olmasına sebep olan… Kolaylıkla uyuyabilmek vefasızlığın psikoterapideki karşılığıdır aslında; sorunsuzluğun ve problemsizliğin bilimsel dillerdeki ifade şeklidir bu! Ve insanın sorunsuz yaşayamayacağına olan kanıtlanmış bir gerçeğe burun kıvırmaktır onların yaptığı; tatlı olmayan cadılar gibidirler bu durumda; burunlarını bile kadın gibi kıvıramazlarken göz süzüşlerine ne kadar güvenilebilirdi ki? *****
NASIL BAŞLAMIŞTIM İLK; ŞUBAT AYININ ORTALARINDA NELER YAZMIŞTIM BİR HATIRLAYALIM MI?
Bu alana kendimizi tanıtan şeyler yazmamızı istemişler... Bir de eklemişler; ''kısa olmalı'' diye... Peki, nasıl olacak bu? Bir insan kendini (...ama kısacık olmak şartıyla) nasıl tanımlayabilir ki? Şişman-zayıf, yakışıklı-daha yakışıklı-en yakışıklı-manken... Uzun-çok uzun-daha uzun(yaklaşık 2.10) ... Esprili-espriden anlamaz-odunvari... Kültürlü-kültürfizik eğilimli-fiziki kültürü yoğunluklu... Makyajlı-başörtülü veya makyajlı-başörtüsüz veya hiçbiri... Gözlüklü-gözlüksüz ya da lensli… İmanlı-ateist-materyalist-idealist-sürrealist-sosyalist ya da İst…(anbul) ... Duygusal-melankolik-alkolik... Hümanist-realist-romantik... İnsan kendini bu ya da buna benzer kelimelerle tanımlayabilir mi? ’İnsanız işte... Ya da bildiğimizce insan olduğumuzu düşünüyoruz’ deyip kestirip atsak olmaz mı? Olur elbette; ben az sonra aynı şeyi yapacak ve kestirip atacağım… … Birbirleri arasındaki farkı anlamak için bu sayfalara bakıp da kişilerin kendi haklarında yazdıkları bir iki satırı okumak ya da bir yerlerden aşırılmış olduğu bariz sırıtmakta olan satırlara takılıp kalmak yeterli midir o insan hakkında fikir sahibi olabilmek için? Kişi hangi şairin dizeleriyle anlatabilir ki kendini ve anlattığı kişi kendisi olur mu bu durumda? Peki ya şairin rolü ne oluyor burada? O kimi anlatmış oluyor bir ''kendini bilmez' tarafından çalınmış satırlarında? Yoksa her şair bir gün gelip de kendisinden satırlar çalacak ve buralarda adeta kendi satırlarıymış gibi aktaracak olan o kişiyi tanımlayabileceği günü mü bekleyip durmuştur aylar-yıllar boyunca? Biz o şairin bilmem kaçıncı kuşaktan mirasçıları mıyız sadece? Sadece bir mirası en güzel nasıl yiyebileceğimiz üzerine mi kurulu sanal dünyamız bizim? Yoksa miras diye diye kendi ömrümüzü mü tüketiyoruz satır aralarında? Peki; ya sizin ömrünüz kaç sahte satır ki sahi? Benim ki kaç satır? ... O kadar kolay olsaydı tanımak ya da tanımlanmak; o kadar kolay olsaydı bir isim koyabilmek burada oluşumuza; adını koyabilmek o kadar kolay olsaydı delice çırpınışlarımızın ve anlamsızca ve boş yere ve gereksizce tükenişlerimizin; saatlerin, günlerin, ayların ve de yılların burnumuzun ucundan akıp gidiyor oluşuna bir isim verebilseydik eğer... Sadece o ismi yazardık buraya ve seyr-eylerdik gerisini... 'Bakalım ne çıkacak? ’ diye… 'Hiçbir şey çıkmayacak' diye söylememişler miydi sanki bize, ta uzun yıllar öncesinde boyumuzdan büyük sevdaların peşine takılıp da cadde cadde sokak sokak kaldırım kaldırım ıslattığımızda şehrin her bir köşesini gözyaşlarımızla... Artık hiç yanmayan sokak lambalarının altında bekleyerek tüketirken ömrümüzü (yağmurda yeni yeni başlamışken atıştırmaya) tam da o sırada oralardan geçmekte olan bir aile büyüğü tarafından anlatılanları ''amaaan amca sen de'' diye mırıldanarak ağzımızın içinde, hiç mi dinlememiştik? Onlar mı geri kafalıydı yoksa biz mi olduğumuzdan daha ileride sanıyorduk kendimizi? Onlar mı boşuna edinmişlerdi bunca tecrübeyi yoksa biz mi tecrübenin değil tahsilin önce gelmesi gerektiği yönündeki işsiz mezun öğrenci avuntusuna fazla bel bağlamıştık? Onlar mı daha iyi biliyordu sevdayı en karasıyla hayırlısıyla yoksa biz mi bildiğimizi sanıyor ve yanılıyorduk daha ilk seferinde? ... ... Güvendiğimiz hangi dağa yeni bir soğuk hava dalgası geliyor olsa balkanlardan, önce mektuplar hazırlıyoruz bir bir; beyaz, selüloz kokulu, düzgün kesilmiş, ak-pak kâğıtlara döküyoruz içimizi… İçimiz beyaz kâğıtlar üzerinde siyah mürekkep lekelerine dönüşürken, biz kırmızı renkli alev boylarına takılıyoruz hep; yürek kırmızısının başka hangi yerde daha bu kadar berrak ve temiz olabileceğine ilişkin kulaktan dolma haberlere karnımız tok... En çok kendi satırlarımızı seviyoruz aslında ama belli etmiyoruz bunu ele güne karşı kendimizi bir şey sandığımızı sanmasınlar diye... Ve daha çok da yazdıklarımıza geri dönüp düzeltmeler yapmaya bayılıyoruz; şurada bir virgül eksik, burada bir vurgu hatası göze çarpıyor, daha ilerideki şu iki kelimenin arasına bir bağlaç koyayım bari, şu kelime oraya hiç uymamış, ilk haliyle kalsa mıydı yoksa? ... Ama bir yarışma sorusunun cevabı değildir ki edebiyat, akla ilk gelen hep doğru olsun... Daha çok sulu boya bir tablo gibidir bu, önünde durup dikildikçe, okudukça eksiklerini gördüğün ve her tamamlama çabanla daha çok kendine benzettiğin... Ve kendimizi çok şey sanıyoruz böyle zamanlarda ama nedense hep sanı olarak yaşayıp, sanı olarak büyüyoruz işte buralarda... Büyüdüğümüzü sanıyoruz ya da... Bir türlü büyüyemeyişimizin edebiyatını yapıyoruz interaktif sayfalarda... Edebiyatın i-çi-ne ediyoruz aslında! ... Komiklikler yapanlar var biliyorum onları; komik olduklarını sananlar var... Ama karizmatik olma bulaşığı yapışmış; adi, iğrenç, düzeysiz, yerlerde sürünesi bir komiklik bu... İnsanlık dışı, aşağılık bir komedya adeta sergiledikleri... Güldürmekten çok mide bulandırıyorlar... ''Bitse de gitsek'' ya da ''beklemesek bitmesini de, hemen terk etsek'' dedirtiyorlar daha çok... Ve ne yazık ki çok fazla sayıda izleyiciye sahipler… Duyarsız, omurgasız, özgüvensiz ve korkak bir izleyici topluluğu var karşılarında ve yine ne yazık ki çaresiz durumdalar. … Ve tabii bir de ‘uyanıklar’ var ve bir de onların uyanık olduğunu bilen ‘daha uyanıklar’ var ve bir de daha uyanıkların normal uyanık olanların uyanık olduklarını sandıklarını sanan ekstra uyanık olanlar var… Öyle ya, sanal dünya değil mi bu? ... En saçma ve en çok sanabilene; bu konuda sınır-engel tanımayana üçlü koltuk takımı hediye! ... Kandırdıklarının ise sadece kendi zavallı egoları olduğunu ve yarım saat ya da bir saat sonra buradan ayrılıp evlerine doğru giderlerken ya da zaten evlerinde iseler o sırada, yataklarına doğru yol alırlarken 'nasıl işlettim ama kerizi' tarzındaki geçici ve abuk sabuk tatmin oluşlarının ömrü bir uyku boyu sadece ve sabahın ilk ışıkları herkesi kendi önünde tek sıraya geçirip bir bir 'geç bakalım' derken ne akşam ki 'kerizin' adı kalıyor akıllarda ne de yapılan 'sözde' ve 'gereksiz' ve 'aptalca' işletmenin o 'tarifi imkânsız' tatmini... Hacı Emmi'nin bakkalını bile işletemeyecek kadar aptal olanların bir insanı nasıl işletebildikleri ise işletenlerle değil de daha çok işletilenlerle alâkalı bir durum gibi görünüyor ve çaresiz tanımı da en çok işletilenlere yakışıyor... Tatmin ise; sadece yaşandığı sırada keyif veren uyuşturucular gibidir bence ve daha çok işletenlerin tercihi durumunda oluyor maalesef... Ama bir süre sonra artık 'kesmez' olacağını ve bu durumda alınması zaruri olan yüksek dozun ise insanı her an öldürebileceğini birileri onlara söylemeli artık... ... Ama yine de... İnatla haykırmak gerekiyor değil mi? 'HER SABAH YENİ BİR UMUTTUR; HASTALAR, DÜŞKÜNLER, İŞSİZLER VE YALNIZLAR İÇİN'... Umudunuzu aptallaştırmayın sakın ve olabiliyorsanız kendiniz olun ve başarabiliyorsanız kendiniz başarın ve yaşayabiliyorsanız kendi adınıza yaşayın. Hayatınız boyunca asla taşımayı düşünmeyeceğiniz o sahte kimliklerinizi, maskelerinizi ya hemen şimdi yırtın atın ya da ömrünüz boyunca o kimliğe, o sıfata, o çehreye ulaşabilmek için hemen şimdi uğraşmaya başlayın... Hem de hemen... Şimdi... ... Çok kirlendi artık her şey ve kirlilik hastalıklı bir hücrenin insan vücudunda hızla yayılması gibi sarıyor tüm dünyayı; insanları ve onları insan yapan tüm duyguları süratle yok ediyor pazarlıklar, rekabetler, ihanetler... Hızlı ve kesin bir çürüme durumu bu; geriye dönüşü olmayan ya da dönülmesi için çok fazla sayıda insanın kurban edilmesini gerektiren bir durum bu... Çok insanın canı yanacak gibi görünüyor, biliyorum bunu; çok insanın hayata ve insanlara ilişkin temiz duyguları kökünden sarsılacak yakında; çok insan artık kendi geleceğine bile güvenle bakamaz duruma gelecek ve çok insan sevgiyi söküp çıkarmak zorunda kalacak yüreğinden; bir daha hiç hatırlamamak üzere...
Gün geçmiyor ki, 'İnternet ve internette insan ilişkileri' üzerine olumsuz bir haber düşmesin haber ajanslarına... Gün geçmiyor ki, internette tanışıp daha sonra bir araya geldiklerinde birbirlerini bıçaklayan-boğazlayan ya da birbirlerine saldıran insan müsveddelerinin haberleri çıkmasın radyoda, televizyonda, gazetelerde... Birbirlerine hakaret dolu tümcelerle saldıran ve dahası ağızlarından salyalar akacak şekilde ahlâksızlaşıp karşılarındaki insanın insanlık namına bildiği tüm değerleri ayaklar altına almayı amaçlayan bu güruh daha fazla kan dökülmeden ve daha fazla insanın canını yakıp kavurmadan durdurulmalı... Aksi halde kapı komşumuzun bir gün yaralandığı haberine bile hiç şaşırmayacak, kız kardeşimizin kendini bilmez bir serseri yüzünden tüm insanlığa sırt çevirmesi karşısında çaresiz kalacak ve evimizde bilgi teknolojisi adına ne varsa satıp kurtulmak için bir eskici bile bulamayacağız... Küçüklerimize verdiğimiz nasihatlerin formu-formatı bile değişecek: ''Oğlum sakın internet kafelere gideyim falan deme, orada sapık abiler ve yalancı ablalar varmış ona göre, yoksa kırarım bacaklarını''... Önce topluma ve sonra kendine küsmüş insanların elinde bu amaca hizmet etmeye yarayan ne kadar bilişim ürünü varsa hepsinin üst üste yığılmasıyla oluşmuş dev bir tekno-dağın ardından birbirimizin yüzünü bile göremeyeceğiz yakında. İşte o zaman aşmak gerekecek belki de bu dağları; belki, O insanın yüzünü görebilmek, elini tutabilmek, bir demet çiçeği kendi ellerimizle verebilmek, bir selpak mendille gözyaşlarını kendi ellerimizle silebilmek için bir sürü engeli aşmamız gerekecek... O zaman anlayacaklar-anlayacağız belki de bu uğurda emekler verilmesi gerektiğini; bunun gerekliliğini ancak o zaman hissedeceğiz belki de... Ve bir sonbahar akşamı hüznünün, bir İstanbul akşamının, bir Kızkulesi görüntüsünün, bir Haydarpaşa iskelesi manzarasının, bir vapur düdüğünün, bir türkünün, bir yağmur altı gezintisinin sadece beş dakikasını bile olsa el ele paylaşmanın, burada paylaşılan saatlerden, günlerden ve hatta aylardan ve hatta yıllardan çok daha önemli ve çok daha eşsiz olabileceğini işte o zaman göreceğiz, anlayacağız... Vakit çok geç olacak ama biliyorum bunu... Artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak çünkü...
Aylardan kış ise paltolar hazırlayıp, iki çift çorapla ayağımızı korumamız gerektiğine karar verip, hanım isek 'sarı-beyaz' erkek isek 'koyu renk' atkı berelerimize bürünüp, orijinaliyle aynı adı taşıyan parfümümüzü sürüp sürüştürüp, mümkünse biraz da süslenip püslenip, çocuk bayramlarının o törensi havası içinde, dışarıda yağmakta olan karın, esmekte olan boranın, ortalığı savaş alanına çeviren fırtınanın içinden sıyrılıp, asla yılmadan ve yıkılmadan, beyaz bir martı gibi süzülerek onun yanına gitmenin o tarifi imkânsız gururunu yaşamak için daha fazla zamanımız var mı sanki? Zaman kimseyi ve hiçbirşeyi beklemeksizin burnunun dikine kendi bildiği yolda hızla ilerlemeye devam ederken bizden alıp götürdüklerini bir gün geri getirip vererek bir de üstüne özür dileyeceğini mi sanıyoruz hala? Nasıl bu kadar saf, bu kadar kör, bu kadar cahil olabiliyoruz; bunun bir okulu mu var ve daha da önemlisi bizi bu okula zorla mı kaydettiler? Yoksa hayatın biz istemeden elimize yüzümüze bulaştırdığı kirden ve pislikten sadece bazı zamanlar ve sadece 'O' söz konusu olduğu zamanlarda kurtulmamızı sağlayacak değişik ve denenmemiş bir metodun ilk uygulayıcıları mı olmayı hedefliyoruz? Riski seven bir yatırımcının hayatının kumarı olarak adlandırabileceği bir girişimden son anda sıyrılması olarak adlandırabilir miyiz bu durumu yoksa kârlı çıkmanın garanti olduğu gün gibi aşikâr olan bir gerçeğe gözlerini kapatmak demek midir bunun Türkçe açıklaması? ... 'Ve niye yoksun ki sanki şimdi? ' diye diye kaçımızın dilinde tüyler bitti; kaçımız ardı arkası gelmeyen gecelerde, sigara üstüne sigara yakıp... ve üstüne çay-sigara... ve devamında kahve, hüzün ve keder... ve devamında özlemle hep o anı bekledik durduk; vuslat anını... -'' Merhaba, beklettim mi? ''... -'' Yoo bekletmedin... Yoo, aslında ben seni beklemiyordum ki... Ben sadece buradan geçiyordum o kadar ''... Daha ne kadar sürdüreceğiz bu anlamsız oyunu ve ne kadar kandıracağız kendimizi? ... Kim kimi bekliyor ya da ''yoo beklemiyordum'' diye kendisini kandırıyor? ... Kim ya da kimler beklendiğini bile bile beklenmediğine inandırmaya çalışıyor kendisini ve bekletiyor olmanın sorumluluğundan bu sayede kurtulmaya çabalıyor? ... Bilgisayar monitöründen ırak olan gönülden de ırak mı oluyor sahiden ve şimdi karşımızda durmakta olan ekranın 'ON' tuşuna basmadığımız sürece bizi bekleyen biri olmadığını kabul etmek o kadar kolay mı gerçekten? ... Hiç yokmuş, hiç olmamış, bir varmış bir yokmuş gibi davranmak; hiç hatırlamamak; hiç özlememek ve artık umursamamak hemen karşımızdaki şu küçücük butona basmak kadar kolay değil mi aslında? ... ''OFF''...
... Belki bir gün yolun geçer diye buraya yazıyorum! İsmin bir sır, bir günah olmadı hiç ömr-ü hayatımda... Ve... Ben bu lânet dünyanın kahrını daha fazla çekmezdim ya... Lâkin başına bir iş gelir diye korkumdan ölemedim... İşte bu yüzden şimdilerde nöbetlerdeyim... İşte bu yüzden hâlâ, bıraktığın yerdeyim... ... Hepimizin ama istisnasız hepimizin yüreğinde bir yerlerde; çok ayan beyan olmasa bile ara sıra kendini dışarıya atmak isteyen; kaldığı yerde sıkıldığını artık daha fazla dayanamayacağını anladığı anlarda öfkeyle açığa çıkarılacak bir nefes gibi beklemekte olan; ne doktorların ne de ilaçların çare olabildiği; gözyaşlarıyla derinleşen ama gözyaşsız da yapamayan bir buruk, yanık, kırık-dökük sevdası var değil mi? Ama biz sevdasız yapamayız ki... Ve en çok da acısız olanlarıyla hiç kesiştirmedik yollarımızı... Yol ise; O'nun bizi terk ederken kullandığı yoldu ve sonu nereye varırdıysa artık... ... VE SON SÖZÜ HEP HAYAT SÖYLER AMA... BENİM DE CÜMLELERİM VAR... ... ...
