Deniz - Hakkında Yazdığı Tanıtım Yazısı

http://blip.tv/file/928610

şiddetle tavsiye ediyorum.



Keşke yaşansaydı travma...

Dengir Mir Mehmet Fırat, toplumun “demokrasiyi içselleştirememesi”ni cumhuriyet devrimlerine dair, “Türk toplumu bir travma yaşamıştır. Bir gece içinde kıyafetini ve dilini değiştirmesi istenmiştir. Dinsel yolları dağıtılmıştır...” diye gerekçelendirdi.

Bu mantığın yanında ve karşısında yer alan görüşleri, şaşkınlıkla izliyorum.

Dengir Mir’e alkış tutup yuhalayanlar arasında henüz kimsenin aklına, şöyle bir mantık yürütmek gelmedi:

Varsayalım ki her devrim gibi, Cumhuriyet devrimleri de travma yaratmıştır. Peki Türk toplumu böyle travma geçirmeseydi demokrasiyi içselleştirecek miydi?

Osmanlı’da demokrasinin “d”si vardı da demokratik bir gelenekten mi geliyordu bu toplum, biiir...

İkincisi, Dengir Mir efendi, ya travma bilmiyor, ya tarih.

Çünkü Cumhuriyet öncesi Osmanlı Türk toplumu, tepeden tırnağa travmaydı. Hem de ne travma: Bir gecede verilip alınan kelleler, unvanlar, mallarıyla birlikte kaybedilen paşalıklar, beylikler, vezirlikler, lağvedilen meclisler, önce ilan, ardından ilga edilen meşrutiyetler, istibdatlar, yasaklar, sansürler travma yaratmamıştı da, Cumhuriyet devrimleri mi travma yarattı bu toplumda?

Bu halk, Arap alfabesiyle Osmanlıca okuma yazma biliyordu da, hayatında ilk kez eline tebeşir ya da kalem verilen milyonlarca insan, Latin alfabesine geçince mi travma yaşadı?

Okul çocukları analarının karnından Arapça alfabeyi hatmetmiş mi doğuyorlardı ki Latince abece öğretilince şakülleri şaştı?

Osmanlı toplumsalı baştan sona linçler, isyanlar, katliamlar, savaşlar, göçler ve kanla yazılmış olup, travma tarihi değil, travma enflasyonu tarihidir!

***
1517’de Halifelik Osmanlı’ya geçince “Sünni olduk” gerekçesiyle 1519’da Anadolu halkının yarısını “Alevi” diye kıtır kıtır kesenlerin torunları mı “ay alfabem, vay kılığım değiştirildi” diye travma yaşar, yoksa Kızılbaş diye katledilen bir halkın torunları mı “dinsel yollarım dağıtıldı” diye travma geliştirir?

Belki de Ermeni’yken canını kurtarmak için bir gecede Müslüman olanlarda travma yaratmıştır Cumhuriyet?

Cumhuriyet devrimleri, Osmanlı istibdatının kanlı örsünde dövülen bu toplum geleneğinde bırakın travma yaratmak, tam tersine ezilmeye, sindirilmeye, bir günde var olup bir gecede yok edilmeye şartlanmış kullara alıştıkları dozda travma yaşatmadığı içindir ki, bugün cahil ve gerici zekâsızların hedef tahtasındadırlar.

Çivi çiviyi söker: Eğer benliği travmalarla biçimlenmiş, teni kulluk korkusu terleyen bu toplumda Cumhuriyet devrimleri yeterince travma yaratmış olsaydı, hiç olmazsa yurttaşlık bilinci oluşurdu.

Oluşmadı.

Bu çileli halk, bir türlü kurtulamıyor, bir “sahip” aramaktan. Devlet katında, iktidarda, muhalefette, patronda, müdürde, karakolda hep elini öpeceği, kusurlarını bağışlayacak bir “sahip” arıyor. Kendi başına özgür ve sorumlu olamıyor. Yurttaşlık, yalnızlık gibi korkutuyor. Allah’a kulluğu bile yetmiyor, gidiyor hacıya, hocaya, tarikata, örgüte kul oluyor!

Demokrasi, her şeyden önce bir yurttaşlık bilincidir. Türk toplumunun büyük bölümü, genetik belleğine kazılı kulluktan kurtulamadığı içindir ki demokrasiyi içselleştirememiştir.

Çağdaş demokrasi, yurttaşlıktan sonra, hukuk önünde eşitlik bilincidir. Nüfusun yarısının diğer yarısıyla, yani kadınların erkeklerle eşit, bir ve aynı safta, aynı haklarla yer almadığı bir toplum, demokrasiden ne anlamıştır ki, anlatabilsin?

Kulluk ve cinsiyet ayrımcılığından kurtulamamış kitlelerle, nasıl bir demokrasi kurulur? Dişi demokrasi mi, erkek demokrasi mi? Buyruklu demokrasi mi, kuyruklu demokrasi mi?