Seninle güneşli güzel geçirmek ve hep bir bayram havasında mutluluk resimleri çizmek istemedim hiç; hiç istemedim sembol haline gelmiş kartpostal bir çift olmayı seninle… El eleyken birbirlerinin gözlerine artık sıkılmış bakmayı şart koşan durumlara düşmekten korkumdandı belki de ve ben senden sıkılmayı hiç ama hiç istemedim… Bir acının tam merkezinde ve birinci dereceden akrabası olmayı istedim seninle o ortak kişinin… Aynı acıyla kavrulan yüreklerden biri seninkiyse bir diğeri benim ki olsun istedim… Yaralı bir sokak kedisine birlikte acıyalım; sakatlanmış ayağı yüzünden topallamakta olan görüntüsünün benim için olduğu kadar senin için de en hüzünlü görüntü olmasından yanaydı bir dileğim ve en çok bu görüntüye hiç dayanamayalım istedim… Hastane bahçelerinin birbirlerine yabancı bekleyenleri yoktur ya hani; hani orada herkes ilahi bir kardeşlik bağıyla birbirlerine kenetlenmişlerdir ya; işte seninle böylesine bir bağ ile bağlanmak isterdim delice; orada tanışmış ve bir ay sonra belki de hiç hatırlamayacak olsan bile hemen o anda benim beklemekte olduğum hasta için koca hastaneyi birbirine katacak kadar cüretkâr oluşunu izlemek isterdim hayranlıkla ve işte o anda gururumdan ağlamak isterdim o acil tabelasının altında… Sabahın ta dokuzunda şehre inecek olan bir tanıdığımızı akşamın ta onbirinde beklemeye başlamak isterdim seninle; saatlerin hiç geçmediğine dair 'geleneksel' bir inancı seninle savunmak isterdim bu anlarda; bir terminal yazıhanesinin daracık, sert, soğuk sandalyelerinde… Omzuma yaslanıp uyuyan görüntüne hayranlıkla bakıp, içmekte olduğum sigaranın dumanından rahatsız olmayasın diye otuz saniyede bir başımı diğer yana çevirirken, (bu sefer de) uyanmayasın diye hareketlerimi ağırlaştırmak zorunda kalmayı ne çok isterdim bilemezsin. Seninle kartpostal sevgili olmayı istemedim ben… Son otobüsü seninle kaçırmak; son treni veya… Kaçırdığımız son vapurun ardından hüzünle el sallamak birlikte ve seninle büyük ikramiyeyi tek rakamla kaçıran o lanet piyango biletine ortak olmak isterdim… Birlikte kaybetmek üzerine bir hayaller silsilesiydi benim ki; ardı arkası kesilmedi hiç… Radyolarda çalan aynı hüzünlü şarkıya birlikte ağlamak; aynı filmi defalarca izleyen ama bıkmayan; tek bir şiiri tüm antoloji içinde hep ama hep ayrı bir yere koyan ve bir yazarın bir kitabını çok beğendiği için tüm kitaplarını satın alıp beğendiği kitabının hemen ardından okumaya başladığı ikinci kitabını daha on beşinci sayfasındayken ‘rezalet’ diyerek kulağını kıvırıp köşeye bırakan iki kişiden biri sen isen bir diğeri ben olayım istedim; seninle birlikte 'reddetmekti’ hayallerimin ikinci sırasındaki... Güneşli güzel günler değildi benim seninle yaşamak istediğim… Kış en sert nerede geçiyorsa orada olmak istedim seninle; aralık ayının tam yirmi dokuzunda hem de… Ve soğuğu hiç engellemeden ayaklarımıza yansıtan o adi ayakkabıların ilk talihsiz müşterisi sensen, ikinci ve son müşterisi ben olayım istedim; ayaklarımız bile birlikte üşüsün, soğuktan uyuşsun, kangren olacaksa birlikte olsun istedim… Mevsimsel bir acıyı seninle paylaşmaktı silsile halindeki hayallerimin sırasındaki… Bir kartpostal sevgili olmayı istemediğim gibi seninle; aynı kartpostal sevgililerine burun kıvıran haline gülümsemek istedim tabi… Kıvırdığın burnuna benzer bir burnum olmasını ne çok isteyeceğime gülümsemek istedim çocukça… Seninle mutlulukları değil de acıları paylaşmak istedim hep… Negatif olan yanlarında olmak istedim sürekli ve biliyordum ki mutluluklar tek başınayken de insanı rahatlıkla gülümsetebiliyorlarken, acılar ancak paylaşılınca hafifliyordu… Mutluluklar olabildiğince bencil bir yapıya sahiplerken ve bir tek sahibine ayrıcalık gösteriyorlarken, acıyı sahiplenenler asıl sahiplerinin üzerlerinden ağır bir yükü kaldırıyorlardı çünkü... Bu yüzden acılarını paylaşmak istedim hep; hüzünlerini… Negatiflerine artı yönde bir puan olsun katkım olsun istedim; aynı eksiye ortak olmaktı tek amacım; adımın solunda yer alacak bir negatif işareti gibiydin bu yüzden sen… Beni eksilttin hep ama kendini de arttıramadın hiç… ...
Yapma böyle… Bunun ne sana ne bana ne de az önce sesini duyduğum çöp kamyonunun yanında dikilmekte olan işçilere bir faydası var… Ne de, yanarak yarısına ulaşmış olan sigaramın dumanının gözlerimin içine içine girerek onları yaşartıyor olmasından alıkoymaya… Rakıyı susuz içmeyi öğretmediği için minnettar olduğum babamdan bana yadigâr kalacak olan tek şey belki de bu; rakıyı susuz içmemek… Bunun dışında hiçbir şey almadım ondan… Aç karnına sigara içmemeyi hayatının en temel kurallarından biri haline getiren babamdan burnunun şeklini bile almamışım ki… Göz rengimiz tutuyor fakat ben bu ülkede en az 8 milyon insanla aynı göz rengini taşıyorum ve hiç birinden bir şeyler almışlığım yok… İşte bu sebepten ötürüdür ki ne göz rengim ne de burun yapım için babama şükretmek gibi bir derdim olmadı hiç… Ama sen böyle yapmamalısın yine de… Bunun ne sana ne bana ne de az önce kapandığını duyduğum apartman kapısının biraz sertçe kapanmasına izin veren kapı veya üst komşumuzun tam da bu saatlerde kafasında dolaşmakta olan tilkilerin derdine bir faydası var; aç kalmış olmalarına bir çare değil senin bu yaptığın; bir pilicin taze ve lezzetli bir but’u değil yani… Ve kaldırımlar hep ıslaklarken şiirlere bile konu olurlar da; hiç, kaldırımlarda ki elektrik direklerinin yerden yaklaşık bir metre yükseklikte bulunan elektrik bağlantı noktalarından dışarıya fışkırmış olan kablolarından bir tek ben bahsederim gece gece… Siz daha önce hiç okudunuz mu bu kabloların neden dışarıda olduğunu aktaran birini, satırlarında? Ben de aktarmayayım o zaman; adet bozulmasın... Ve babamdan aldığım hiçbir özellik olmadığı için, için için hayıflanırken gecenin bu vaktinde, annemden aldığım özelliklere dikkat kesildiğimde bir tek ‘kadın duygusallığı’ aklıma geliyor ki; ben şimdi bunu ulu orta itiraf edersem tüm beni tanıyanların aklına tuhaf şeyler gelir diye korkuyorum azıcık… Ama ‘’duygusallığın ille de bir cinsiyeti mi olmalı? ’’ diye soruyorum kendi kendime tam da işçiler bizim sokağın çöpünü almış ve gitmek üzerelerken… ‘’Herkes kendi işini yapsın! ’’ demek geliyor içimden gün içinde sık sık… ‘’Herkes kendi işini en iyi nasıl yapabiliyorsa öyle yapsın! ’’ diye cümleler kuruyorum zihnim de; kendi işinden başka her şeyle ilgilenmeye kalkıp ellerine yüzlerine bulaştıran onca insanı gördüğümde… Ama çöpçüler yine de yerlere damlatırlardı çöp artıklarının sularını ve tüm mahalle, yağan ilk yağmura kadar çöp kokardı biz top oynarken… Biz top oynarken çöp kamyonları gelmezdi hiç… Biz çöp kamyonlarının dolaşmadığı saatlerde yaşayan canlılardık sanki… Sokakta ya biz vardık, ya çöp kamyonları ya da hiç birimiz… Ve az müşterisi olduklarını ve kıt kanaat geçindiklerini iddia eden bakkalların bize verdikleri para üstleri hep ve her seferinde illaki yıpranmış olurdu ve ben kendimi hep aptal hissetmişimdir gıcır gıcır paralar verip yırtılmak üzere olan paraları cebime koymaktan endişe ettiğim anlarda… Cebime koyarsam bir daha asla tek parça halinde çıkmayacaklarına inanırdım bu tip kâğıt paraların ve cebime koymaktan vazgeçersem şayet, bir cüzdanım olmadığından hayıflanırdım henüz dokuzuncu yaşımdayken… Oysa hiçbir şey tek parça haline çıkmıyordu ki ne cepten ne de kalpten ve biz paramparça olmuş bir şeyler taşımak zorunda kalıyorduk hayatımız boyunca o aptal bakkal ya da aptal olmayan insanlar yüzünden… Sonraki yıllarda arkadaşlarımdan birinin ikram ettiği sigarayı alırken, eğer bunu sürekli olarak yaparsam aile ekonomisine bir katkısı olup olmayacağını düşündüm… Sürekli ‘otlanarak’ sürdürülüp sürdürülemeyeceğine dair gayet insani ve gayet ‘yoksul-i’ bir tiryakiliğim olup olmadığını düşündüm bir de… Ama devam etmemeye karar verdim buna… Koca bir hayat ‘otlanarak’ nasıl geçerdi ki? Ve nasıl otlanabilirdi ki insan sigara dışındaki diğer tüm ihtiyaçlarını? Otlanmak bir diğer ismiyle ‘havadan geçinmekse’ ve havadan geçinmenin bir diğer adı da ‘asalaklıksa’, bu kelimenin başında bulunan sadece bir harfi çıkarmak suretiyle bir ‘salak’a dönüşeceksek tek bir harf sayesinde akıllı olarak yaşamaktansa hiç yaşamamanın daha anlamlı olduğuna dair felsefi bir tartışmaya girişmeyi düşündüğüm sokak işçileri sokağımı çoktan terk etmişlerdi artık… Aile boyu sürecek bir sevgi gibi kendini sevdirmeye çalışan bir aile boyu kolayı eve götürürken ve ev de balık varken o akşam; salata varken yanında; soğan varken elle kırılmış; mutluluk varken fazlasıyla ve TRT izlenirken mecburi yolda düşürmekten ödüm kopardı… Göğsüme yaslayarak taşıdığımı hatırlarım hala; az sonra ayrılanacak bir sevgili gibi… Ama yine de; Sen böyle yaptıkça ben tüm güzel hatıralarımdan kopuyor ve uzaklaşıyorum… Ve yedi yabancı kesiliyorum onlara… Sen bana uzak durdukça ben bana yakın olan ne varsa hepsinden birden soğuyorum… Çok eski bir tanıdığım kadar dahi hükümleri olmuyor nazarı dikkatimde... Sen bana uzak kalmaya çalıştıkça… Ben kendimi bile tanıyamıyorum… Yedi yabancı bakıyorum aynaya… ...
YAŞANAN BAZI OLUMSUZ GELİŞMELER SONUCUNDA İSE HARFLER YER DEĞİŞTİRMEYE KARAR VERDİLER VE FARKLI KELİMELERE DÖNÜŞÜP; ÖNLERİNE, ARKALARINA YA DA ARALARINA YENİ NOKTALAMA İŞARETLERİ ALDILAR VE AŞAĞIDAKİ SATIRLARA DÖNÜŞÜVERDİLER. BAŞKA BİR ŞEYE BENZEYİP, BENZER FAKAT FARKLI ŞEYLER ANLATMAYA ÇALIŞTILAR NİSAN AYININ SONLARINA DOĞRU...