Yasaların güvencesindeki eşit yurttaşlığın düşünce sistematiği olan demokrasiyi uygulamak için önce demokrat düşünceyi anlamak, benimsemek, sindirmek gerekir.

Oy bol, sandık mebzul.

Demokrasi seçimden ibaretse, işte hatice, budur netice.

Güle güle kullanamadan cılkı çıktı, sırtımızda paralanıyor.

M.G. KIRIKKANAT (VATAN GAZETESİ)
********************************************************************************************************

BEN BU ÜLKEDE YAŞAMIYORUM..!

babası adam olamazsın der çocuk gider kral olur.
kral olamazsın demedim adam olamazsın dedim diyen baba,
sonuçtan mutlu çocuk adam olamamıştır kanıtladı.
O, zafer keyfini yaşarken derin bir üzüntü üfadesi ile,

bizim kralda bir soru:
adam olabileceğime dair bir ışık yaktın da ben mi o ışığı takib etmedim kral olamam diye..!

AH ÜLKEMİN ÇOK GELİŞMİŞLERİ AHH… ÇOK BİLMİŞLERİ AHHH…


Ya Osmanlı’nın yolu ya 19 Mayıs’ın yolu

Geçen pazartesi, Atatürk’ün Samsun’a
çıkışı ile başlayan
“o büyük yürüyüşün” 89. yıldönümüydü. Öyle bir yürüyüş ki, 19 Mayıs 1919’da başlıyor ve parçalanmış, yarı sömürge edilmiş bir imparatorluktan yola çıkarak, “Avrupalıların 400 yılda gerçekleştirdiği aydınlanma, reform hareketlerini 10 yıla sığdıran; Fransızların 1789’dan sonra neredeyse 100 yılda geçebildiği ‘genel oy sistemine’ bir günde geçen; yine devrimden neredeyse 200 yıl sonra verebildiği kadınlara seçme hakkını 15 yıl içinde veren” bir cumhuriyete geçişi sağlıyor.
Ve 19 Mayıs 1919 sadece bir kurtuluş savaşının başlangıç tarihi değil. Bu “büyük yürüyüşün” ilk adımı yani farklı bir modelin; demokratik, laik, çağdaş bir cumhuriyet modelinin uygulamaya konulduğu büyük yürüyüşün ilk adımı.
Ondan önce Osmanlı modeli uygulanıyordu; tam bugünküne benzeyen. Gündem de, tartışılanlar da “bir YERLERE” bağlı olarak belirleniyordu. Aynen bugün olduğu gibi. Bugün de “bir yerler” bir anda gündemi değiştiriyor, örneğin “tamam artık siz Avrupalı oldunuz” diyorlar. Çok seviniyoruz; havai fişekler atıyoruz, eğleniyoruz. Raporlar düzenliyorlar; “Türkiye’de yargıya dikkat edin, tarafsız kalmamanız gerek, bizim sevdiğimiz iktidara karşı çıkanlar var” diye ve bu raporların özetini bazı dergilere yazıyorlar. “Bu yerler” iktidara akıl veriyor: “Bir anayasa yapın, iktidarın yolunu tıkayabilecek tüm denge ve fren araçlarını yok edin, biraz da türban ve dinsel simgeler serbestliği getirin, yeter.” İktidar hemen kendi anayasacılarına böyle bir Anayasa metni hazırlatıyor. Ve ilk iş “o yerlere” götürüp görüşlerini alıyor. İktidarın aydınları, gazetecileri de bir ağızdan başlıyor; “ne güzel anayasa, ne demokratik iktidarımız var” diye. İşte bir tarafta “bir yerler”, diğer tarafta siyasal iktidar ve yanında iktidarın aydınları, gazeteleri, gazetecileri.
***

Gündem böyle belirleniyor, aynen Osmanlı’nın son 100 yılında da olduğu gibi. O zaman da “bir yerler” baskı yapar, sadrazamlar değişirdi, görevden alınanlar geri getirilirdi. O “bir yerler” baskı yapardı, anayasal belgeler hazırlanırdı, değiştirilirdi. “O yerlerin” itmesi ile baskısı ile 1839 Tanzimat Fermanı’nı, 1856 Islahat Fermanı’nı, 1876 Kanunu Esasi’yi hazırladık. Ama bu anayasal belgeler bile ne Osmanlı’yı gerçekten daha demokratikleştirebildi, ne de parçalanmasını durdurabildi. Osmanlı yarı sömürgeleşti, o kadar.
Ayrıca dünyada “batılılaşmayı belki herkesten fazla isteyen Osmanlı” ne Avrupalı olabildi, ne daha demokratik bir sistem geldi, ne yıkılması durdurulabildi. 1856 Paris Antlaşması’nda, “işte şimdi gerçek Avrupalı oldunuz” denmişti, Osmanlı buna çok sevindi. Ama bırakın Avrupalı olmayı, parçalandı, dağıldı, gitti. İşte 19 Mayıs 1919 bu gidişi durduran bir yürüyüşün, bir sürecin başladığı tarih. Osmanlı’nın yaptıklarının tam tersini yapıp, onun amaçlarına, Batılılaşma amacına ulaşmamızı sağlayan süreç. Avrupa’nın 400-500 yılda yaptıklarını, sadece 10-15 yıla sığdırmış süreç. İşte bu süreci de, “19 Mayıs 1919’da başlayan bu yürüyüşü” de ve ayrıca “nasıl oldu da başladığımız yere, Osmanlı’nın son 50 yılına geri döndük” sorusunu da tekrar düşünmemiz gerekiyor.
Ama çok daha önemlisi var. “Bu büyük yürüyüşün en önemli kazanımı ve eseri CUMHURİYETİN BİREYİNİ” oluşturmaktı. Osmanlı’nın da, deneyen diğer bazı ülkelerin yapamadıkları da buydu. İşte şimdi “bu BİREYİ tekrar nasıl gerçekleştirebiliriz” sorusunu sormamız gerekiyor. Tabii tamamı başbakanların iki dudağına bağlı, sözüm ona milletin vekilleri, gerçekte lider vekilleri ile; yüzde 90’ı tamamen iktidara bağlı medya anlayışı ile, “iktidarın aydınları, gazeteleri” ile, “böyle bir yürüyüş” gerçekleştirilebilir mi, o da başka. “Bunları yaparsanız Avrupalısınız, yapmazsanız görüşürüz” anlayışı içinde bir AB bürokrasisi ve “bunu Avrupalı ile tek ilişki modeli sanan ya da bizlere öyle zannettirmeye çalışan aydınlar (!) ” ile Osmanlı nereye vardı ki, biz varalım, o da başka. ,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,, Süheyl Batum [email protected]

Y I K I N H E Y K E L L E R İ M İ

“Ey Milletim,
Ben, Mustafa Kemal’im…
Çağın gerisinde kaldıysa düşüncelerim,
Hala en hakiki mürşit, değilse ilim,
Kurusun damağım, dilim.
Özür dilerim…
Unutun tüm dediklerimi,
Yıkın, diktiğiniz heykellerimi…

Özgürlük hala,
En yüce değer
Değilse eğer…
Prangalı kalsın diyorsanız, köleler…
Unutun tüm dediklerimi.
Yıkın, diktiğiniz heykellerimi…


Yoksa, çağdaş medeniyetin bir anlamı,
Ortaçağ’a taşımak istiyorsanız zamanı,
Baş tacı edebiliyorsanız
Sanatın içine tüküren adamı…
Unutun tüm dediklerimi.
Yıkın, diktiğiniz heykellerimi…

Yetmediyse acısı, şiddetin, savaşın.
Anlamı kalmadıysa
Yurtta sulh, dünyada barışın.
Eğer varsa ödülü, silahlanmayla yarışın.
Unutun tüm dediklerimi.
Yıkın, diktiğiniz heykellerimi.


Özlediyseniz fesi, peçeyi.
Aydınlığa yeğliyorsanız, kara geceyi.
Hala medet umuyorsanız
Şıhtan, şeyhten, dervişten.
Şifa buluyorsanız,
Muskadan, üfürükçüden…
Unutun tüm dediklerimi.
Yıkın, diktiğiniz heykellerimi…

Eşit olmasın diyorsanız, kadınla erkek…
Kara çarşafa girsin diyorsanız,
Yobazın gazabından ürkerek…
Diyorsanız ki, okumasın
Kadınımız, kızımız;
Budur bizim alın yazımız…
Unutun tüm dediklerimi.
Yıkın diktiğiniz heykellerimi…

Fazla geldiyse size, hürriyet, cumhuriyet…
Özlemini çekiyorsanız,
Saltanatın, sultanın…
Hala önemini anlayamadıysanız,
Millet olmanın…
Kul olun, ümmet kalın,
Fetvasını bekleyin, şeyhülislamın…
Unutun tüm dediklerimi.
RAHAT BIRAKIN BENİ…” ,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,,Süleyman Apaydın,,,,,,,,,,,,,,,
*****************************************************************

Türk insanının hayatı ve sağlığı

Sigara yasağı yürürlüğe girerken Tuzla’da bir işçi daha öldü. Bir gün önce bir işçi daha ölmüştü.

Tuzla cinayetlerini sigara yasağı ile birlikte anabiliriz, çünkü her ikisi de Türk insanının hayatı ve sağlığı ile ilgili.

Türk insanı, herkesin gözleri önünde, sadece Tuzla’da ölmüyor. Türk insanının sağlığı ve hayatından sorumlu olanlar sadece Tuzla’ya boş boş bakmıyor.
***

Türk insanı doğum sırasında anne ve bebek ölümlerinin sayısı bakımından halen dünya istatistiklerinin en üst sıralarında. Bebek ölümleri bakımından hâlâ az gelişmiş ülkeler düzeyinde. Resmi rakamlar bile böyle, resmi kayıtlara geçmeyenler içinse ancak tahminler yürütülebilir.