Tüm gece boyunca aynı aptal ve tek başıma asla cevaplama şansım olmayan o sinir bozucu ve uzun soruyu sorup durdum kendi kendime: ''BU KADAR ÇABUK TÜKETMEK YA DA TÜKENMEK İÇİN NEREDE HATA YAPMIŞ OLABİLİRİM? ''diye... Bulamadım... Saat 23'te servise binerken düşündüm, yok... 01'de çalışırken düşündüm bulamadım... Saat 04 gibi tok karnına düşündüm ama bulamadım... 04'ü biraz geçiyordu; çay içiyordum; sordum bulamadım... 07'ye doğru kahve hazırladı arkadaşlar; düşündüm bulamadım... Şimdi saat 09 gibi aç karnına düşünüyorum ama yine bulamıyorum... Kahvaltıdan sonra bir daha düşüneceğim ama yine bulamayacağımı biliyorum... Ve... Uykusuzluklar aldım senden; yaramaz çocuklar gibi bir saniye bile yerinde durmaksızın akıp giden gecelerim var bu yüzden. Öyle ki; artık ay’ın tüm gece boyunca takip ettiği tüm rotayı bile çizebilirim sana gökyüzüne işaret parmağımla; ama sadece açık havalarda… Gece bekçisi biraz istikrarlı olsaydı şayet, gece boyunca çaldığı tüm düdüklerin sayısını ve hatta saatini bile söyleyebilirdim sana. Ya da o sıralarda işten dönüyor ve yol da bir yerlere takılmamış olsalar, sokak kedilerinin evimin önünden geçiş saatlerini bile… Tan yeri nasıl ağarırsa o gün güzel olur ya da nasıl ağarırsa o gün güzel olmaz üzerine bir sürü şey yazabilirim sana… Ve artık geceler üzerine edindiğim bu yüksek bilgiyle kendimi bir ‘geceolog’ bile ilan edebilirim her ne kadar kimse tanımasa da… ‘Gece profesörü’ iddiası ve imzasıyla bir kartvizit bastırıp bunu tüm eşe-dosta gönderebilirim utanmadan… 'Sabaha karşı' diye nakarat yapılmış saçma-sapan şarkı sözleri bile yazabilirim belki; Sezen Aksu'ya inat... ... ‘’Sabaha karşı 04’te’ diye başlayan o kadar çok mektup yazdım ki sana, ben yazmaktan bıkmadım ama sen okumaya kalksan daha üçüncüsünde uyuyakalırsın diye düşündüğümden hiçbirini yollayamadım sana… Ama 'Uyuyakalamamalar' aldım ben senden; 'uykulara dalamamalar' aldım... Can sıkıntıları aldım senden gereksiz yere ve ne yapacaksam artık hep saklıyorum bunları… Artık, yapılacak hiçbir işin ortadan kaldıramayacağı; karşılaşılan hiçbir güzelliğin bile gölgelere düşüremeyeceği; aldığım en mutlu habere bile gülümsememi engelleyen, gereksiz, çileden çıkarıcı, bıktırıcı ve hayata küstürücü bir can sıkıntım var benim… Temmuz’da sıcakların, Aralık’ta soğukların sadece vücuduma yansıyışını etkileyeceği ama asla ortadan kaldıramayacağı bir can sıkıntısı bu; yapışkan, askıntı, iğrenç, mide bulandırıcı, sinir bozucu bir şey… Bir de iştahsızlıklar aldım senden; her yemeğe burun kıvıran tatlı cadılara benzedim bu yüzden… Altın tepsi de bile sunulsalar dönüp bakmayacağım bir sürü yemek tarifi aldım yanında… Hiç acıkmamanın; yaşamak için yemenin; sonrasındaki kahve keyfinden bile bahsedemediğim zorunlu perhizler aldım… Kilomu kaybettim tabi önce; yanaklarım doluluklarını yitirdiler eş zamanlı olarak ve gözlerimse parlaklığını; tenim ise pürüzsüzlüğünü böyle yitirdi. Hiç bir diyetisyene başvurmadan kilo vermenin en ucuz yoluydun sen! Ve ben artık seninle ne yan yana gelebilirim ne de ayrı ayrı zamanlarda ve yerlerde çektirdiğimiz iki vesikalık resmi yan yana koyabilirim… Ve tüm bunları şimdi sana değil de başkalarına anlattığım için kızabilir misin bana? Ardından konuştuğum için suçlayabilir misin? ‘’İspiyoncu’ ya çıkarır mısın sahi, adımı? Beni bu can sıkıntılarından, bu uykusuzluklardan kurtarabilir misin? Bana kaybettiğim kilolarımı geri verebilir misin bir daha; kaybettiğim umutlarımı, hayallerimi? Bana kaybettiğim görüntümü geri verebilir misin peki; kaybettiğim saçlarımı? ‘’Gece uyunur'' derler ya hani... Buna inandırabilir misin beni? ‘’Sebepsiz yere ve sadece gülümseyen bir yüz ifadesi…’’ ‘’Bir telefon ziliyle bile mutlu heyecanlanışlar…’’ ‘’Kalemle bütünleşmiş biçimli parmaklar…’’ ‘’Sadece keyif için ve yalnızca kahveyle tüketilen sigara…’’ ‘’Yalnızca özel günlerde ve sadece bir kadeh içilen içki…’’ Bana bunların böyle olduğu günleri geri getirebilir misin? Beni bunların böyle olması gerektiğine inandırabilir misin? Beni kendine inandırabilir misin sen şimdi; bir zamanlar var olduğuna? …
Bu kadar... Buraya kadarmış demek ki... Yitip giden bir sevgilinin ardından tanışmıştım burayla ilk... Bir gün yolu buradan geçecek olursa belki beni görür diye düşünüyordum... Belki görür de hala ne kadar özlediğimi anlar diye seviniyordum için için... Bunun için yazmıştım onca satırı ve sadece hala onu özlüyor olduğumu değil, 'ne kadar özlediğimi' de anlatmaktı amacım... Bir de resmimi koymuştum ki, son halimi görsün diye... Ne de olsa merak eder demiştim... Ama olmadı... O gelmedi... Ve artık gelmeyecekte… ... Sonraları değiştirip durdum yazımı; insanlara 'sanal'ı anlatmaya çalıştım... Bunun bize uymadığını anlatmaktı tek derdim... ''Aydınlığa çıkın'' demeye çalıştım hep... ''Karanlıktan kime hayır gelmiş? '' diye soruyordum sanki satır aralarımda... Anlayan anladı ama ahmak beyinler ısrar etmekte sürdürdüler saçmalıklarını ve yalancı kalmaya devam etmeyi bir marifet saydılar hep... Ama ben uyamadım yalana... Uydurulamadım bir türlü... Uyduramadılar... ... Önce yazılarımı sildim satır satır; yazmayı beceremeyenlerin veya yazılana saygı göstermeyi bilmeyenlerin saçma sapan ithamlarından ve sorgularından kurtulmak için... Yok; korkumdan değildi bu; sadece saçmalıyorlardı o kadar... Sadece zırvalıyorlardı... Sadece terbiyesizleşiyorlardı... Sadece bir haziran güneşini balçıkla sıvamaya kalkıyorlardı... Ay'a bile çamur atanları gördüm içlerinden ve gece gece üşenmeden tırmanıp evimin çatısına, Ay'a bulaştırılmaya çalışılan çamurların önünde barikat kurdum A4'lerimle... Çamura, irine, pisliğe bulaştı ak-pak tutmaya çalıştığım kâğıtlarım ve kâğıtlarımdan utandım; Onlara bulaştırılan çamurdan kalktı midem... Ve neyse ki artık kimse bu pisliklerini kullanamayacak bana karşı... Çünkü kimse artık bana tek satır yazamayacak; eğer ben istemezsem! ... ... Ve sonra resmimi çekip aldım insanların gözlerinin önlerinden... Ve artık kimse profilden çekildiği için biraz daha uzun görünen burnumla alay edemeyecek ve burnumun ne kadar uzun olduğunu ya da gözlerimin ne kadar bozuk olduğunu 'bilen' biliyor zaten ve fazlasına gerek de yok bence... ... 'Gerçekler' deyip durdum... 'Sahte kimliklerinizi hemen şimdi yırtın atın' diye yalvardım... Dinlemediniz... Israr edip durdunuz... İleri gidenleriniz ''Ben Türkçe bile bilmiyorum, bildiğim tek dilin ise sadece iki harfi vardır ve bunlar da 1 ve 0 dır'' diyenleriniz bile oldu... Bildiğim ve dünyanın en güzel dili olduğuna inandığım Türkçemden utandıramadınız ama beni... Beceremediniz... Bir bu haltı yiyemediniz işte... ... Bir önceki tanıtım yazımın bir yerinde, buralarda işletenler ve işletilenler üzerine bir şeyler yazmıştım... Demiştim ki ''Hacı Emminin bakkalını bile işletemeyenlerin bir insanı nasıl işletebildikleri ise...'' Bunu okuyan ve hayatlarını sahtekarlıklar üzerine inşa eden bazı insanlar telaşlandılar hemen. Bir hırs bürüdü bedenlerini... Beni işletme derdine düştüler nedense... Oysa ben demedim ki 'ben işletilemem' diye... Ben sadece durumu aktardım ama anlama özürlüler ben sanki orada meydan okumuşum gibi üzerime gelmeye başladılar... Yalancı ablaların ve zararlı abilerin yüzleriyle bir kez daha tanışmak zorunda kaldım. Üzüldüm, haklı çıktığım halde... Burada; antoloji dâhilinde var olan 12.345 ya da 16.783 insan içinde işletilmeye en açık insanlardan biri bendim aslında... Çünkü ben insanlarla bir ilişkiye başlarken ''önce güven'' diye başladım hep... Önce güvendim ve sonra ''eğer güvenilir insanlar değillerse nasıl olsa koparırım'' dedim... Kimseler ya da kimsecikler gibi ''Önce güvenme'' demedim asla... Ve aslolan benimkiydi... Önce güvenmek gerekiyordu. Önce güvenmek ve zaman içinde güvenilir olmadıkları ortaya çıkarsa bırakmak-koparmak-ayrılmak gerekiyordu. 'Önce güvenme' demekle; aslında çok güvenilir olan insanları bile daha en başından kaybetmek olmuyor muydu onların ki? Peki aslında çok güvenilir bir insanı daha en başından 'sahtekâr' olarak suçlamaya kimin hakkı vardı ve bunu işiten gerçek insanlar bu dünyaya nasıl bakarlardı? İşte bu dünyaya gerçek insanlar benim anlattıklarım yüzünden bugün hala iyi bakmıyorlar... Benim, orada yazdıklarımı hava atmak; caka satmak; pahalıya pazarlamak için kendimi ve olamadığım kimliklere bürünmek için yazmadığımı; günü birlik ilişkiler için dakika da seksen takla atma kabiliyetine erişmiş insanlar tabi ki anlayamazlardı ve ben tabi ki onların oklarının ucundaki hedef olacaktım bu durumda... Kabul ettim... Tüm okları, sanki sevgiliye birazcık uzaktan atılan güller gibi karşıladım... Birazcık uzaktan seslenilen bir isim gibi duydum her seslenişi... Annesinin oğlunu eve çağırmak için seslenişine benzettim bunları; duyulmak istenmeyen türden... Ama duydum... Fırlatılan her ok öyle bir yara açtı ki yüreğimde... Atılan her gül öyle bir saplandı ki dikenleriyle... Kelimelerin en sivri uçlu olanlarıyla o kadar çok boğuştum ki... Yara bere içinde kaldım sonunda... Bir günahı savunuyormuşum gibi oldum gözlerinde... Taş yağmuru altındayken bile namusunu korumaya çalışan ''ahlâksız'' kadınlara benzedim aynada... Ve parçaladım aynamı...
VE SON OLARAK İSE MAYIS AYININ DAHA EN BAŞINDA, MAYIS MAYIS BİLE OLMAMIŞKEN DAHA; BEN BENDEN OLDUM; CANIMDAN OLDUM; AŞAĞIDAKİ GİBİ OLDUM; KÖTÜ OLDUM...
Öyle ani oldu ki gidişin; ben hiçbir şeyi toparlayamadım bile… Ne varsa ortalıkta kaldı… Azık diye bir şeyler bile hazırlayamadım sana; üşüme diye yollarda, hırka bile veremedim omuzlarına… Öyle çarçabuk ve yangından mal kaçırırcasına bir gidişin vardı ki; öylesine koşturuyordun ki son anlarda; ben sadece bakakaldım ardından… Hayretle ve hüzünle seyrettim sadece gidişini… Sadece seyrettim… Öyle ani oldu ki gidişin; ben susmayı becerebildim bir tek… Ağzımı açacak olan bıçaklara bile hayretle bakacak kadar şaşkındım… Sadece sustum… Susma zorunluluğunun dayattıklarına eğdim boynumu… Kıldan inceydi senin karşında; kesilesi duruyordu; kesildi işte… … Öyle ani oldu ki gidişin; ben sadece bir el hareketi yapabildim yarım yamalak… Yarıya kadar yükselmiş bir elim vardı o tarih ve o saatin resminde o kadar… Yarıya kadar yükselmesine bile hayretle bakılacak kadar… Öyle ani oldu ki gidişin; ben hâlâ seni arıyorum yanımda yöremde… Gitmemişsin gibi geliyor bazen ve bazen sesini duyar gibi oluyorum… Resimlerine bakıyorum sıklıkla; kokun sinmiş eşyalarına dokunuyorum; kalemlerine el süremiyorum bir tek; onlarla yazmaya kalkarsam kan damlar diye korkuyorum bembeyaz sayfalara ve beyaz sayfalar da kan lekeleri görmek istemiyorum artık… O kadar çok gördüm ki onları; bence yeter bu kadarı… Öyle ani oldu ki gidişin; ben ağzımı açıp tek kelime edemedim… Ettiklerim hava da asılı kaldılar… Boşluğa haykırılmış sloganlar gibiydi her bir cümlem… Duyan olmayınca söylenenin ne anlamı vardı ki? Ne anlamı vardı ki boşluğa seslenişin? Ne anlamı vardı ortalığı toz toprak içinde bırakarak uzaklaşan bir otobüsün ardından söylenenlerin? Yaşananların ne anlamı vardı ki; hüzünlü birer hatıra damlacığından ibaret kalacaklarsa? Ve martılara acıyasım geliyor şimdi; ne suçları vardı ki bizim peşimizden uçtular? Ve bir de o tramvayın yolcularına acıyorum şimdilerde; şimdilerde ben karşıma çıkan herkese acımak istiyorum aslında; seni hiç tanıyamadıkları ve göremedikleri için… Öyle ansız oldu ki gidişin; hiç sadaka almadan gün bitiren sokak çocukları gibi hissettim kendimi; akşam ev de vereceğim hesabı düşünmeye başladım daha ilk an da… Sadakasız tamamlayacağım kaç günüm daha vardı ki? Öyle ani oldu ki gidişin; ben gitmeler üzerine aklımda kurduğum bütün senaryolardan uzaklaştım… Gitmelerin şekli şemalı üzerine ne kadar bilgim varsa; tecrübem, hepsinden birden koptum… Kopuk bir hayatın beni beklediğine dair bir inançla doldu içim… İçim gitti sanki sen gidince ve ben gitmekte olan içime bile ağlayamadım… Ağlattırmadan gittin… Gözyaşıma tahammülün yoktu belki… Öyle ani oldu ki gidişin; yüzüne kapılar kapanan biri gibi hissettim kendimi… Rüzgârını yüzümde hissettiğim bir kapı şimdi aklımdaki… Birlikte açmanın bize nasip olmadığı bir kapıydı bu… Kadıköy’de kurulu bir evin kapısı… Adına kütüphaneler kurulmuş bir evin ve en geç saat 22.30 da sana bırakılacak olan bir evin kapısı… Balkonunda oturup eski yarana ağlayacağın bir evdi bu; bana ağlamanı istemedim hiç… Beni sevmeni istedim ama bundan bir çıkarım yoktu ki… Çıkarsız verdim sana yüreğimi… En değerli hatıralarımı… Senin yanında soluklaşan hatıralar mıydı bunlar? Yanında esameleri bile okunmayan şeyler miydi? Demek ki… Öyle ani oldu ki gidişin; ben olduğum yerde kaldım… Bir adım bile atamadım sana doğru… Sana doğru gelen bir kelimem dahi olamadı… Bir kelime dahi edemeden gidişine şaşırdım aynı tarihte… Aynı tarihi ‘ayn-ı tarih’ yaptım bir anlamı varsa… Ki yabancı başka dilleri bilmeyen dudaklarımdan bir tek ‘SENİ SEVİYORUM’ döküldü ki… Sadece dökülüşünde ki ıstıraba bile kurban olası geldi o günün tüm martılarının… O günün martıları adına bir hüzündü bu! Ben onlar kadar ağlayamadım belki de…
EVET! ...
Yeniden başlıyor ve sil baştan yapıyoruz şimdi de. Geçmişte okuduklarımızı okumamış; yazdıklarımızı yazmamış; duyduklarımızı duymamış; söylediklerimizi söylememiş kabul ediyoruz kendimizi… Bir tek ‘hissettiklerimize’ hiçbir şey yapamıyoruz ve onları hiç unutamayacağımızı biliyor ve saygıyla yâd ediyoruz… … Yeniden başlıyoruz ve siz de –lütfen- tekrar ediyorsunuz! Hazır mıyız? … Yaylı-üflemeli-vurmalı tüm çalgılar yerlerini almış durumdalar; obua, viyola ve hatta piyano bile… Kemanlarda hata istemiyor, flütlerin nota sekmelerine izin vermiyorum kesinlikle… Amfiteatr.’da, çalışkan-tembel tüm öğrenciler dikkatlerini bana yoğunlaştırmış durumdalar; Uyuyan? Yok… Peki, ben şimdi ‘ses’ veriyorum size, sizler ise tekrar ediyorsunuz: AAAAAAA! ... —AAAAAAAA… Evet, bu çok güzel oldu gerçekten ve şimdi de: ŞEEEEEE! ... —ŞEEEEEEE… Bu daha da güzel oldu ve son kez: KEEEEEE! ... —KEEEEEEE… Harikasınız gerçekten ama bir kez de tümünü birden söylememiz gerekiyor: A. ŞE. KE! ... —AA. ŞEE. KEE… Mükemmel oldu gerçektende. Bir AŞEKE en güzel böyle söylenebilir veya icra edilebilirdi ama size kötü bir sürprizim var ki: ‘AŞEKE’ diye bir şey maalesef yok ve hiçbir zaman da olmadı… Sadece AŞK diye bir şey var (dı) ama onu da biz kaybettik… Çarşıdan eve dönerken yolda düşürmüş olduğumuzu düşündük ve evin kapısından geri dönüp, geldiğimiz tüm güzergâhı aklımızda kaldığı kadarıyla adım adım geriye doğru takip ettik. Gelirken sağa sola sapmış olabileceğimizi düşünüp değişik güzergâhlara bile sapmayı ihmal etmedik. Yasadışı define avcılarının, iz sürmede ustalaşmış Kızılderililerin, 'İnce Memed' in izini süren o kalleş eşkıyanın, Scotland Yard’ın hatta Sherlock HOLMES’ ün gösterdiği dikkate eşdeğer bir dikkat ve özenle eğilerek bakındık yerlere… Ama bulamadık. Bir gece vakti işten eve dönerken; üstelikte yorgun argınken; dikkatimiz dağılmışken, servis aracının koltuklarının arasına düşürmüş olduğumuzu düşünüp, gecenin o vaktinde utana sıkıla servis şoförünü aradık cep telefonundan; henüz uyumamıştır diye düşünerek… Yarı uykulu sesinden anladık uyuyor olduğunu ve sıcacık yatağından kaldırıp adamcağızı, –muhtemelen- çizgili pijamalarıyla –bir zahmet- otoparka kadar gönderdik; çok utandık. On dakika sonra tekrar arayacağımızı söylerken bile utancımız geçmemişti hâlâ… Aradık; sorduk: ‘Ne oldu? , Orda mıydı? ’dedik… El cevap, Elazığlı gakkoş şivesiyle geldi: ‘Yok gardaş valla, başga yerde düşürmüş olmayasan? ’ Bir çare evdeki çekmeceleri karıştırmak geldi aklımıza; kimseyi ayağa kaldırmadan ama… Bebek tulumlarının ve çamaşırlarının arasına; kışlık çorapların ve atkı-berelerin altına; artık içine giremediğimiz halde kıyıp atamadığımız kot pantolonların yanına yöresine; eski şemsiye, kopmuş manyetik bant, tornavida, düğün videokasetleri, içi boş bir kolonya şişesi, ikramiye isabet etmemiş bir piyango bileti, eski bir walkmanın yalnız kalmış kulaklığı, anten giriş