Türkiye’de resmi rakamlara göre trafik kazalarında her yıl en az 10 bin kişi ölüyor. Kazalarda sakat kalanlardan kimse söz etmiyor, yaralı diye kayda geçenlerden kaçının sonradan öldüğüyle de kimse ilgilenmiyor.

Türkiye’de gıda denetiminin zayıflığını herkes biliyor, kimse bu işe ciddi olarak el atmıyor. Okullarda yediği yemeklerden zehirlenen çocukların, hormonlu meyve ve sebzelerin yarattığı zararların, kirli sulardan hastalananların hesabını kimse tutmuyor. Toplumu ve tarımı genetiği değiştirilmiş tohumların risklerinden koruyacak yasal düzenlemeye gitmek kimsenin aklına gelmiyor.

Belediyeler zaman zaman televizyon için sağlıksız gıda üreten yerleri basıyor. O kadar.
***

Büyük şehirlerin sokaklarını kaplayan egzoz gazlarının insanlar üzerindeki etkilerini kimse hesaplamıyor, kimse bunun sözünü bile etmiyor.

Sokaklardaki başıboş hayvanların insanlara aktardığı hastalıkların hesabı da tutulmuyor. Belediyeler bazen bu hayvanları itlaf ederek, “hayat” denen şeye nasıl baktıklarını gösteriyor.

Herhangi bir canlının hayat hakkına saygı göstermeyenlerin insanın hayat hakkına saygı göstermesinin mümkün olmadığını pek az insan hatırlatıyor.

Şehirlerin merkezinde hastalık saçan kirletilmiş derelerin, akarsuların çevreye ve insanlara verdikleri zararı da kimse hesaplamıyor.
***

Bütün bunlara boş boş bakanlar, Tuzla’da katliama dönüşen cinayetlere boş boş bakanlar, Türk insanının hayatına ve sağlığına olan ilgilerini göstermek için en kolayını yapıyor. Gelişmiş ülkelerde vatandaşlarına sigara yasağı getirenler önce bütün bu meseleleri çözdü, sonra tütüne kadar geldi. Türk insanının sağlığını etkileyen, canını alan onlarca sorunu görmezden gelenlerin sigara yasağıyla şişinmesi Tuzla cinayetlerine çarparak korkunç bir iki yüzlülüğü ortaya seriyor. Ama onlar bunun da farkında değil, sigarayı yasakladılar diye şişinmeye devam edecekler, insan hayatı ve sağlıyla ilgili diğer işleri yapmadıklarını gizlemeye çalışacaklar..,,,,,,,,,,,,,,,,,, Okay Gönensin [email protected].........................

NEYZEN TEVFİK:

24 Mart 1879'da Bodrum'da doğdu,
28 Ocak 1953 'de İstanbul'da öldü.
Neyzen Tevfik genellikle toplum kurallarına
uymadan yaşamını sürdürmüştür. Sazını bir geçim kapısı
haline geçirmemek için direnmiş,
yalnızca içinden geldiği zaman ney üflemiştir
Padişah Abdülhamiti eleştiren hicivleri sebebiyle
1908 ikinci meşrutiyete kadar altı sene Mısırda yaşadı

Kime sordumsa seni doğru cevap vermediler
Kimi alçak, kimi hırsız, kimi deyyus dediler.
Künyeni almak için partiye ettim telefon,
Bizdeki kayda göre, simdi o mebus dediler.

be hey dürzü
ne ararsın tanrı ile aramda
sen kimsin ki orucumu sorarsın
hakikaten gözün yoksa haramda
başı açığa niye türban sorarsın
rakı, şarap içiyorsam sana ne
yoksa sana bir zararım; içerim
ikimiz de gelsek kıldan köprüye
ben dürüstsem sarhoşken de geçerim
işgaldeki hali sakın unutma
Atatürk'e dil uzatma sebepsiz
sen anandan yine çıkardın amma

baban kimdi bilemezdin şerefsiz..


Soruyorlar:
Neyzen,çalarken mi neşelenirsin,yoksa neşeli olduğun zaman
mi çalarsın? .
Maliye Bakanı hakkında yolsuzluk dedikodularının dolaştığı bir dönemidir.
Neyzen: ' Maliye Vekili değilim ki,çalarken zevk alayım '....

*******************************************************************************

Gündem - 24.03.2008 Pazartesi - 05:00

Erdoğan’ı 10 yıl önce uyarmıştım

Şevket Kazan: Başörtüsünü siyasi malzeme olarak kullandılar

MİNE ŞENOCAKLI


Saadet Partisi’nin genel merkezinde konuştuk Şevket Kazan’la... Tam üç saat sürdü söyleşimiz. Erdoğan’a ne kızgın ne de kırgın gibi konuşuyor Kazan. ”Biz uyardık, ama anlamadı“ diyor sadece, ”Ağabey lafı dinlemeyenlerin başına bu gelir“ dercesine... Ta 1998’de, ”Gün gelir başbakan bile olursun. Ama iktidar olmak muktedir olmaya yetmez. Al da Erol Toy’un ’İmparator’unu oku“ demiş. Erdoğan da okumuş, ama Kazan’ın deyimiyle tersinden: ”Ben ona sistemin nasıl işlediğini anlaması için ’Bu kitabı oku’ dedim. O, bu sistemde nasıl başbakan olunur, bir tek onu anlamış! “

Şevket Kazan, Sincan’da tanklar yürürken, Refahyol Hükümeti’nin Adalet Bakanı’ydı. Bugünkü krizle karşılaştırıldığında, daha zorlu günler yaşadı. Çoğumuz ‘Postmodern darbe’ deyip geçiştirdik, ama bir de o zaman hükümette olanlara sormalı. Darbenin postmoderni de yeterince ürkütücü zira! .. Refah Partisi kapatıldı, Şevket Kazan beş yıl siyaset yasağı aldı, sonra Fazilet Partisi kuruldu. O da kapatıldı... Bu arada parti içindeki ‘Yenilikçiler’, kendilerince bir ders çıkarttı ve Recep Tayyip Erdoğan’ın çevresinde yeni bir siyasi hareket başladı. Aslında 28 Şubat, AKP’nin doğuşunu hazırlamış oldu. Şimdi belki tanklar yürümüyor, ama bir o kadar tehlikeli bir süreçten geçiyor Türkiye. Kuvvetler ayrılığı prensibi, kuvvetler çatışması halini almış durumda. Yargı ile yürütme boğaz boğaza! Cuma günü restleşmenin son perdesini izledik hep beraber, garip tutuklamalarla...

Attıkları adımların zamanlaması yanlıştı!

Ortalık toz duman. Yakın tarihin toz dumanını bizzat ciğerine çekmiş bir siyasetçiye bu siyasi krizi yorumlatmak, gerçekleri görmemizi kolaylaştırır diye düşündük ve Saadet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Şevket Kazan’a, ”Bu noktaya nasıl geldik? AKP hangi hataları yaptı? “ diye sorduk. Tarafsız bir gözlemci gibi yanıtladı sorularımızı... Herhalükârda parti kapatmaya karşı, kapatılmış bir partinin mensubu olarak değil, gerçekten inandığı için... İster AKP olsun, ister DTP, ister TKP! AKP’nin hatalarına gelince... Ezberden sayıyor sanki: İktidara geldiklerinde başörtüsü meselesini çözmeliydiler, onun yerine siyasi malzeme olarak kullandılar. İkinci kez iktidara gelince başörtüsünü gündeme getirdiler ama tepki alınca da korktular. ‘Ya bizim başımıza da Fazilet Partisi’nin başına gelenler gelirse’ diye... “Oysa başörtüsünü baştan fırına verselerdi, bu noktaya gelinmezdi“ diyor Kazan... Ama bundan da önemli bir hatası var AKP’nin Kazan’a göre, Anayasa Mahkemesi’nin yapısını değiştirmeye kalkmak. Üstelik Anayasa ile oynayarak... “Sen kalkıyorsun, gelir gelmez Anayasa hazırlıyorum diye bir hava atıyorsun. Anayasa Mahkemesi’ni korkutuyorsun, Başsavcı’yı karşına alıyorsun. Tamam, yapmak istediğin şeyler yanlış değil, doğru. Elbette bunlar atılması gerekli adımlardı ama hepsinin zamanlaması yanlıştı” diyor Kazan...

AKP için böyle bir kapatma davası açılmasını bekliyor muydunuz?

Özel ama sorduğunuz soruya cevap olması bakımından anlatacağım. Tayyip Erdoğan’la bir konuşmamız oldu bizim. 1998’de Refah Partisi kapatıldıktan sonra, bütün belediye başkanları, Erdoğan da dahil Fazilet Partisi’ne geçtiler... Böylece Refah adeta Fazilet’te devam ediyor gibi oldu. Refah kapatılmadan önce kurulmuştu zaten. Kurucu Başkanı da İsmail Alptekin’di... Sonra 14 Mayıs 1998’de kongre yapıldı ve Recai Kutan Bey, Genel Başkanlığa geldi. O kongrede Erdoğan parti genel başkanı olma arzusundaydı. Kendisinde bu yeteneği görüyordu ve adeta da buna hazırlanmıştı. Ama genel başkan olamayınca, bir kırgınlık havası içersine girdi ve partinin yönetimi konusunda ileri geri bazı konuşmalar yapmaya başladı... Ben de o tarihte, İstanbul Kartal’daki evimde ’28 Şubat’ kitabımı yazıyordum. Bu konuşmaları gazetelerde görünce kendisine telefon ettim: ”Seninle, senin tespit edeceğin bir yerde başbaşa iki saat konuşmamız lazım. Yerini, saatini sen tespit et“ dedim, ”Tamam ağabey“ dedi. Ağustos 1998’de Harem’de İSFALT tesislerinde buluştuk. Orada kendisine şunu söyledim; ”Bak, her siyasi kadroyu yönetenlerin temel görevlerinden biri, kendilerinden sonraki siyasi kadroyu, gençliği yetiştirmektir. Biz sizi yetiştirdik“ dedim. O zaman böyle Milli Görüş gömleğini çıkarmamıştı, yani Refah çizgisindeydi...