soketi, bir sigorta şirketiyle bir ihracat firmasının artık yazmayan eşantiyon kalemleri, enerjilerini yitirmiş üç kalem pil, içinde iki tane kalmış bir aspirin plakası, üzerinde yaldızlı harflerle adının ve telefonun yazılı olduğu bir kuyumcu kutucuğunun kapağı ve daha bir sürü ıvır zıvırla dolu çekmeceyi karıştırmakla baş edemeyeceğimizi anlayıp salonun orta yerine ters çevirip döktük içinde ne varsa; her şey vardı sanki orada ama bir tek aşk yoktu işte... Belki de hiç olmamıştı... Parfüm kokan oyuncak ayıların; şekillendirilememiş lego parçacıklarının; Pink Panther ve Donald duck ‘ördek’lerin olduğu yerlere bile baktık; ağlayarak baktık hem; sızlayarak içimiz; ah ederek daha çok, ama yoktu ki… Halının altına ya da paspasın; buzdolabının üstüne ve gardırobun; kapının ve hatta ‘bacanın’ arkasına; televizyonun yanına ve de bilgisayarın ama sır olup uçmuştu; şeytan alıp götürmüş olabilir miydi? Bulamadan getirir miydi? Son bir çare olarak ise bir ‘sanat tarihi’ müzesinin tahta merdivenle inilen bodrum katında bulunan ve ‘yangında ilk kurtarılacaklar’ yazılı tabelasıyla dikkat çeken bir kapısının ardındaki örümcek ağları bağlamış odasında bulunan işlemeli bir sandığın ağır kapağını kaldırarak altındaki (artık tozlanmaya yüz tutmuş) el yazmalarının; Bizans heykelciklerinin ve gözyaşı şişeciklerinin; kitapların ve de yeniçeri kıyafetlerinin; deri ciltli ve ömre dair-isme ait defterlerin ve de artık sadece ‘minyatür’ hükmündeki resimlerin; takıların, kolyelerin, divit yerine kullanılan ve artık ömrünü doldurmuş kalemlerin sağına, soluna, altına baktık ama bulamadık. Kesinlikle sır olmuştu. Bir tek vapur düdüğüne bakmadık ve bir de martıların kanatlarına… Bir tek battaniyeyi es geçtik bir de… … Çaresizlik işte tam da böyle, bir an da sardı tüm benliğimizi… Gıkımızı bile çıkaramadan böyle boğazlandık işte; zavallı mavi telli turnalar gibi… Kelimeler ve dahi biz böyle kesildik yemeden ve de içmeden… Yazı böyle bitti ve geriye izi kaldı sadece… Şiir de şairi de böyle sustu işte ve ‘susmaz-susamaz’ diyenler yanıldı; ‘susar’ diyen olmamıştı zaten… Tam da böyle, bir an da titredik ilk; ölüme eş bir ürpertiyle hissettik canımızın çekildiğini; kanımızın kuruduğunu… Artık hiçbir hissimize bile güvenemeyecek miydik yoksa? … Verdiğimiz isimden ve bize verilenden bile tereddüt ettik… Yanan her ateşten böyle korkar olduk ve ‘bir isim bir ateş’i bir daha yan yana düşünemedik hiç; yanan bir ‘kandil’ olduk sabahların seher aydınlıklarına değin sönmeyen… Korkuyla uyanmanın ne demek olduğunu ilk böyle anladık; anne olmadan-olamayacakken… Sabaha beş kala kan-ter içinde uyanmaktan ne çıkarı olurdu ki insanın? ... Olmazmış; bunu anladık ama geç oldu biraz… Ya da tek çıkarımız ansızın, durup dururken, dışarı da kornalar çalmıyor ve ramazan davulcusu dolaşmıyorken caddelerde, üst komşu karısıyla kavga etmiyor ve alt komşu gece gece müziğin sesini açmadığı halde, mutfakta birileri raftan bardak alırken yere düşürmediği ve hiç kimse hiçbir şeyi hiçbir yere düşürmediği halde bölünen kan uykular oldu. Ama… Ama geçti… Nihayeti olan her duygu; her his; yaşamın ta kendisi ya da ölenin ardında bıraktığı hüzün gibi o da geçti artık. Yarattığı ‘kavram kargaşası’nı da aldı yanına ve gitti. Kargaşaya düşürdüğü acemi, çocuk, yeni yetme beyinlere acıdı öyle gitti. Kıydı öyle gitti. Ya da kıyamadı öyle gitti belki de; bilemiyorum ki… T.C.D.D’ nın artık çok eskilerde kalmış ve bir örneği Haydarpaşa’ da ve bir diğer örneği ise ‘Sirkeci’de bulunan ve çoğu insan tarafından artık hatırlanmayan buharlı kara trenleri gibi ağır oldu geçip gidişi; sancılı oldu gidişinin her bir kilometresi; işkenceye benzedi gidişinin gözlenişi… Etrafı yanık kömür ve hafif tuzlu bir su buharı kokusu sardı o geçip giderken… Havada hâlâ hafif bir duman ve nem var ama çok oldu o geçip gideli; birazdan dağılır bu koku, buhar; birazdan açılır gökyüzü… Bir salyangoz gibi iz bıraktı gözlerimizin hemen altından başlayıp çenemizin hemen altında kalın bir noktayla sonlanan; öylesine parlak, göz alıcı; öylesine paha biçilmez bir çift iz… Her sabah güneş bizim için doğduğunda, birbirleriyle eşit uzunluktaki bu iki çizgiyle selamlıyoruz artık aynamızı: ‘Ayna ayna söyle bana, var mı çizgilerine benim kadar sahip çıkan bir başkası? ’… ‘Çizgi çizgi söyle bana, var mı benim için senden daha anlamlısı? ’… … EVET! ... AŞEKE diye bir şey yoktu ve hiç olmadı. AŞK ise vardı ve böyle bitti… Ağzımızın payını aldık aslında biz; boyumuzun ölçüsünü bir de… Dilin kemiği yoktu ve mutlak olan bu gerçeği unutmanın cezasını böyle çektik ama biz de olmayan dil kemiği başkalarında da yoktu ki… Demek ki onlar da unutmuşlardı mutlak olan bu gerçeği… Kulaklarımıza bile artık inanamayacağımızı, güvenemeyeceğimizi anlayınca küstük onlara da… Ne duyduğumuza inanabiliyoruz artık, ne de duyamadıklarımıza… Artık ne duysalar hikâye oldu nazarımızda… Kulaksız tavşanlara döndük… Gözlerimiz ise en acemi illüzyonlar karşısında bile hemen su koyuvereceklerse, biz hangi yakamoza, başka hangi yanılsamaya daha inanacaklarını nerden bilebiliriz ki artık? Gördüğü gerçek olmayan gözlerden kime ne hayır gelir bu saatten sonra? Ama vaat ettiklerimizi ödedik çok şükür; söz verdik ve yerine getirdik… Alacaklarımızı alamadık ama onu da bir öğleden sonra aniden bastıran yağmurdan kaçmakta olan iki yağmur kaçağı küçük çocuğun avuçlarına sıkıştırdık; henüz saçları bile kurumamışken ve çay henüz demlenmemişken… Çabuk kaptırdık kendimizi; kabul… Ama… Ama RÜZGÂR EKEN FIRTINA BİÇMEZ MİYDİ? KALP KALBE, HİS HİS’SE, SEVGİ SEVGİYE KARŞI DEĞİL MİYDİ? İNSAN, KARŞILIK GÖRMEDEN SEVEBİLİR MİYDİ? … Bildiğimiz en güzel sözcükleri; şiirlerden çalıntı küçücük parçacıkları; düzyazılardan cımbızlanmış cümleleri; aklımıza aniden geliverenleri, sonlarında ne varsa artık: ünlem, soru işareti ya da üç nokta, hiçbirine aldırmaksızın birbirine bağlayıp püskül-püskül, salkım-saçak salladık gece vakitlerinde; sabaha karşı üçlerde ve adına ‘sancak’ dedik; yüz sürülesi, öpülesi bir sancak aldık, kabul ettik, bağrımıza bastık; yere hiç düşürmedik… Çevremizde ne kadar yazılı kâğıt varsa; biz yazmış olalım ya da olmayalım fikren sadık kaldığımız ne kadar sayfa; bizi anlatıyor olduklarını düşünüp fosforlu kalemlerle iz bıraktığımız ne kadar kitap varsa uç uca ekleyip serdik yollara… Dokuz yüz seksen kilometre uzunluğunda ve ara sıra beyaz, bazı yerlerde sarılaşan uzun ve dar bir şerit oluşturduk karayollarında; kapkara bir bahtın üzerine sarı-beyaz sayfalar serdik… Sarhoş olup olmadığımızı anlamak için belki de; bu şeridin üzerinde yürümeyi denedik, sendeledik ama çabuk toparladık, düştük fakat kaldıran olmadı. Düşerken kazara ezdiğimiz ‘Frezya’ların ‘alımlı’ ve ‘güzel’ sahibesine karşı bizi adam gibi savunacak tek bir ‘avukat’ dahi bulamadık, savunmasız kaldık; boynu bükük… Zindanların yedincisine işte böyle atıldık… Yüreğimiz pır-pır ediyordu; yaralandık; kan tutmuyordu onun için baktık… Tentürdiyot yoktu, pamuk yoktu; alkolle iyice ıslatıp ‘siyah fular’ bastık… Sızım-sızım sızladı; inim-inim inledik, canımızın çekildiğini sanıp feryat-feryat bağırdık; ama ne dostu ne de düşmanı çağırdık… Ve… Şimdi geçti biraz ama hafif hafif sızlıyor. E eline iğne bile batsa insanın, sızlamaz mı? Her yaranın yeri biraz sızlar ama tüm yaralar ancak eskiyince ‘kalıcı’ olur. İyileşmeden eskiyen her yara, yanık bir türkü olur; nazlı bir vapurun serinliğinde…
Hasan SEFEROĞLU Class IV. Engineer (ships) Glassware Production Assistant of Master (H28 and IS machines) Cromium Trioxide Production Master Economist GlassFiber Processing Master (Chopped Strand Mat & Emulsion Bonded Mat)
Bir psikoterapistin kahverengi, maun ve ağır görünümlü geniş masasının tam da yanında duran; siyah (deri kaplı) ve evlerimizdekilerden çok daha geniş ve konforlu koltuklarından birinin kenarlarına dirseklerini dayayıp utangaçlık ve suçluluk ve belki biraz da 'hasta adam' duygularıyla kızarıp bozarırken bir yandan, diğer yandan bakışlarını duvarda asılı duran yağlı boya tabloya dikip ve 'şunu yapınca böyle oluyor, bunu görünce şunu hissediyorum, şu olmasaydı böyle olmazdı, şu olsaydı farklı olurdu' gibi bir sürü laflar edip çareler bekleyen adam hep ama hep ve her seferinde bir başkası olmayacaktı elbette...
Her gün ekranlarda ölümlerini, yaralanışlarını ya da delirmelerini ya da olmadı hastalık hallerini izlediğimiz onlarca insanın başına bunların gelmesi konusunda taşıdıkları potansiyel neyse aynı potansiyeli taşıdığımızı ve hayatın ve de şartlarının bizler arasında sınıflandırmalar ve ayrımlar yapmaya hiç ama hiç niyeti olmadığını anlamak ve görmek için bunları yaşamak şart değildir belki ama en azından bu ihtimalin varlığını da her koşulda hesaba katmak gerekiyordur ve gerekiyorduysa yaşamak da bir ihtimaldir değil mi
E biz de yaşayıp anlayacağız o halde...
*****
Her köşe başında bir köpek leşi... Kararmış sokak lambaları... Kıyıları acımasızca döven poyraz dalgaları... Kış... Kara kış... Titrek mum alevinin ışığını gölgelendiren sigara dumanı... Paramparça olmuş bir otomobilin yanmaya devam eden dörtlüleri... Depremden sağ çıkmış bir binanın harabeye dönmüş yapısı... Hıçkıra hıçkıra ağlayan bir sokak çocuğu... Yerleri süpüren uzun-siyah paltosu, uzamış saçı ve sakalı, sönmüş olduğu halde inatla dudaklarında duran sigarası ve yere eğik başıyla hızlı hızlı yürüyen bir mahalle delisi... Şimsek maviliğiyle çığlık çığlığa bir ambulans...Müşteri bulamadığı için beklediği köşede uyuyakalmış bir fahişe... Buğulu camların ardında nöbet tutan ıslak kirpikler... Islak zemini daha bir aydınlık gösteren vitrin aydınlatmaları... Sessiz bir sokak... Sokağı caddeye bağlayan köşebaşındaki eğik sokak tabelası... Bıkmadan usanmadan kırmızıdan sarıya, sarıdan yeşile, yeşilden kırmızıya dönen trafik lambaları; trafiksiz bir gece vaktinin çalışmaktan usanmayan neferleri...
Ve köprü altları... Keyfi nalbur raflarında arayanların 'gecebirlik' gözyaşları... Saldırganlık... Koca mahallede yanan tek oda ampülü... Koca dayağı... Pembeli morlu sığınma evleri... Darûlaceze... Sene de bir gün de olsa sallanan ellerde ki derin kırıklar, çizgiler... Gündüz onbir otuz suları duyulan selâ... Yalnızlık... Kimbilir hangi telaşla otobüste unutulmuş siyah bir şemsiye... Cama vuran yağmur damlaları... Budapeşte istasyonundan yayın yapan bir eski zaman transistörlü radyosunda 'lili marleen' şarkısı... Kısık sesiyle salonun köşebaşında bir siyah-beyaz televizyon; eski zaman Türkiye’si; 70 li yıllar... Gece... Ve yarım yamalak sevdâm... Ve kaç zamandır sereserpe bir ben... Kaç zamandır böyleyim ben..?
*****
Bu şehre geldiğim ilk günlerde, o günlerin moral bozukluğunu ve geçici ruhsal çöküntüsünü biraz olsun üzerimden atmak ya da kısa süreli olup olmaması üzerinde direkt olarak söz sahibi olduğum bir sarhoşlukla unutmak için uğradığım ‘yöresel’ birahane tıpkı bir yoksul evi formundaydı. Mekânın sahibi olduğunu düşündüğüm adamın karısı olduğunu sandığım kadın da orada olurdu her seferinde ve masaların ‘sahneye’ en yakın olanlarından birinde kâh dantel işler kâh çocuklarına bağırıp çağırır ve bağırmakla yola getiremeyeceğini anladığı anlarda kâh mekân sahibine topu atar kâh yorgun adımlarla kulaklarından çekmek için peşlerine düşerdi. Çocuklar, evsi birahanenin içinde bir çocuk bahçesinde koşturan çocuklar gibi saf ve etrafında kopan yüreksel fırtınalardan habersizdiler. Moral bozukluğu ya da ruhsal çöküntü kelimelerine haklı olarak yabancı ama bu kadar da olmaz türünden vurdumduymazlıklarını tam da radyoda çıkan hüzünlü bir şarkıyla sıla özleminin doruklara yükseldiği ve tam da elinizin çenenizde ve dirseğinizin masa da olduğu an da masaya acemice bir ayak darbesi vurarak ortaya koymayı tercih ederlerdi. Acemilikleri, masayı devirememelerinden kaynaklanıyordu; sadece bardaktan birkaç yudum rakı dökülüyordu naylon masa örtüsüne ve nasıl olsa eve benzeyen bu ortam da masaya dökülen birkaç yudum rakının lafı bile edilmezdi asla… Mekân bizimdi sanki…
Adının ardına ‘Baba’ sıfatını baba olmadan-olamadan almış birilerinin yalancı-hüzünlü-abartılı derece de acılı ama bu mekâna da çok yakışan şeyler söyleyen bir adamın sallanarak söylediğini tahmin ettiğim şarkıları çalardı hep… Eskilerden çalardı daha çok; çağa ayak uydurma derdinin çağdışında yaşayanların bile tek şiarı olduğu günler değildi o günler; herkesin haddini bildiği ya da bu durumun ortadan yeni yeni kalkmasından dolayı henüz kanıksanmayan ve doğal kabul görmeyen günlerdi; bitmemize çok az kalmıştı yani; iniş başlamıştı da henüz yolun başındaydık…
Bu ev-birahane de o günlerde geçirmiş olduğum saatlerin huzurunu ve saadetini yıllar sonra kalıcı olarak o şehre gidip de geri kalan hayatımı burada geçireceğim konusunda tüm şartlar kıbleyi gösterdiğinde bulamadım. Eski gazete sayfaları yapıştırılmış camlarına hüzünle baktığımda anladım ki hiçbir şey bırakıldığı gibi durmuyor; hiçbir şey hatırlandığı gibi kalmıyordu. Camlara rasgele yapıştırılmış gazete sayfalarının sararmış sütunları arasında gezinirken gözlerimle, yaşadığımız çelişkileri ve gel-gitleri gördüm ayaküstü bir akşamüzeri… Dönemin başbakanının resmi bir görüşme için yurtdışına çıkmak üzere havaalanında gazetecilere demeç verirken çekilmiş bir resminin tam altına sarışın bir mankenin üstsüz güneşlenirken yakalanmış bir pozu denk gelmişti. Galibiyet sonrası (galibiyetten değil alacağı primden dolayı) sırıtan futbolculardan birinin resminin tam sağına hoca geçinenlerden birinin başı öne eğilmiş halinin resmi yapıştırılmıştı. Yıllar sonra batacak ama o günlerde oldukça popüler olan bir bankanın tam sayfa bir reklâmı tam da kapı camına uygun görülmüştü ama nedense ters asılmıştı. Bir grubun gazetelerinden birinin borsa sayfası yan yapıştırılmış ve ülke ekonomisinin eğreti duruşuna işaret edilmek istenmişti sanki… Bir cinayet haberiyle bir düğün haberi (aynı sayfada olduğu için) birbirinden ayrılmaz bir bütün oluşturmuştu sol çerçeveye yakın bir yerde… Abonesi olunduğu için her gün bırakılan gazetelerden birinin sadece baş harfi görünüyordu kapı altından; kimse eğilip almamıştı o güne dek; kimse eski gazete okumak istemiyordu da ondan mı yoksa camlar bir sürü eski gazeteyle bezenmiş olduğu için yerdekine tenezzül mü edilmiyordu? Neyse artık…
Geçici bir süreliğine uğradığım için dolu dolu değerlendirmek adına deli gibi koşturduğum ve bunun ‘maymun iştahlılık’ olduğunu şimdi şimdi anladığım o günlerin akşamüstlerinin birkaç saatini geçirdiğim bu ev de yaşadığım anlık mutluluklarının zerresini bile yaşayamadığımı hatırlıyorum yıllar sonra kalıcı olarak o şehre gittiğimde… Bir mola noktasında kısa süre içinde içilip bitirilmesi gereken bir sigaranın ilk nefesinin tadına benzer bir tadı vardı o günlerin ve saatlerin; özlemle beklenilen bir sevgilinin gelişi gibiydi o şehre gidecek olan otobüsün perona girişi; ilk kez ve sadece bir kereliğine yaşanabilecek benzersiz duyguların heyecan-korku-mutluluk-biraz soğan göz yaşartıcılığı ile biraz limon kokusu ferahlığı karışımı-daha çok umut ve en çok da onurdan oluşan garip bir iksirdi bu herkesin hazırlayabildiği türden… Herkesin sadece bir kereliğine deneyebileceği bir şeydi bu; ölüm gibi…
Başka başka zamanlarda ve başka başka (boşaltılmış) veya kiraya verilememiş evlerin veya dükkânların camları da eski ve sararmış gazete sayfaları ile kapatıldığında, içlerinden ev olanlarının derinlerinde bir yerlerinde bir zamanlar ne umutların yeşerdiğini, ne kavgaların sırf barış anının çok fazla özlenmesinden dolayı incir çekirdeğini bile doldurmayacak kadar eften püften sebeplerle çıkarıldığını veya dükkân ise içinde koşturan çocuklarla ve mekân sahibinin etrafta coşku içinde koşturan ve alınlarında cehaletin bir kötü kader gibi asılı durduğunu bile bile çaresizlik içinde çocukları izleyişini yok kabul etmenin mümkün olmadığını göreceğiz. Artık çok gerilerde kalmış o canlılığı, o cıvıltıyı-ışıltıyı-gürültü olarak kabul edemeyeceğimiz o sesi daha çok arayacağız.
Sadece bir kez yaşama şansımız olan o duyguların, tirajı yüksek gazetelerin sarı sayfaları gibi sararıp solmasını belki ağlayarak izleyeceğiz bazılarımız; Belki de izin vermeyeceğiz buna… ‘Çabuk tüketiyoruz’ diye mırıldanıp duracağız bir süre sonra…
Ve en sonunda yaramaz bir çocuğun koşuşturup durması gibi koşturarak sonlandıracağız bu filmi; hüzünlü bir gazete sayfasının sarılığında…
*****
Uzağından sevip…yakınından korkarım senin…
Çeker durur kaçışın…
Arayışın dondurur…acı verir bu bana…
Ama nelere katlanmam ki senin yoluna ben! ...
Sen de sükûn bulana kadar yüreğim huzursuzdur.
Sevebileceğim insanı aradım sürekli ve sevme ya da âşık olma yolunda güvenlikten, tuzaksız yollardan, süt-liman bir hayattan ve riske atılmamış bir gelecekten nefret ettim hep...
Bana sahip olmasaydın beni aramazdın..!
*****
Kiminin gözleri bayram yeri gibidir; kızılca kıyamet, kan revan, faili meçhul cinayetler, dur-durak bilmeyen iç-savaşlar ve bulaşıcı salgın hastalıklar içinde dâhi bir bakışı güller açtırır gönüllerde ve bayram falan da aratmaz hani…
Hani kiminin bakışları yılbaşı partileri gibidir; her ne kadar ‘oralı’ olmasanda bir an da bulursun kendini gökyüzünü alaimisemalara bezeyen ışıkların altında...
Kiminin bakışları kurşun gibidir; sanki ‘dur’ ihtarına uymamışsındır da bir adım atsan vurulacakmışsın gibi hissedersin kendini o sana bakarken; ölmene ramak kalmıştır da hani deli bir tedirginlik kaplamıştır bedenini...
Kiminin gözleri ‘her şeye rağmen’ yine de bayram yeri gibidir ve üç günden uzun sürmeyen küslükler getirirler…
*****
Aylar süren bir drama Kasım ayının son saatlerinde son buldu fabrikada... Aylar boyunca bıkmadan usanmadan kurulan hayaller, yarınlara ilişkin ışıltılı hayat düşleri, nişanlının beyaz gelinliğinin dantel işlemeleri ve plazma tv' li oturma odalarının sanal görüntüsü sıradan bir akşam yemeği sonrası yemekhanenin dönüş yolunda yere düştü hüzünlü bakışların eşliğinde... Paramparça oldu toz-pembe düşler...
Buraya kadarmış demek ki... Ve şimdi sıra yeni hayaller ve beklentilerle yapılan işin zorluğunun bedenden uzak tutulmasına çalışılarak geçirilecek yeni bir 'geçici' iş arama da... Bir süre sonra bir başka fabrikanın iş elbisesi ve ayakkabısı ile tıka basa dolu sürgülü demir kapılı ambarının giriş kısmındaki masanın üzerinde bulunan siyah kapaklı bir deftere atılacak bir 'aldım' imzası ile yeni bir çehreye bürünülecek; urbalar değişecek, umut yeni bir kılıkla yeniden yeşerecek... Değiştirilmesi çok zor olan bir alınyazısına atılmış küçük çentikler gibi...
Ama biz böyle düşünmemiştik başlarken değil mi? Fabrikasyon ütülü pantolonlarımızı ayağımıza geçirirken daha, birbirimize 'hayırlı olsun' diyorduk... Kadrolu işçiler olduğumuz günün daha ilk akşamında boğazda rakı-balık sofrası kurup, boyalı sarışın kadınlara göz edecektik... Kadroya kaldığımız o güzel güne gelinceye kadar neler çektiğimizi (birazını gizleyerek) birbirimize anlatacaktık aynı sofra da ve bakmaktan sıkıldığımız da bir boyalı sarışın kadına... Adına 'yağcılık' denen tüm davranışlarımıza 'bir işe sahip olmanın en temel gereği' tarzında kılıflar uyduracaktık ama gösterdiğimiz hiç bir alçak gönüllülüğün adı yalakalık olmayacaktı ya da olsa bile bir tek bizler bilecektik bunu... Yaptığımız yağcılığı bile 'yüksek çalışma arzusu' ya da ' ihtiyaç gereği' olarak kılıflandırırken birbirimize, dudağımızın tam kenarında hafifçe beliren gülümseyişin ne anlama geldiğini de hep biliyor olacaktık...
Olmadı... Sizler gösterdiğiniz tüm çabayı hatıralarınızın arasına eklemek zorunda bırakıldınız ve terk ettirildiniz fabrikayı... Beşinci dakika da soğumaya başlayan duş sularını, mercimek çorbalı gece yemeklerini, ayaküstü içilen beş çaylarını, vardiya çizelgelerindeki adaletsiz dağılımı, şefe yakın olanlarla aranızdaki husumeti, ayaklarınıza ansızın saplanan ağrıyı, bel ve boyun tutulmalarını ve doktora gitmekten korkar olmayı eminim ki hiç unutmayacaksınız...
Bir türlü kurumayan havlularınızı, soyunma dolaplarının kapılarına astığınız(sözde yıkadığınız halde hâlâ kirli görünen) çoraplarınızı, eskimiş atletlerinizi 'lanet olsun' diyerek fırlatırken sağa sola, az giyilmiş ayakkabılarınızın tekini sola tekini sağa fırlatırken, binbir özen gösterilerek hazırlanmış gibi görünen ama birkaç saat sonra artık hiçbir hükmü olmayacak manyetik kimlik kartlarınızı koyacak yere bulamayıp kot pantolonlarınızın arka ceplerine sokuştururken de yanınızdaydım ben ama siz farkında değildiniz... Onca alt-üst oluş ve onca hengâme içinde tir-tir titreyen yüreklerinizi, dokunsam ağlayacakmış gibi duran gözlerinizi, omuzları çökmüş halinizi uzaktan izleyen bir çift gözdüm sadece; bir çift gözlüklü ve nemli göz olarak baktım sizlere... Uzaklaşıp gidişinizi izlemeye bile dayanamadım; kaldı ki vedalaşayım... Kapıdan son kez çıkışınızı gördüm ya o gün; keşke görmez olsaydım.
*****
Emek; en çok da sevgi konusunda ön plana çıkıyor aslında… Sarf edilen çabanın veya özverinin karşılığında ay sonunda ele geçen bordronun ötesinde, geceler boyunca fabrika da ağır çekiç darbeleri ve makine sesleriyle yüksek tazyikli sıcak suyun kirli metal yüzeylere çarparak çıkardığı seslerin eşliğinde ve buhar ve projektör sıcaklığının sorgu odalarını andıran bunaltıcılığı altında, bir an da yüze çarpan yanmış gaz kokusunun boğuculuğu altında bile, sıcak su buharının; kavrulmuş krom, yanmış kömür, kor haline gelmiş demir, eriyik cam, mazot, aseton, hidrojen, sodyum bikromat, asetilen ve forklift egzostlarının ve nadiren gliserin içerikli metal soğutucularının el yumuşatan yapıları gereği güzel olduğu düşünülen kokularının; üst üste üç gün ıslanıp kurumuş işyeri logolu bir ceketin ya da bir gün daha giyilse çekiçle ezilerek yumuşatılıp sonra giyilmesinin ancak mümkün olabileceği sertlikte bir çift siyah çorabınki veya gecenin geç saatlerinde bacadan koyuverilen kükürt dioksit kokusunun bir is tabakası gibi yapıştığı gözlüklerle bakılmakta olunan her yerde hep ama hep belli bir an’ı görmenin ve düşünmenin parasal olan tüm kavramların ötesinde oluşunun insana kanıtladığı bir gerçeklikti bu!
En narin yastıklarda uyumakta olan gözleri, dudakları, burnu ve saçları en ağır koşullar altında düşünenler kadar mutsuz ve huzursuz değillerdir bu koşullar altında düşünülen taraf olanlar… Düşünülen kişi, çoğu kez umursamadığı için huzurlu bir uykunun ortasındadır. Düşünülen kişi, kendisine karşı hissedilenleri bilemediği için cahiliyetinin kurbanı bir sakinlik içindedir hep… Hissedemiyor olmanın teslimiyeti altındadır ve aslında duygularının can çekiştiğinin farkında olmaksızın merhametsizlik ve acımasızlık tohumları eken orta yaşlarda bir çiftçiyi andırmaktadır kendi kalbine… Duymuyor ya da istese bile duyamıyor olmanın sağır sessizliğidir onun geceye ve şehre sırt çevirerek uyuyor olmasına sebep olan… Kolaylıkla uyuyabilmek vefasızlığın psikoterapideki karşılığıdır aslında; sorunsuzluğun ve problemsizliğin bilimsel dillerdeki ifade şeklidir bu! Ve insanın sorunsuz yaşayamayacağına olan kanıtlanmış bir gerçeğe burun kıvırmaktır onların yaptığı; tatlı olmayan cadılar gibidirler bu durumda; burunlarını bile kadın gibi kıvıramazlarken göz süzüşlerine ne kadar güvenilebilirdi ki?
*****
NASIL BAŞLAMIŞTIM İLK; ŞUBAT AYININ ORTALARINDA NELER YAZMIŞTIM BİR HATIRLAYALIM MI?
Bu alana kendimizi tanıtan şeyler yazmamızı istemişler... Bir de eklemişler; ''kısa olmalı'' diye... Peki, nasıl olacak bu?
Bir insan kendini (...ama kısacık olmak şartıyla) nasıl tanımlayabilir ki?
Şişman-zayıf, yakışıklı-daha yakışıklı-en yakışıklı-manken...
Uzun-çok uzun-daha uzun(yaklaşık 2.10) ...
Esprili-espriden anlamaz-odunvari...
Kültürlü-kültürfizik eğilimli-fiziki kültürü yoğunluklu...
Makyajlı-başörtülü veya makyajlı-başörtüsüz veya hiçbiri...
Gözlüklü-gözlüksüz ya da lensli…
İmanlı-ateist-materyalist-idealist-sürrealist-sosyalist ya da İst…(anbul) ...
Duygusal-melankolik-alkolik...
Hümanist-realist-romantik...
İnsan kendini bu ya da buna benzer kelimelerle tanımlayabilir mi?
’İnsanız işte... Ya da bildiğimizce insan olduğumuzu düşünüyoruz’ deyip kestirip atsak olmaz mı? Olur elbette; ben az sonra aynı şeyi yapacak ve kestirip atacağım…
…
Birbirleri arasındaki farkı anlamak için bu sayfalara bakıp da kişilerin kendi haklarında yazdıkları bir iki satırı okumak ya da bir yerlerden aşırılmış olduğu bariz sırıtmakta olan satırlara takılıp kalmak yeterli midir o insan hakkında fikir sahibi olabilmek için? Kişi hangi şairin dizeleriyle anlatabilir ki kendini ve anlattığı kişi kendisi olur mu bu durumda? Peki ya şairin rolü ne oluyor burada? O kimi anlatmış oluyor bir ''kendini bilmez' tarafından çalınmış satırlarında? Yoksa her şair bir gün gelip de kendisinden satırlar çalacak ve buralarda adeta kendi satırlarıymış gibi aktaracak olan o kişiyi tanımlayabileceği günü mü bekleyip durmuştur aylar-yıllar boyunca? Biz o şairin bilmem kaçıncı kuşaktan mirasçıları mıyız sadece? Sadece bir mirası en güzel nasıl yiyebileceğimiz üzerine mi kurulu sanal dünyamız bizim? Yoksa miras diye diye kendi ömrümüzü mü tüketiyoruz satır aralarında? Peki; ya sizin ömrünüz kaç sahte satır ki sahi? Benim ki kaç satır?
...
O kadar kolay olsaydı tanımak ya da tanımlanmak; o kadar kolay olsaydı bir isim koyabilmek burada oluşumuza; adını koyabilmek o kadar kolay olsaydı delice çırpınışlarımızın ve anlamsızca ve boş yere ve gereksizce tükenişlerimizin; saatlerin, günlerin, ayların ve de yılların burnumuzun ucundan akıp gidiyor oluşuna bir isim verebilseydik eğer... Sadece o ismi yazardık buraya ve seyr-eylerdik gerisini...
'Bakalım ne çıkacak? ’ diye…
'Hiçbir şey çıkmayacak' diye söylememişler miydi sanki bize, ta uzun yıllar öncesinde boyumuzdan büyük sevdaların peşine takılıp da cadde cadde sokak sokak kaldırım kaldırım ıslattığımızda şehrin her bir köşesini gözyaşlarımızla... Artık hiç yanmayan sokak lambalarının altında bekleyerek tüketirken ömrümüzü (yağmurda yeni yeni başlamışken atıştırmaya) tam da o sırada oralardan geçmekte olan bir aile büyüğü tarafından anlatılanları ''amaaan amca sen de'' diye mırıldanarak ağzımızın içinde, hiç mi dinlememiştik? Onlar mı geri kafalıydı yoksa biz mi olduğumuzdan daha ileride sanıyorduk kendimizi? Onlar mı boşuna edinmişlerdi bunca tecrübeyi yoksa biz mi tecrübenin değil tahsilin önce gelmesi gerektiği yönündeki işsiz mezun öğrenci avuntusuna fazla bel bağlamıştık? Onlar mı daha iyi biliyordu sevdayı en karasıyla hayırlısıyla yoksa biz mi bildiğimizi sanıyor ve yanılıyorduk daha ilk seferinde? ...
...
Güvendiğimiz hangi dağa yeni bir soğuk hava dalgası geliyor olsa balkanlardan, önce mektuplar hazırlıyoruz bir bir; beyaz, selüloz kokulu, düzgün kesilmiş, ak-pak kâğıtlara döküyoruz içimizi… İçimiz beyaz kâğıtlar üzerinde siyah mürekkep lekelerine dönüşürken, biz kırmızı renkli alev boylarına takılıyoruz hep; yürek kırmızısının başka hangi yerde daha bu kadar berrak ve temiz olabileceğine ilişkin kulaktan dolma haberlere karnımız tok... En çok kendi satırlarımızı seviyoruz aslında ama belli etmiyoruz bunu ele güne karşı kendimizi bir şey sandığımızı sanmasınlar diye... Ve daha çok da yazdıklarımıza geri dönüp düzeltmeler yapmaya bayılıyoruz; şurada bir virgül eksik, burada bir vurgu hatası göze çarpıyor, daha ilerideki şu iki kelimenin arasına bir bağlaç koyayım bari, şu kelime oraya hiç uymamış, ilk haliyle kalsa mıydı yoksa? ... Ama bir yarışma sorusunun cevabı değildir ki edebiyat, akla ilk gelen hep doğru olsun... Daha çok sulu boya bir tablo gibidir bu, önünde durup dikildikçe, okudukça eksiklerini gördüğün ve her tamamlama çabanla daha çok kendine benzettiğin... Ve kendimizi çok şey sanıyoruz böyle zamanlarda ama nedense hep sanı olarak yaşayıp, sanı olarak büyüyoruz işte buralarda... Büyüdüğümüzü sanıyoruz ya da... Bir türlü büyüyemeyişimizin edebiyatını yapıyoruz interaktif sayfalarda... Edebiyatın i-çi-ne ediyoruz aslında!
...
Komiklikler yapanlar var biliyorum onları; komik olduklarını sananlar var... Ama karizmatik olma bulaşığı yapışmış; adi, iğrenç, düzeysiz, yerlerde sürünesi bir komiklik bu... İnsanlık dışı, aşağılık bir komedya adeta sergiledikleri... Güldürmekten çok mide bulandırıyorlar... ''Bitse de gitsek'' ya da ''beklemesek bitmesini de, hemen terk etsek'' dedirtiyorlar daha çok... Ve ne yazık ki çok fazla sayıda izleyiciye sahipler… Duyarsız, omurgasız, özgüvensiz ve korkak bir izleyici topluluğu var karşılarında ve yine ne yazık ki çaresiz durumdalar.
…
Ve tabii bir de ‘uyanıklar’ var ve bir de onların uyanık olduğunu bilen ‘daha uyanıklar’ var ve bir de daha uyanıkların normal uyanık olanların uyanık olduklarını sandıklarını sanan ekstra uyanık olanlar var… Öyle ya, sanal dünya değil mi bu? ... En saçma ve en çok sanabilene; bu konuda sınır-engel tanımayana üçlü koltuk takımı hediye! ...