Şimdi, çıkardı mı gerçekten? ‘Çıkardım’ diyor ama...

Çıkardı tabii. Amerika ile işbirliği yaptı. İşbirlikçi oldu. Refah’ın siyaset anlayışında Amerika ile işbirliği yok. IMF ile işbirliği yok. Avrupa Birliği’nin her emrine teslim olmak yok... Uzatmayayım, kendisiyle beş konu üzerine konuştuk. O dört tanesi bizde kalsın, beşincisi şuydu: ”Bak, bir gün gelecek Fazilet Partisi tek başına iktidar olacak. Sen de bu partinin belki genel başkanı olduğun için, başbakan olacaksın. Şunu hiçbir zaman unutma, iktidar olmak muktedir olmaya yetmiyor“ dedim.

Bu tanım son dönemde çok yapılıyor...

Evet. Ben o zaman söyledim. ”Çünkü birtakım perde arkası güçler var. Bu perde arkası güçlerin hangi güçler olduğunu bilmeden, onlara karşı tedbir almadan ayakta duramazsın. Peki bu güçler, hangi güçler? Bu güçlerin hangi güçler olduğu, nasıl örgütlendiği, nasıl hareket ettiği konusunda sana açık seçik bir şey söyleme imkanına sahip değilim ama sana bir kitap tavsiye edeceğim. Erol Toy’un ’İmparator’ isimli bir kitabı var, al oku. Bu kitapta yarın iktidar olacağın zaman nelerle karşılaşabileceğinin ayak izlerini göreceksin, ona göre tedbirini alırsın“ dedim.

Okudu mu sizce?

Okumuş ama tersinden. Bir tek Demirel’in nasıl başbakan olduğunu okumuş. Bir iktidarı sıkıntıya sokan tarafı okumamış. Perde arkası güçlerin, hangi güçler olduğunu okumamış. Ama bizzat yaşıyor şimdi!

Erdoğan, Fazilet’te kalsaydı, genel başkan olma şansı yüksek miydi sizce?

Olabilirdi. Tabii biz, onun çizgi, yani görüş değiştireceğini, bizim temel görüşlerimizin tam tersine bir yola sapacağını hiçbir zaman aklımızdan geçirmedik. O gidip Amerika’nın stratejik müttefiki oldu! Amerika bizim Lozan Anlaşması’nda çizilen sınırlarımızı tanımamış ki! Hâlâ 1918’de belirlenen Wilson Prensipleri’nin hayaliyle yaşıyor. Kafasında Türkiye’nin Doğusu’nda, Ardahan, Kars, Erzurum ve Erzincan’da Büyük Ermenistan Devleti kurma hedefi var. Tabii önce Irak’la beraber Türkiye’nin Güneydoğusu’nda bir Büyük Kürdistan Devleti kurmak istiyor. Ondan sonra da burayı ‘Büyük İsrail Devleti’nin parçası haline getirmek... Hayali bu. Çünkü Amerika’nın kurucuları Yahudiler... Ve bakın bugün Türkiye Amerikanlaşıyor. Siz bir mahalle baskısından bahsediyorsunuz, peki bugün caddelerdeki Amerikan baskısına ne diyeceksiniz? Bu milletin önce kendi öz değerlerini, öz benliğini koruması lazım. Bizim ‘kahvehane’ dediğimiz yerlerin ismi hep ‘cafe’ oldu. Ya, bırakın da dilimizi yaşayalım. Hayır! Benliğimiz gidiyor bizim. Bu benliğimizin gitmesinde de AKP’nin çok büyük rolü var. AKP, Amerika’ya hizmet ediyor.

Tavsiye ettiğiniz kitapta ne vardı peki?

Süleyman Demirel nasıl başbakan oldu? Vehbi Koç’u çağırıyorlar Amerika’ya. Çağıran da Robert Commer, daha sonra Türkiye’ye büyükelçi olarak gelen, ODTÜ’de arabası yakılan Commer. Koç, gidiyor. Commer diyor ki, “Adalet Partisi bu seçimle, 1965’te tek başına iktidar olacak. Ama partinin genel başkanı Ragıp Gümüşpala vefat etti. Genel başkan kim olacak? “ Vehbi Koç, ”Koca Reis“ diyor. Koca Reis, Saadettin Bilgiç! Commer, ”Olmaz. O milliyetçi muhafazakâr. Bizim işimize gelmez“ diyor. ”Peki kim olacak? “ diye soruyor Koç. ”Bizim biraderlerden Demirel! ” Koç, ”Halk oy vermez ki, o bürokrattır” diye karşı çıkıyor. “O sizin bileceğiniz iş” diyor Commer, Vehbi Koç’u gönderiyor. Koç geliyor, önce Demirel’le görüşüyor, kimlik tespiti yapılıyor. Kırsal kesimin başına geçecek ya, “İslam köylü, Çoban Sülü” diyorlar. Halkın da hoşuna gidiyor...