Kandırdıklarının ise sadece kendi zavallı egoları olduğunu ve yarım saat ya da bir saat sonra buradan ayrılıp evlerine doğru giderlerken ya da zaten evlerinde iseler o sırada, yataklarına doğru yol alırlarken 'nasıl işlettim ama kerizi' tarzındaki geçici ve abuk sabuk tatmin oluşlarının ömrü bir uyku boyu sadece ve sabahın ilk ışıkları herkesi kendi önünde tek sıraya geçirip bir bir 'geç bakalım' derken ne akşam ki 'kerizin' adı kalıyor akıllarda ne de yapılan 'sözde' ve 'gereksiz' ve 'aptalca' işletmenin o 'tarifi imkânsız' tatmini... Hacı Emmi'nin bakkalını bile işletemeyecek kadar aptal olanların bir insanı nasıl işletebildikleri ise işletenlerle değil de daha çok işletilenlerle alâkalı bir durum gibi görünüyor ve çaresiz tanımı da en çok işletilenlere yakışıyor... Tatmin ise; sadece yaşandığı sırada keyif veren uyuşturucular gibidir bence ve daha çok işletenlerin tercihi durumunda oluyor maalesef... Ama bir süre sonra artık 'kesmez' olacağını ve bu durumda alınması zaruri olan yüksek dozun ise insanı her an öldürebileceğini birileri onlara söylemeli artık...
...
Ama yine de... İnatla haykırmak gerekiyor değil mi?
'HER SABAH YENİ BİR UMUTTUR; HASTALAR, DÜŞKÜNLER, İŞSİZLER VE YALNIZLAR İÇİN'...
Umudunuzu aptallaştırmayın sakın ve olabiliyorsanız kendiniz olun ve başarabiliyorsanız kendiniz başarın ve yaşayabiliyorsanız kendi adınıza yaşayın. Hayatınız boyunca asla taşımayı düşünmeyeceğiniz o sahte kimliklerinizi, maskelerinizi ya hemen şimdi yırtın atın ya da ömrünüz boyunca o kimliğe, o sıfata, o çehreye ulaşabilmek için hemen şimdi uğraşmaya başlayın... Hem de hemen... Şimdi...
...
Çok kirlendi artık her şey ve kirlilik hastalıklı bir hücrenin insan vücudunda hızla yayılması gibi sarıyor tüm dünyayı; insanları ve onları insan yapan tüm duyguları süratle yok ediyor pazarlıklar, rekabetler, ihanetler... Hızlı ve kesin bir çürüme durumu bu; geriye dönüşü olmayan ya da dönülmesi için çok fazla sayıda insanın kurban edilmesini gerektiren bir durum bu... Çok insanın canı yanacak gibi görünüyor, biliyorum bunu; çok insanın hayata ve insanlara ilişkin temiz duyguları kökünden sarsılacak yakında; çok insan artık kendi geleceğine bile güvenle bakamaz duruma gelecek ve çok insan sevgiyi söküp çıkarmak zorunda kalacak yüreğinden; bir daha hiç hatırlamamak üzere...
Gün geçmiyor ki, 'İnternet ve internette insan ilişkileri' üzerine olumsuz bir haber düşmesin haber ajanslarına... Gün geçmiyor ki, internette tanışıp daha sonra bir araya geldiklerinde birbirlerini bıçaklayan-boğazlayan ya da birbirlerine saldıran insan müsveddelerinin haberleri çıkmasın radyoda, televizyonda, gazetelerde... Birbirlerine hakaret dolu tümcelerle saldıran ve dahası ağızlarından salyalar akacak şekilde ahlâksızlaşıp karşılarındaki insanın insanlık namına bildiği tüm değerleri ayaklar altına almayı amaçlayan bu güruh daha fazla kan dökülmeden ve daha fazla insanın canını yakıp kavurmadan durdurulmalı... Aksi halde kapı komşumuzun bir gün yaralandığı haberine bile hiç şaşırmayacak, kız kardeşimizin kendini bilmez bir serseri yüzünden tüm insanlığa sırt çevirmesi karşısında çaresiz kalacak ve evimizde bilgi teknolojisi adına ne varsa satıp kurtulmak için bir eskici bile bulamayacağız... Küçüklerimize verdiğimiz nasihatlerin formu-formatı bile değişecek: ''Oğlum sakın internet kafelere gideyim falan deme, orada sapık abiler ve yalancı ablalar varmış ona göre, yoksa kırarım bacaklarını''... Önce topluma ve sonra kendine küsmüş insanların elinde bu amaca hizmet etmeye yarayan ne kadar bilişim ürünü varsa hepsinin üst üste yığılmasıyla oluşmuş dev bir tekno-dağın ardından birbirimizin yüzünü bile göremeyeceğiz yakında. İşte o zaman aşmak gerekecek belki de bu dağları; belki, O insanın yüzünü görebilmek, elini tutabilmek, bir demet çiçeği kendi ellerimizle verebilmek, bir selpak mendille gözyaşlarını kendi ellerimizle silebilmek için bir sürü engeli aşmamız gerekecek... O zaman anlayacaklar-anlayacağız belki de bu uğurda emekler verilmesi gerektiğini; bunun gerekliliğini ancak o zaman hissedeceğiz belki de... Ve bir sonbahar akşamı hüznünün, bir İstanbul akşamının, bir Kızkulesi görüntüsünün, bir Haydarpaşa iskelesi manzarasının, bir vapur düdüğünün, bir türkünün, bir yağmur altı gezintisinin sadece beş dakikasını bile olsa el ele paylaşmanın, burada paylaşılan saatlerden, günlerden ve hatta aylardan ve hatta yıllardan çok daha önemli ve çok daha eşsiz olabileceğini işte o zaman göreceğiz, anlayacağız... Vakit çok geç olacak ama biliyorum bunu... Artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak çünkü...
Aylardan kış ise paltolar hazırlayıp, iki çift çorapla ayağımızı korumamız gerektiğine karar verip, hanım isek 'sarı-beyaz' erkek isek 'koyu renk' atkı berelerimize bürünüp, orijinaliyle aynı adı taşıyan parfümümüzü sürüp sürüştürüp, mümkünse biraz da süslenip püslenip, çocuk bayramlarının o törensi havası içinde, dışarıda yağmakta olan karın, esmekte olan boranın, ortalığı savaş alanına çeviren fırtınanın içinden sıyrılıp, asla yılmadan ve yıkılmadan, beyaz bir martı gibi süzülerek onun yanına gitmenin o tarifi imkânsız gururunu yaşamak için daha fazla zamanımız var mı sanki? Zaman kimseyi ve hiçbirşeyi beklemeksizin burnunun dikine kendi bildiği yolda hızla ilerlemeye devam ederken bizden alıp götürdüklerini bir gün geri getirip vererek bir de üstüne özür dileyeceğini mi sanıyoruz hala? Nasıl bu kadar saf, bu kadar kör, bu kadar cahil olabiliyoruz; bunun bir okulu mu var ve daha da önemlisi bizi bu okula zorla mı kaydettiler? Yoksa hayatın biz istemeden elimize yüzümüze bulaştırdığı kirden ve pislikten sadece bazı zamanlar ve sadece 'O' söz konusu olduğu zamanlarda kurtulmamızı sağlayacak değişik ve denenmemiş bir metodun ilk uygulayıcıları mı olmayı hedefliyoruz? Riski seven bir yatırımcının hayatının kumarı olarak adlandırabileceği bir girişimden son anda sıyrılması olarak adlandırabilir miyiz bu durumu yoksa kârlı çıkmanın garanti olduğu gün gibi aşikâr olan bir gerçeğe gözlerini kapatmak demek midir bunun Türkçe açıklaması?
...
'Ve niye yoksun ki sanki şimdi? ' diye diye kaçımızın dilinde tüyler bitti; kaçımız ardı arkası gelmeyen gecelerde, sigara üstüne sigara yakıp... ve üstüne çay-sigara... ve devamında kahve, hüzün ve keder... ve devamında özlemle hep o anı bekledik durduk; vuslat anını...
-'' Merhaba, beklettim mi? ''...
-'' Yoo bekletmedin... Yoo, aslında ben seni beklemiyordum ki... Ben sadece buradan geçiyordum o kadar ''...
Daha ne kadar sürdüreceğiz bu anlamsız oyunu ve ne kadar kandıracağız kendimizi? ...
Kim kimi bekliyor ya da ''yoo beklemiyordum'' diye kendisini kandırıyor? ...
Kim ya da kimler beklendiğini bile bile beklenmediğine inandırmaya çalışıyor kendisini ve bekletiyor olmanın sorumluluğundan bu sayede kurtulmaya çabalıyor? ...
Bilgisayar monitöründen ırak olan gönülden de ırak mı oluyor sahiden ve şimdi karşımızda durmakta olan ekranın 'ON' tuşuna basmadığımız sürece bizi bekleyen biri olmadığını kabul etmek o kadar kolay mı gerçekten? ...
Hiç yokmuş, hiç olmamış, bir varmış bir yokmuş gibi davranmak; hiç hatırlamamak; hiç özlememek ve artık umursamamak hemen karşımızdaki şu küçücük butona basmak kadar kolay değil mi aslında? ... ''OFF''...
...
Belki bir gün yolun geçer diye buraya yazıyorum!
İsmin bir sır, bir günah olmadı hiç ömr-ü hayatımda...
Ve...
Ben bu lânet dünyanın kahrını daha fazla çekmezdim ya...
Lâkin başına bir iş gelir diye korkumdan ölemedim...
İşte bu yüzden şimdilerde nöbetlerdeyim...
İşte bu yüzden hâlâ, bıraktığın yerdeyim...
...
Hepimizin ama istisnasız hepimizin yüreğinde bir yerlerde; çok ayan beyan olmasa bile ara sıra kendini dışarıya atmak isteyen; kaldığı yerde sıkıldığını artık daha fazla dayanamayacağını anladığı anlarda öfkeyle açığa çıkarılacak bir nefes gibi beklemekte olan; ne doktorların ne de ilaçların çare olabildiği; gözyaşlarıyla derinleşen ama gözyaşsız da yapamayan bir buruk, yanık, kırık-dökük sevdası var değil mi?
Ama biz sevdasız yapamayız ki... Ve en çok da acısız olanlarıyla hiç kesiştirmedik yollarımızı...
Yol ise; O'nun bizi terk ederken kullandığı yoldu ve sonu nereye varırdıysa artık...
...
VE SON SÖZÜ HEP HAYAT SÖYLER AMA...
BENİM DE CÜMLELERİM VAR...
...
...
Seninle güneşli güzel geçirmek ve hep bir bayram havasında mutluluk resimleri çizmek istemedim hiç; hiç istemedim sembol haline gelmiş kartpostal bir çift olmayı seninle… El eleyken birbirlerinin gözlerine artık sıkılmış bakmayı şart koşan durumlara düşmekten korkumdandı belki de ve ben senden sıkılmayı hiç ama hiç istemedim…
Bir acının tam merkezinde ve birinci dereceden akrabası olmayı istedim seninle o ortak kişinin… Aynı acıyla kavrulan yüreklerden biri seninkiyse bir diğeri benim ki olsun istedim…
Yaralı bir sokak kedisine birlikte acıyalım; sakatlanmış ayağı yüzünden topallamakta olan görüntüsünün benim için olduğu kadar senin için de en hüzünlü görüntü olmasından yanaydı bir dileğim ve en çok bu görüntüye hiç dayanamayalım istedim…
Hastane bahçelerinin birbirlerine yabancı bekleyenleri yoktur ya hani; hani orada herkes ilahi bir kardeşlik bağıyla birbirlerine kenetlenmişlerdir ya; işte seninle böylesine bir bağ ile bağlanmak isterdim delice; orada tanışmış ve bir ay sonra belki de hiç hatırlamayacak olsan bile hemen o anda benim beklemekte olduğum hasta için koca hastaneyi birbirine katacak kadar cüretkâr oluşunu izlemek isterdim hayranlıkla ve işte o anda gururumdan ağlamak isterdim o acil tabelasının altında…
Sabahın ta dokuzunda şehre inecek olan bir tanıdığımızı akşamın ta onbirinde beklemeye başlamak isterdim seninle; saatlerin hiç geçmediğine dair 'geleneksel' bir inancı seninle savunmak isterdim bu anlarda; bir terminal yazıhanesinin daracık, sert, soğuk sandalyelerinde… Omzuma yaslanıp uyuyan görüntüne hayranlıkla bakıp, içmekte olduğum sigaranın dumanından rahatsız olmayasın diye otuz saniyede bir başımı diğer yana çevirirken, (bu sefer de) uyanmayasın diye hareketlerimi ağırlaştırmak zorunda kalmayı ne çok isterdim bilemezsin.
Seninle kartpostal sevgili olmayı istemedim ben…
Son otobüsü seninle kaçırmak; son treni veya… Kaçırdığımız son vapurun ardından hüzünle el sallamak birlikte ve seninle büyük ikramiyeyi tek rakamla kaçıran o lanet piyango biletine ortak olmak isterdim… Birlikte kaybetmek üzerine bir hayaller silsilesiydi benim ki; ardı arkası kesilmedi hiç…
Radyolarda çalan aynı hüzünlü şarkıya birlikte ağlamak; aynı filmi defalarca izleyen ama bıkmayan; tek bir şiiri tüm antoloji içinde hep ama hep ayrı bir yere koyan ve bir yazarın bir kitabını çok beğendiği için tüm kitaplarını satın alıp beğendiği kitabının hemen ardından okumaya başladığı ikinci kitabını daha on beşinci sayfasındayken ‘rezalet’ diyerek kulağını kıvırıp köşeye bırakan iki kişiden biri sen isen bir diğeri ben olayım istedim; seninle birlikte 'reddetmekti’ hayallerimin ikinci sırasındaki...
Güneşli güzel günler değildi benim seninle yaşamak istediğim…
Kış en sert nerede geçiyorsa orada olmak istedim seninle; aralık ayının tam yirmi dokuzunda hem de… Ve soğuğu hiç engellemeden ayaklarımıza yansıtan o adi ayakkabıların ilk talihsiz müşterisi sensen, ikinci ve son müşterisi ben olayım istedim; ayaklarımız bile birlikte üşüsün, soğuktan uyuşsun, kangren olacaksa birlikte olsun istedim… Mevsimsel bir acıyı seninle paylaşmaktı silsile halindeki hayallerimin sırasındaki…
Bir kartpostal sevgili olmayı istemediğim gibi seninle; aynı kartpostal sevgililerine burun kıvıran haline gülümsemek istedim tabi… Kıvırdığın burnuna benzer bir burnum olmasını ne çok isteyeceğime gülümsemek istedim çocukça…
Seninle mutlulukları değil de acıları paylaşmak istedim hep… Negatif olan yanlarında olmak istedim sürekli ve biliyordum ki mutluluklar tek başınayken de insanı rahatlıkla gülümsetebiliyorlarken, acılar ancak paylaşılınca hafifliyordu… Mutluluklar olabildiğince bencil bir yapıya sahiplerken ve bir tek sahibine ayrıcalık gösteriyorlarken, acıyı sahiplenenler asıl sahiplerinin üzerlerinden ağır bir yükü kaldırıyorlardı çünkü...
Bu yüzden acılarını paylaşmak istedim hep; hüzünlerini… Negatiflerine artı yönde bir puan olsun katkım olsun istedim; aynı eksiye ortak olmaktı tek amacım; adımın solunda yer alacak bir negatif işareti gibiydin bu yüzden sen…
Beni eksilttin hep ama kendini de arttıramadın hiç…
...
Yapma böyle… Bunun ne sana ne bana ne de az önce sesini duyduğum çöp kamyonunun yanında dikilmekte olan işçilere bir faydası var… Ne de, yanarak yarısına ulaşmış olan sigaramın dumanının gözlerimin içine içine girerek onları yaşartıyor olmasından alıkoymaya…
Rakıyı susuz içmeyi öğretmediği için minnettar olduğum babamdan bana yadigâr kalacak olan tek şey belki de bu; rakıyı susuz içmemek… Bunun dışında hiçbir şey almadım ondan… Aç karnına sigara içmemeyi hayatının en temel kurallarından biri haline getiren babamdan burnunun şeklini bile almamışım ki… Göz rengimiz tutuyor fakat ben bu ülkede en az 8 milyon insanla aynı göz rengini taşıyorum ve hiç birinden bir şeyler almışlığım yok… İşte bu sebepten ötürüdür ki ne göz rengim ne de burun yapım için babama şükretmek gibi bir derdim olmadı hiç…
Ama sen böyle yapmamalısın yine de… Bunun ne sana ne bana ne de az önce kapandığını duyduğum apartman kapısının biraz sertçe kapanmasına izin veren kapı veya üst komşumuzun tam da bu saatlerde kafasında dolaşmakta olan tilkilerin derdine bir faydası var; aç kalmış olmalarına bir çare değil senin bu yaptığın; bir pilicin taze ve lezzetli bir but’u değil yani…
Ve kaldırımlar hep ıslaklarken şiirlere bile konu olurlar da; hiç, kaldırımlarda ki elektrik direklerinin yerden yaklaşık bir metre yükseklikte bulunan elektrik bağlantı noktalarından dışarıya fışkırmış olan kablolarından bir tek ben bahsederim gece gece… Siz daha önce hiç okudunuz mu bu kabloların neden dışarıda olduğunu aktaran birini, satırlarında? Ben de aktarmayayım o zaman; adet bozulmasın...
Ve babamdan aldığım hiçbir özellik olmadığı için, için için hayıflanırken gecenin bu vaktinde, annemden aldığım özelliklere dikkat kesildiğimde bir tek ‘kadın duygusallığı’ aklıma geliyor ki; ben şimdi bunu ulu orta itiraf edersem tüm beni tanıyanların aklına tuhaf şeyler gelir diye korkuyorum azıcık… Ama ‘’duygusallığın ille de bir cinsiyeti mi olmalı? ’’ diye soruyorum kendi kendime tam da işçiler bizim sokağın çöpünü almış ve gitmek üzerelerken…
‘’Herkes kendi işini yapsın! ’’ demek geliyor içimden gün içinde sık sık… ‘’Herkes kendi işini en iyi nasıl yapabiliyorsa öyle yapsın! ’’ diye cümleler kuruyorum zihnim de; kendi işinden başka her şeyle ilgilenmeye kalkıp ellerine yüzlerine bulaştıran onca insanı gördüğümde… Ama çöpçüler yine de yerlere damlatırlardı çöp artıklarının sularını ve tüm mahalle, yağan ilk yağmura kadar çöp kokardı biz top oynarken… Biz top oynarken çöp kamyonları gelmezdi hiç… Biz çöp kamyonlarının dolaşmadığı saatlerde yaşayan canlılardık sanki… Sokakta ya biz vardık, ya çöp kamyonları ya da hiç birimiz…
Ve az müşterisi olduklarını ve kıt kanaat geçindiklerini iddia eden bakkalların bize verdikleri para üstleri hep ve her seferinde illaki yıpranmış olurdu ve ben kendimi hep aptal hissetmişimdir gıcır gıcır paralar verip yırtılmak üzere olan paraları cebime koymaktan endişe ettiğim anlarda… Cebime koyarsam bir daha asla tek parça halinde çıkmayacaklarına inanırdım bu tip kâğıt paraların ve cebime koymaktan vazgeçersem şayet, bir cüzdanım olmadığından hayıflanırdım henüz dokuzuncu yaşımdayken… Oysa hiçbir şey tek parça haline çıkmıyordu ki ne cepten ne de kalpten ve biz paramparça olmuş bir şeyler taşımak zorunda kalıyorduk hayatımız boyunca o aptal bakkal ya da aptal olmayan insanlar yüzünden…
Sonraki yıllarda arkadaşlarımdan birinin ikram ettiği sigarayı alırken, eğer bunu sürekli olarak yaparsam aile ekonomisine bir katkısı olup olmayacağını düşündüm… Sürekli ‘otlanarak’ sürdürülüp sürdürülemeyeceğine dair gayet insani ve gayet ‘yoksul-i’ bir tiryakiliğim olup olmadığını düşündüm bir de… Ama devam etmemeye karar verdim buna… Koca bir hayat ‘otlanarak’ nasıl geçerdi ki? Ve nasıl otlanabilirdi ki insan sigara dışındaki diğer tüm ihtiyaçlarını? Otlanmak bir diğer ismiyle ‘havadan geçinmekse’ ve havadan geçinmenin bir diğer adı da ‘asalaklıksa’, bu kelimenin başında bulunan sadece bir harfi çıkarmak suretiyle bir ‘salak’a dönüşeceksek tek bir harf sayesinde akıllı olarak yaşamaktansa hiç yaşamamanın daha anlamlı olduğuna dair felsefi bir tartışmaya girişmeyi düşündüğüm sokak işçileri sokağımı çoktan terk etmişlerdi artık…
Aile boyu sürecek bir sevgi gibi kendini sevdirmeye çalışan bir aile boyu kolayı eve götürürken ve ev de balık varken o akşam; salata varken yanında; soğan varken elle kırılmış; mutluluk varken fazlasıyla ve TRT izlenirken mecburi yolda düşürmekten ödüm kopardı… Göğsüme yaslayarak taşıdığımı hatırlarım hala; az sonra ayrılanacak bir sevgili gibi…
Ama yine de; Sen böyle yaptıkça ben tüm güzel hatıralarımdan kopuyor ve uzaklaşıyorum… Ve yedi yabancı kesiliyorum onlara…
Sen bana uzak durdukça ben bana yakın olan ne varsa hepsinden birden soğuyorum… Çok eski bir tanıdığım kadar dahi hükümleri olmuyor nazarı dikkatimde...
Sen bana uzak kalmaya çalıştıkça… Ben kendimi bile tanıyamıyorum…
Yedi yabancı bakıyorum aynaya…
...
YAŞANAN BAZI OLUMSUZ GELİŞMELER SONUCUNDA İSE HARFLER YER DEĞİŞTİRMEYE KARAR VERDİLER VE FARKLI KELİMELERE DÖNÜŞÜP; ÖNLERİNE, ARKALARINA YA DA ARALARINA YENİ NOKTALAMA İŞARETLERİ ALDILAR VE AŞAĞIDAKİ SATIRLARA DÖNÜŞÜVERDİLER. BAŞKA BİR ŞEYE BENZEYİP, BENZER FAKAT FARKLI ŞEYLER ANLATMAYA ÇALIŞTILAR NİSAN AYININ SONLARINA DOĞRU...
Tüm gece boyunca aynı aptal ve tek başıma asla cevaplama şansım olmayan o sinir bozucu ve uzun soruyu sorup durdum kendi kendime: ''BU KADAR ÇABUK TÜKETMEK YA DA TÜKENMEK İÇİN NEREDE HATA YAPMIŞ OLABİLİRİM? ''diye...
Bulamadım...
Saat 23'te servise binerken düşündüm, yok...
01'de çalışırken düşündüm bulamadım...
Saat 04 gibi tok karnına düşündüm ama bulamadım...
04'ü biraz geçiyordu; çay içiyordum; sordum bulamadım...
07'ye doğru kahve hazırladı arkadaşlar; düşündüm bulamadım...
Şimdi saat 09 gibi aç karnına düşünüyorum ama yine bulamıyorum...
Kahvaltıdan sonra bir daha düşüneceğim ama yine bulamayacağımı biliyorum...
Ve...
Uykusuzluklar aldım senden; yaramaz çocuklar gibi bir saniye bile yerinde durmaksızın akıp giden gecelerim var bu yüzden. Öyle ki; artık ay’ın tüm gece boyunca takip ettiği tüm rotayı bile çizebilirim sana gökyüzüne işaret parmağımla; ama sadece açık havalarda…
Gece bekçisi biraz istikrarlı olsaydı şayet, gece boyunca çaldığı tüm düdüklerin sayısını ve hatta saatini bile söyleyebilirdim sana. Ya da o sıralarda işten dönüyor ve yol da bir yerlere takılmamış olsalar, sokak kedilerinin evimin önünden geçiş saatlerini bile…
Tan yeri nasıl ağarırsa o gün güzel olur ya da nasıl ağarırsa o gün güzel olmaz üzerine bir sürü şey yazabilirim sana… Ve artık geceler üzerine edindiğim bu yüksek bilgiyle kendimi bir ‘geceolog’ bile ilan edebilirim her ne kadar kimse tanımasa da…
‘Gece profesörü’ iddiası ve imzasıyla bir kartvizit bastırıp bunu tüm eşe-dosta gönderebilirim utanmadan…
'Sabaha karşı' diye nakarat yapılmış saçma-sapan şarkı sözleri bile yazabilirim belki; Sezen Aksu'ya inat...
...
‘’Sabaha karşı 04’te’ diye başlayan o kadar çok mektup yazdım ki sana, ben yazmaktan bıkmadım ama sen okumaya kalksan daha üçüncüsünde uyuyakalırsın diye düşündüğümden hiçbirini yollayamadım sana…
Ama 'Uyuyakalamamalar' aldım ben senden; 'uykulara dalamamalar' aldım...
Can sıkıntıları aldım senden gereksiz yere ve ne yapacaksam artık hep saklıyorum bunları… Artık, yapılacak hiçbir işin ortadan kaldıramayacağı; karşılaşılan hiçbir güzelliğin bile gölgelere düşüremeyeceği; aldığım en mutlu habere bile gülümsememi engelleyen, gereksiz, çileden çıkarıcı, bıktırıcı ve hayata küstürücü bir can sıkıntım var benim… Temmuz’da sıcakların, Aralık’ta soğukların sadece vücuduma yansıyışını etkileyeceği ama asla ortadan kaldıramayacağı bir can sıkıntısı bu; yapışkan, askıntı, iğrenç, mide bulandırıcı, sinir bozucu bir şey…
Bir de iştahsızlıklar aldım senden; her yemeğe burun kıvıran tatlı cadılara benzedim bu yüzden… Altın tepsi de bile sunulsalar dönüp bakmayacağım bir sürü yemek tarifi aldım yanında… Hiç acıkmamanın; yaşamak için yemenin; sonrasındaki kahve keyfinden bile bahsedemediğim zorunlu perhizler aldım… Kilomu kaybettim tabi önce; yanaklarım doluluklarını yitirdiler eş zamanlı olarak ve gözlerimse parlaklığını; tenim ise pürüzsüzlüğünü böyle yitirdi. Hiç bir diyetisyene başvurmadan kilo vermenin en ucuz yoluydun sen! Ve ben artık seninle ne yan yana gelebilirim ne de ayrı ayrı zamanlarda ve yerlerde çektirdiğimiz iki vesikalık resmi yan yana koyabilirim…
Ve tüm bunları şimdi sana değil de başkalarına anlattığım için kızabilir misin bana?
Ardından konuştuğum için suçlayabilir misin?
‘’İspiyoncu’ ya çıkarır mısın sahi, adımı?
Beni bu can sıkıntılarından, bu uykusuzluklardan kurtarabilir misin? Bana kaybettiğim kilolarımı geri verebilir misin bir daha; kaybettiğim umutlarımı, hayallerimi? Bana kaybettiğim görüntümü geri verebilir misin peki; kaybettiğim saçlarımı?
‘’Gece uyunur'' derler ya hani... Buna inandırabilir misin beni?
‘’Sebepsiz yere ve sadece gülümseyen bir yüz ifadesi…’’
‘’Bir telefon ziliyle bile mutlu heyecanlanışlar…’’
‘’Kalemle bütünleşmiş biçimli parmaklar…’’
‘’Sadece keyif için ve yalnızca kahveyle tüketilen sigara…’’
‘’Yalnızca özel günlerde ve sadece bir kadeh içilen içki…’’
Bana bunların böyle olduğu günleri geri getirebilir misin?
Beni bunların böyle olması gerektiğine inandırabilir misin?
Beni kendine inandırabilir misin sen şimdi; bir zamanlar var olduğuna?
…
Bu kadar...
Buraya kadarmış demek ki...
Yitip giden bir sevgilinin ardından tanışmıştım burayla ilk...
Bir gün yolu buradan geçecek olursa belki beni görür diye düşünüyordum...
Belki görür de hala ne kadar özlediğimi anlar diye seviniyordum için için...
Bunun için yazmıştım onca satırı ve sadece hala onu özlüyor olduğumu değil, 'ne kadar özlediğimi' de anlatmaktı amacım...
Bir de resmimi koymuştum ki, son halimi görsün diye... Ne de olsa merak eder demiştim...
Ama olmadı... O gelmedi... Ve artık gelmeyecekte…
...
Sonraları değiştirip durdum yazımı; insanlara 'sanal'ı anlatmaya çalıştım... Bunun bize uymadığını anlatmaktı tek derdim... ''Aydınlığa çıkın'' demeye çalıştım hep... ''Karanlıktan kime hayır gelmiş? '' diye soruyordum sanki satır aralarımda... Anlayan anladı ama ahmak beyinler ısrar etmekte sürdürdüler saçmalıklarını ve yalancı kalmaya devam etmeyi bir marifet saydılar hep...
Ama ben uyamadım yalana... Uydurulamadım bir türlü... Uyduramadılar...
...
Önce yazılarımı sildim satır satır; yazmayı beceremeyenlerin veya yazılana saygı göstermeyi bilmeyenlerin saçma sapan ithamlarından ve sorgularından kurtulmak için... Yok; korkumdan değildi bu; sadece saçmalıyorlardı o kadar... Sadece zırvalıyorlardı... Sadece terbiyesizleşiyorlardı... Sadece bir haziran güneşini balçıkla sıvamaya kalkıyorlardı... Ay'a bile çamur atanları gördüm içlerinden ve gece gece üşenmeden tırmanıp evimin çatısına, Ay'a bulaştırılmaya çalışılan çamurların önünde barikat kurdum A4'lerimle... Çamura, irine, pisliğe bulaştı ak-pak tutmaya çalıştığım kâğıtlarım ve kâğıtlarımdan utandım; Onlara bulaştırılan çamurdan kalktı midem...
Ve neyse ki artık kimse bu pisliklerini kullanamayacak bana karşı... Çünkü kimse artık bana tek satır yazamayacak; eğer ben istemezsem! ...
...
Ve sonra resmimi çekip aldım insanların gözlerinin önlerinden... Ve artık kimse profilden çekildiği için biraz daha uzun görünen burnumla alay edemeyecek ve burnumun ne kadar uzun olduğunu ya da gözlerimin ne kadar bozuk olduğunu 'bilen' biliyor zaten ve fazlasına gerek de yok bence...
...
'Gerçekler' deyip durdum... 'Sahte kimliklerinizi hemen şimdi yırtın atın' diye yalvardım... Dinlemediniz... Israr edip durdunuz... İleri gidenleriniz ''Ben Türkçe bile bilmiyorum, bildiğim tek dilin ise sadece iki harfi vardır ve bunlar da 1 ve 0 dır'' diyenleriniz bile oldu... Bildiğim ve dünyanın en güzel dili olduğuna inandığım Türkçemden utandıramadınız ama beni... Beceremediniz... Bir bu haltı yiyemediniz işte...
...
Bir önceki tanıtım yazımın bir yerinde, buralarda işletenler ve işletilenler üzerine bir şeyler yazmıştım... Demiştim ki ''Hacı Emminin bakkalını bile işletemeyenlerin bir insanı nasıl işletebildikleri ise...''
Bunu okuyan ve hayatlarını sahtekarlıklar üzerine inşa eden bazı insanlar telaşlandılar hemen. Bir hırs bürüdü bedenlerini... Beni işletme derdine düştüler nedense... Oysa ben demedim ki 'ben işletilemem' diye... Ben sadece durumu aktardım ama anlama özürlüler ben sanki orada meydan okumuşum gibi üzerime gelmeye başladılar... Yalancı ablaların ve zararlı abilerin yüzleriyle bir kez daha tanışmak zorunda kaldım. Üzüldüm, haklı çıktığım halde...
Burada; antoloji dâhilinde var olan 12.345 ya da 16.783 insan içinde işletilmeye en açık insanlardan biri bendim aslında... Çünkü ben insanlarla bir ilişkiye başlarken ''önce güven'' diye başladım hep... Önce güvendim ve sonra ''eğer güvenilir insanlar değillerse nasıl olsa koparırım'' dedim... Kimseler ya da kimsecikler gibi ''Önce güvenme'' demedim asla... Ve aslolan benimkiydi... Önce güvenmek gerekiyordu. Önce güvenmek ve zaman içinde güvenilir olmadıkları ortaya çıkarsa bırakmak-koparmak-ayrılmak gerekiyordu. 'Önce güvenme' demekle; aslında çok güvenilir olan insanları bile daha en başından kaybetmek olmuyor muydu onların ki? Peki aslında çok güvenilir bir insanı daha en başından 'sahtekâr' olarak suçlamaya kimin hakkı vardı ve bunu işiten gerçek insanlar bu dünyaya nasıl bakarlardı?
İşte bu dünyaya gerçek insanlar benim anlattıklarım yüzünden bugün hala iyi bakmıyorlar...
Benim, orada yazdıklarımı hava atmak; caka satmak; pahalıya pazarlamak için kendimi ve olamadığım kimliklere bürünmek için yazmadığımı; günü birlik ilişkiler için dakika da seksen takla atma kabiliyetine erişmiş insanlar tabi ki anlayamazlardı ve ben tabi ki onların oklarının ucundaki hedef olacaktım bu durumda...
Kabul ettim...
Tüm okları, sanki sevgiliye birazcık uzaktan atılan güller gibi karşıladım... Birazcık uzaktan seslenilen bir isim gibi duydum her seslenişi... Annesinin oğlunu eve çağırmak için seslenişine benzettim bunları; duyulmak istenmeyen türden... Ama duydum... Fırlatılan her ok öyle bir yara açtı ki yüreğimde... Atılan her gül öyle bir saplandı ki dikenleriyle... Kelimelerin en sivri uçlu olanlarıyla o kadar çok boğuştum ki... Yara bere içinde kaldım sonunda... Bir günahı savunuyormuşum gibi oldum gözlerinde... Taş yağmuru altındayken bile namusunu korumaya çalışan ''ahlâksız'' kadınlara benzedim aynada...
Ve parçaladım aynamı...
VE SON OLARAK İSE MAYIS AYININ DAHA EN BAŞINDA, MAYIS MAYIS BİLE OLMAMIŞKEN DAHA; BEN BENDEN OLDUM; CANIMDAN OLDUM; AŞAĞIDAKİ GİBİ OLDUM; KÖTÜ OLDUM...