Peki Erdoğan bu örnekten çıkarak ne yaptı sizce?

Baktı ki, Demirel’i Vehbi Koç işbaşına getirmiş. Ha, demek ki Türkiye’de başbakan olmak için hem Amerikan’ın hem de sermayenin desteğine ihtiyaç var. Peki, Amerika’nın desteğini sağlamak için ne yapmak lazım, bizi Koç’a götürecek adam lazım. Koç’a götürecek adam kim? Önce Korkut Özal ve Cüneyd Zapsu. Bunlar Demokrat Parti’yi kurdular, hazırladılar. ‘Fazilet Partisi kapanırsa Erdoğan hemen başına geçsin’ diye. Zapsu aynı zamanda TÜSİAD üyesi. TÜSİAD’a götürdü Erdoğan’ı, hatırlayacaksınız Eczacıbaşı’nın evinde toplantı bile yapıldı. Bunlar da sonunda Koç’a kadar uzanmanın peşrevleri oldu... Sonunda Erdoğan’a icazet verildi, gitti Amerika’ya. Amerika, başbakan olmasına karşılık ondan beş konuda söz aldı: “Bir; ‘Ben Irak’ı işgal edeceğim. Sen bana yardım edeceksin. İki; Annan Planı’nı Kuzey Kıbrıs’a kabul ettireceksin. Üç, seni Büyük Ortadoğu Projesi’nin eş başkanı yapacağım. Burada sana tarihi görevler var, bu görevleri yerine getireceksin. Dört, IMF ile çalışacaksın. Tabii AB ile de beraber olacaksın.“ Hepsine “Baş üstüne! ” dedi Erdoğan. Bunların garantisi alındıktan sonra Erdoğan’ın başına bir güzel kipa giydirdiler. Bir de böyle işlemeli kırmızı cübbe gibi bir şey... Ne uğruna, ”Siz beni yeter ki Türkiye’ye başbakan yapın! “ Ondan sonra bir baktık ki Tayyip başka bir Tayyip!

Başörtüsünü siyasi malzeme olarak kullandılar

Saadet Partisi Genel Başkan Yardımcısı Şevket Kazan, ancak 28 Şubat dönemiyle kıyaslanacak bu siyasi krizde, AKP’nin hatalarını bir bir sayıyor: ”Hedefledikleri değişikliklerin hepsi gerekli, ama attıkları adımların hepsinin zamanı yanlıştı! Başörtüsünü siyasi malzeme olarak kullanmaktan tutun da yargıya yaptıkları müdahaleye kadar. İktidara gelir gelmez bu sorunları çözmeliydiler, artık güçlü ve sert bir muhalefetle karşı karşıyalar.“ Bir de son sözü var; bu ülkede hukuk varsa AKP kapatılmaz. Ama varsayımlarla kapatılabilir!

Bu Ülkede hukuk varsa AKP kapatılmaz!

AKP’nin sonu ne olur?

Turgut Özal, Hürriyet yazarı rahmetli Yavuz Gökmen’e, ’Benim en büyük hatam dört eğilimli bir parti kurmam oldu’ demişti. Şimdi sonlarını görmek istiyorlarsa ANAP’a baksınlar. Her kafadan bir ses çıkıyor partide. Şu anda Erdoğan kendi ağırlığıyla götürmeye çalışıyor işi. Ama bir sıkıntıda ortalık toz duman oluyor.

Bir ikinci, üçüncü isim yok mu?

Abdullah Gül, cumhurbaşkanlığından inip parti mi kuracak? Bitti artık, onlar makam ve mevki için her şeyi göze aldılar.

Cumhurbaşkanı eşi türbanlı olsun gibi bir misyonları da yok muydu?

Olabilir. O onların yanlışları. Biz de bakanlık yaptık ama bizim hanımlarımız hiçbir zaman yanımızda dolaşmadılar. Siyasetin içine sokmadık onları. Tamam, kadın kollarında, şurada, burada çalıştılar, faaliyet gösterdiler. Gösteriyorlar... Ama şöyle yapalım, böyle yapalım, şunu şöyle gösterelim, biz bunu yapmadık.

Göz önünde olmadı eşleriniz yani?

Hayır. Biz kimseyi tedirgin etmedik.

Sizce en çok da başörtüsü mü gerdi ortamı? ‘Vazo cumhurbaşkanlığı döneminde kırıldı’ deniyor mesela, katılıyor musunuz?