Öyle ani oldu ki gidişin; ben hiçbir şeyi toparlayamadım bile… Ne varsa ortalıkta kaldı… Azık diye bir şeyler bile hazırlayamadım sana; üşüme diye yollarda, hırka bile veremedim omuzlarına…
Öyle çarçabuk ve yangından mal kaçırırcasına bir gidişin vardı ki; öylesine koşturuyordun ki son anlarda; ben sadece bakakaldım ardından… Hayretle ve hüzünle seyrettim sadece gidişini… Sadece seyrettim…
Öyle ani oldu ki gidişin; ben susmayı becerebildim bir tek… Ağzımı açacak olan bıçaklara bile hayretle bakacak kadar şaşkındım… Sadece sustum… Susma zorunluluğunun dayattıklarına eğdim boynumu… Kıldan inceydi senin karşında; kesilesi duruyordu; kesildi işte…
…
Öyle ani oldu ki gidişin; ben sadece bir el hareketi yapabildim yarım yamalak… Yarıya kadar yükselmiş bir elim vardı o tarih ve o saatin resminde o kadar… Yarıya kadar yükselmesine bile hayretle bakılacak kadar…
Öyle ani oldu ki gidişin; ben hâlâ seni arıyorum yanımda yöremde… Gitmemişsin gibi geliyor bazen ve bazen sesini duyar gibi oluyorum… Resimlerine bakıyorum sıklıkla; kokun sinmiş eşyalarına dokunuyorum; kalemlerine el süremiyorum bir tek; onlarla yazmaya kalkarsam kan damlar diye korkuyorum bembeyaz sayfalara ve beyaz sayfalar da kan lekeleri görmek istemiyorum artık… O kadar çok gördüm ki onları; bence yeter bu kadarı…
Öyle ani oldu ki gidişin; ben ağzımı açıp tek kelime edemedim… Ettiklerim hava da asılı kaldılar… Boşluğa haykırılmış sloganlar gibiydi her bir cümlem… Duyan olmayınca söylenenin ne anlamı vardı ki? Ne anlamı vardı ki boşluğa seslenişin? Ne anlamı vardı ortalığı toz toprak içinde bırakarak uzaklaşan bir otobüsün ardından söylenenlerin? Yaşananların ne anlamı vardı ki; hüzünlü birer hatıra damlacığından ibaret kalacaklarsa? Ve martılara acıyasım geliyor şimdi; ne suçları vardı ki bizim peşimizden uçtular? Ve bir de o tramvayın yolcularına acıyorum şimdilerde; şimdilerde ben karşıma çıkan herkese acımak istiyorum aslında; seni hiç tanıyamadıkları ve göremedikleri için…
Öyle ansız oldu ki gidişin; hiç sadaka almadan gün bitiren sokak çocukları gibi hissettim kendimi; akşam ev de vereceğim hesabı düşünmeye başladım daha ilk an da… Sadakasız tamamlayacağım kaç günüm daha vardı ki?
Öyle ani oldu ki gidişin; ben gitmeler üzerine aklımda kurduğum bütün senaryolardan uzaklaştım… Gitmelerin şekli şemalı üzerine ne kadar bilgim varsa; tecrübem, hepsinden birden koptum… Kopuk bir hayatın beni beklediğine dair bir inançla doldu içim… İçim gitti sanki sen gidince ve ben gitmekte olan içime bile ağlayamadım… Ağlattırmadan gittin… Gözyaşıma tahammülün yoktu belki…
Öyle ani oldu ki gidişin; yüzüne kapılar kapanan biri gibi hissettim kendimi… Rüzgârını yüzümde hissettiğim bir kapı şimdi aklımdaki… Birlikte açmanın bize nasip olmadığı bir kapıydı bu… Kadıköy’de kurulu bir evin kapısı… Adına kütüphaneler kurulmuş bir evin ve en geç saat 22.30 da sana bırakılacak olan bir evin kapısı… Balkonunda oturup eski yarana ağlayacağın bir evdi bu; bana ağlamanı istemedim hiç… Beni sevmeni istedim ama bundan bir çıkarım yoktu ki… Çıkarsız verdim sana yüreğimi… En değerli hatıralarımı… Senin yanında soluklaşan hatıralar mıydı bunlar? Yanında esameleri bile okunmayan şeyler miydi? Demek ki…
Öyle ani oldu ki gidişin; ben olduğum yerde kaldım… Bir adım bile atamadım sana doğru… Sana doğru gelen bir kelimem dahi olamadı… Bir kelime dahi edemeden gidişine şaşırdım aynı tarihte… Aynı tarihi ‘ayn-ı tarih’ yaptım bir anlamı varsa… Ki yabancı başka dilleri bilmeyen dudaklarımdan bir tek ‘SENİ SEVİYORUM’ döküldü ki… Sadece dökülüşünde ki ıstıraba bile kurban olası geldi o günün tüm martılarının… O günün martıları adına bir hüzündü bu! Ben onlar kadar ağlayamadım belki de…
EVET! ...
Yeniden başlıyor ve sil baştan yapıyoruz şimdi de. Geçmişte okuduklarımızı okumamış; yazdıklarımızı yazmamış; duyduklarımızı duymamış; söylediklerimizi söylememiş kabul ediyoruz kendimizi… Bir tek ‘hissettiklerimize’ hiçbir şey yapamıyoruz ve onları hiç unutamayacağımızı biliyor ve saygıyla yâd ediyoruz…
…
Yeniden başlıyoruz ve siz de –lütfen- tekrar ediyorsunuz! Hazır mıyız?
…
Yaylı-üflemeli-vurmalı tüm çalgılar yerlerini almış durumdalar; obua, viyola ve hatta piyano bile… Kemanlarda hata istemiyor, flütlerin nota sekmelerine izin vermiyorum kesinlikle…
Amfiteatr.’da, çalışkan-tembel tüm öğrenciler dikkatlerini bana yoğunlaştırmış durumdalar; Uyuyan? Yok…
Peki, ben şimdi ‘ses’ veriyorum size, sizler ise tekrar ediyorsunuz: AAAAAAA! ...
—AAAAAAAA…
Evet, bu çok güzel oldu gerçekten ve şimdi de: ŞEEEEEE! ...
—ŞEEEEEEE…
Bu daha da güzel oldu ve son kez: KEEEEEE! ...
—KEEEEEEE…
Harikasınız gerçekten ama bir kez de tümünü birden söylememiz gerekiyor: A. ŞE. KE! ...
—AA. ŞEE. KEE…
Mükemmel oldu gerçektende. Bir AŞEKE en güzel böyle söylenebilir veya icra edilebilirdi ama size kötü bir sürprizim var ki: ‘AŞEKE’ diye bir şey maalesef yok ve hiçbir zaman da olmadı… Sadece AŞK diye bir şey var (dı) ama onu da biz kaybettik…
Çarşıdan eve dönerken yolda düşürmüş olduğumuzu düşündük ve evin kapısından geri dönüp, geldiğimiz tüm güzergâhı aklımızda kaldığı kadarıyla adım adım geriye doğru takip ettik. Gelirken sağa sola sapmış olabileceğimizi düşünüp değişik güzergâhlara bile sapmayı ihmal etmedik. Yasadışı define avcılarının, iz sürmede ustalaşmış Kızılderililerin, 'İnce Memed' in izini süren o kalleş eşkıyanın, Scotland Yard’ın hatta Sherlock HOLMES’ ün gösterdiği dikkate eşdeğer bir dikkat ve özenle eğilerek bakındık yerlere… Ama bulamadık.
Bir gece vakti işten eve dönerken; üstelikte yorgun argınken; dikkatimiz dağılmışken, servis aracının koltuklarının arasına düşürmüş olduğumuzu düşünüp, gecenin o vaktinde utana sıkıla servis şoförünü aradık cep telefonundan; henüz uyumamıştır diye düşünerek… Yarı uykulu sesinden anladık uyuyor olduğunu ve sıcacık yatağından kaldırıp adamcağızı, –muhtemelen- çizgili pijamalarıyla –bir zahmet- otoparka kadar gönderdik; çok utandık. On dakika sonra tekrar arayacağımızı söylerken bile utancımız geçmemişti hâlâ… Aradık; sorduk: ‘Ne oldu? , Orda mıydı? ’dedik… El cevap, Elazığlı gakkoş şivesiyle geldi: ‘Yok gardaş valla, başga yerde düşürmüş olmayasan? ’
Bir çare evdeki çekmeceleri karıştırmak geldi aklımıza; kimseyi ayağa kaldırmadan ama… Bebek tulumlarının ve çamaşırlarının arasına; kışlık çorapların ve atkı-berelerin altına; artık içine giremediğimiz halde kıyıp atamadığımız kot pantolonların yanına yöresine; eski şemsiye, kopmuş manyetik bant, tornavida, düğün videokasetleri, içi boş bir kolonya şişesi, ikramiye isabet etmemiş bir piyango bileti, eski bir walkmanın yalnız kalmış kulaklığı, anten giriş soketi, bir sigorta şirketiyle bir ihracat firmasının artık yazmayan eşantiyon kalemleri, enerjilerini yitirmiş üç kalem pil, içinde iki tane kalmış bir aspirin plakası, üzerinde yaldızlı harflerle adının ve telefonun yazılı olduğu bir kuyumcu kutucuğunun kapağı ve daha bir sürü ıvır zıvırla dolu çekmeceyi karıştırmakla baş edemeyeceğimizi anlayıp salonun orta yerine ters çevirip döktük içinde ne varsa; her şey vardı sanki orada ama bir tek aşk yoktu işte... Belki de hiç olmamıştı...
Parfüm kokan oyuncak ayıların; şekillendirilememiş lego parçacıklarının; Pink Panther ve Donald duck ‘ördek’lerin olduğu yerlere bile baktık; ağlayarak baktık hem; sızlayarak içimiz; ah ederek daha çok, ama yoktu ki…
Halının altına ya da paspasın; buzdolabının üstüne ve gardırobun; kapının ve hatta ‘bacanın’ arkasına; televizyonun yanına ve de bilgisayarın ama sır olup uçmuştu; şeytan alıp götürmüş olabilir miydi? Bulamadan getirir miydi?
Son bir çare olarak ise bir ‘sanat tarihi’ müzesinin tahta merdivenle inilen bodrum katında bulunan ve ‘yangında ilk kurtarılacaklar’ yazılı tabelasıyla dikkat çeken bir kapısının ardındaki örümcek ağları bağlamış odasında bulunan işlemeli bir sandığın ağır kapağını kaldırarak altındaki (artık tozlanmaya yüz tutmuş) el yazmalarının; Bizans heykelciklerinin ve gözyaşı şişeciklerinin; kitapların ve de yeniçeri kıyafetlerinin; deri ciltli ve ömre dair-isme ait defterlerin ve de artık sadece ‘minyatür’ hükmündeki resimlerin; takıların, kolyelerin, divit yerine kullanılan ve artık ömrünü doldurmuş kalemlerin sağına, soluna, altına baktık ama bulamadık. Kesinlikle sır olmuştu.
Bir tek vapur düdüğüne bakmadık ve bir de martıların kanatlarına…
Bir tek battaniyeyi es geçtik bir de…
…
Çaresizlik işte tam da böyle, bir an da sardı tüm benliğimizi… Gıkımızı bile çıkaramadan böyle boğazlandık işte; zavallı mavi telli turnalar gibi… Kelimeler ve dahi biz böyle kesildik yemeden ve de içmeden… Yazı böyle bitti ve geriye izi kaldı sadece… Şiir de şairi de böyle sustu işte ve ‘susmaz-susamaz’ diyenler yanıldı; ‘susar’ diyen olmamıştı zaten…
Tam da böyle, bir an da titredik ilk; ölüme eş bir ürpertiyle hissettik canımızın çekildiğini; kanımızın kuruduğunu… Artık hiçbir hissimize bile güvenemeyecek miydik yoksa? … Verdiğimiz isimden ve bize verilenden bile tereddüt ettik… Yanan her ateşten böyle korkar olduk ve ‘bir isim bir ateş’i bir daha yan yana düşünemedik hiç; yanan bir ‘kandil’ olduk sabahların seher aydınlıklarına değin sönmeyen…
Korkuyla uyanmanın ne demek olduğunu ilk böyle anladık; anne olmadan-olamayacakken…
Sabaha beş kala kan-ter içinde uyanmaktan ne çıkarı olurdu ki insanın? ... Olmazmış; bunu anladık ama geç oldu biraz… Ya da tek çıkarımız ansızın, durup dururken, dışarı da kornalar çalmıyor ve ramazan davulcusu dolaşmıyorken caddelerde, üst komşu karısıyla kavga etmiyor ve alt komşu gece gece müziğin sesini açmadığı halde, mutfakta birileri raftan bardak alırken yere düşürmediği ve hiç kimse hiçbir şeyi hiçbir yere düşürmediği halde bölünen kan uykular oldu. Ama…
Ama geçti…
Nihayeti olan her duygu; her his; yaşamın ta kendisi ya da ölenin ardında bıraktığı hüzün gibi o da geçti artık. Yarattığı ‘kavram kargaşası’nı da aldı yanına ve gitti. Kargaşaya düşürdüğü acemi, çocuk, yeni yetme beyinlere acıdı öyle gitti. Kıydı öyle gitti. Ya da kıyamadı öyle gitti belki de; bilemiyorum ki…
T.C.D.D’ nın artık çok eskilerde kalmış ve bir örneği Haydarpaşa’ da ve bir diğer örneği ise ‘Sirkeci’de bulunan ve çoğu insan tarafından artık hatırlanmayan buharlı kara trenleri gibi ağır oldu geçip gidişi; sancılı oldu gidişinin her bir kilometresi; işkenceye benzedi gidişinin gözlenişi… Etrafı yanık kömür ve hafif tuzlu bir su buharı kokusu sardı o geçip giderken… Havada hâlâ hafif bir duman ve nem var ama çok oldu o geçip gideli; birazdan dağılır bu koku, buhar; birazdan açılır gökyüzü…
Bir salyangoz gibi iz bıraktı gözlerimizin hemen altından başlayıp çenemizin hemen altında kalın bir noktayla sonlanan; öylesine parlak, göz alıcı; öylesine paha biçilmez bir çift iz… Her sabah güneş bizim için doğduğunda, birbirleriyle eşit uzunluktaki bu iki çizgiyle selamlıyoruz artık aynamızı: ‘Ayna ayna söyle bana, var mı çizgilerine benim kadar sahip çıkan bir başkası? ’… ‘Çizgi çizgi söyle bana, var mı benim için senden daha anlamlısı? ’…
…
EVET! ...
AŞEKE diye bir şey yoktu ve hiç olmadı. AŞK ise vardı ve böyle bitti…
Ağzımızın payını aldık aslında biz; boyumuzun ölçüsünü bir de… Dilin kemiği yoktu ve mutlak olan bu gerçeği unutmanın cezasını böyle çektik ama biz de olmayan dil kemiği başkalarında da yoktu ki… Demek ki onlar da unutmuşlardı mutlak olan bu gerçeği…
Kulaklarımıza bile artık inanamayacağımızı, güvenemeyeceğimizi anlayınca küstük onlara da… Ne duyduğumuza inanabiliyoruz artık, ne de duyamadıklarımıza… Artık ne duysalar hikâye oldu nazarımızda… Kulaksız tavşanlara döndük…
Gözlerimiz ise en acemi illüzyonlar karşısında bile hemen su koyuvereceklerse, biz hangi yakamoza, başka hangi yanılsamaya daha inanacaklarını nerden bilebiliriz ki artık? Gördüğü gerçek olmayan gözlerden kime ne hayır gelir bu saatten sonra?
Ama vaat ettiklerimizi ödedik çok şükür; söz verdik ve yerine getirdik… Alacaklarımızı alamadık ama onu da bir öğleden sonra aniden bastıran yağmurdan kaçmakta olan iki yağmur kaçağı küçük çocuğun avuçlarına sıkıştırdık; henüz saçları bile kurumamışken ve çay henüz demlenmemişken…
Çabuk kaptırdık kendimizi; kabul… Ama…
Ama RÜZGÂR EKEN FIRTINA BİÇMEZ MİYDİ?
KALP KALBE, HİS HİS’SE, SEVGİ SEVGİYE KARŞI DEĞİL MİYDİ?
İNSAN, KARŞILIK GÖRMEDEN SEVEBİLİR MİYDİ?
…
Bildiğimiz en güzel sözcükleri; şiirlerden çalıntı küçücük parçacıkları; düzyazılardan cımbızlanmış cümleleri; aklımıza aniden geliverenleri, sonlarında ne varsa artık: ünlem, soru işareti ya da üç nokta, hiçbirine aldırmaksızın birbirine bağlayıp püskül-püskül, salkım-saçak salladık gece vakitlerinde; sabaha karşı üçlerde ve adına ‘sancak’ dedik; yüz sürülesi, öpülesi bir sancak aldık, kabul ettik, bağrımıza bastık; yere hiç düşürmedik…
Çevremizde ne kadar yazılı kâğıt varsa; biz yazmış olalım ya da olmayalım fikren sadık kaldığımız ne kadar sayfa; bizi anlatıyor olduklarını düşünüp fosforlu kalemlerle iz bıraktığımız ne kadar kitap varsa uç uca ekleyip serdik yollara… Dokuz yüz seksen kilometre uzunluğunda ve ara sıra beyaz, bazı yerlerde sarılaşan uzun ve dar bir şerit oluşturduk karayollarında; kapkara bir bahtın üzerine sarı-beyaz sayfalar serdik… Sarhoş olup olmadığımızı anlamak için belki de; bu şeridin üzerinde yürümeyi denedik, sendeledik ama çabuk toparladık, düştük fakat kaldıran olmadı. Düşerken kazara ezdiğimiz ‘Frezya’ların ‘alımlı’ ve ‘güzel’ sahibesine karşı bizi adam gibi savunacak tek bir ‘avukat’ dahi bulamadık, savunmasız kaldık; boynu bükük… Zindanların yedincisine işte böyle atıldık…
Yüreğimiz pır-pır ediyordu; yaralandık; kan tutmuyordu onun için baktık… Tentürdiyot yoktu, pamuk yoktu; alkolle iyice ıslatıp ‘siyah fular’ bastık… Sızım-sızım sızladı; inim-inim inledik, canımızın çekildiğini sanıp feryat-feryat bağırdık; ama ne dostu ne de düşmanı çağırdık… Ve…
Şimdi geçti biraz ama hafif hafif sızlıyor. E eline iğne bile batsa insanın, sızlamaz mı?
Her yaranın yeri biraz sızlar ama tüm yaralar ancak eskiyince ‘kalıcı’ olur.
İyileşmeden eskiyen her yara, yanık bir türkü olur; nazlı bir vapurun serinliğinde…
Hasan SEFEROĞLU
Class IV. Engineer (ships)
Glassware Production Assistant of Master (H28 and IS machines)
Cromium Trioxide Production Master
Economist
GlassFiber Processing Master (Chopped Strand Mat & Emulsion Bonded Mat)
[email protected]
[email protected]