Ee tabiyatıyla... Gül’ün hanımının başörtülü olduğunu bilmeyen mi vardı? Ama seçim malzemesi yapıldı. Öyle seçim malzemesi yapıldı ki, adeta başörtülü bir hanımın Cumhurbaşkanlığı Köşkü’ne çıkması gibi gösterildi... Cumhurbaşkanlığı seçimi bunun için mi yapılır? Hayır.

Ama Gül bu yüzden seçildi diyorsunuz...

Tabii... Çünkü milletin zaaflarına hitap ettiler, özellikle de bir kesimin.

Refah Partisi ya da Fazilet Partisi’yle karşılaştırıldığında AKP’nin kapatma davasında benzerlikler var mı peki?

İddianamede şöyle bir ifade var; ’Bunlar sabit olmasa da, bunların sabit olması da gerekmez’ diyor. Yani benim böyle söylediklerini ispat etmem gerekmez. Nasıl gerekmez? Herkes iddiasını ispatlamakla mükelleftir. Bir konuşmadan sonra nasıl olur da parti kapatılır?

Gidişat nereye peki? AKP kapatılır mı sizce?

Türkiye’de gerçek anlamda hukuk varsa kapatılmaz. Ama varsayımlarla kapatılabilir. ‘Biz bunu böyle varsayıyoruz’ diyorlar. İspat yok. Hukuk çalışacaksa, bırakın Siyasi Partiler Kanunu’nu, Dernekler Kanunu’nu çalıştırsınlar yeter. Ortada suç olması lazım, mahkumiyet olması lazım... Laikliğe aykırılık 163. Madde’deydi. Kaldırıldı suç olmaktan. Suç olmaktan çıkartılmış bir şeyi biz hâlâ suçmuş gibi gündeme getirip parti kapatıyoruz. Dernekler Kanunu’nun 53. Maddesi’nde diyor ki: ”Derneğin suç işlendiğinin odağı haline gelmesi mahkeme kararı ile sabit olunur.“ Yani dernek üyeleri önce teker teker mahkum edilecek, ondan sonra bu mahkeme kararlarına bakılarak, ”Bu dernek suç odağı haline gelmiş“ denilecek, savcı o derneğin kapatılması için mahkemeye müracaat edecek. Bahsettiğimiz alelade bir dernek, siyasi parti değil... Anayasa, siyasi partileri ’Demokratik hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır’ diye tarif ediyor. Demokratik hayatın vazgeçilmez unsuru olan bir siyasi partinin, en az bir dernek kadar güvencesi olması lazım! Ama yok. Fazilet Partisi hakkında da ’suç odağı olmuş’ diye kapatma davası açıldı. AKP için de böyle dava açıldı. Peki, bir mahkumiyet kararı var mı ortada? Yok. Mahkumiyet kararı olmadığı halde, suç sabit olmadığı halde nasıl böyle bir dava açılabilir?

Yani kesinlikle AKP’nin kapatılmasına karşısınız...

Evet. Bu ülkenin kalkınması yolunda çok güzel adımlar atılıyordu, çok güzel noktalara gidiliyordu. Bu olanlar bitenler de bertaraf edilebilirdi. Ama Amerika’ya teslimiyet, işbirlikçilik bunları perişan etti. Hele hele Türkiye’yi İran’la karşı karşıya getirirlerse büyük felaket olur. Ama bu akılsızlığı yapmazlar diye düşünüyorum. Eğer onu da yaparsalar her şeye müstehaktırlar.

**********************************************************************************

Yiğit Bulut [email protected] 24.03.2008

Türkiye nereye gidiyor?

Bugün yazılı basında ve görsel olarak yer aldığım bütün yayın organlarında başlık olarak aynı soruyu sormak ve her yazımda aşağıdaki yazıdan alıntıları paylaşmak istiyorum; Türkiye nereye gidiyor? Yaşananların “ne kadar vahim olduğunu” düşünün ve sizler de lütfen aynı soruyu sorun!
Sevgili dostlar, Türkiye’de artık ne piyasa, ne ekonomi, ne de siyaset tartışacak “lüksümüz kalmadı”. Bu gerçekten yola çıkarak aktarmak istediğim bütün detayları bir kenara bırakmak ve bir süre önce bu köşede paylaştığım “ideolojik olmayan bir hayat istiyorum” yazımdan bazı bölümleri aktarmak istiyorum.
İşte o yazıdan bazı alıntılar...
“...işe giderken düşünüyorum; şu anda Avrupa’nın birçok şehrinde de birçok insan işe gidiyor. Onlar da bizim gibi “temel kaygılara” insana dair “her düşünceye” sahipler ama bizden bir farkları var; onların “devletlerine, hayatlarına, duygu ve düşüncelerine” bizler kadar “ideoloji” bulaşmamış! Orada bankaya, borsaya, aracı kuruma işe giden fon yöneticisi; “Türban sorunu ne olur, siyasi dalgalanma artar mı” diye düşünmüyor. Veya işe giden doktorun sabah dinlediği haberlerde “yargı-yasama ve yürütmenin” birbirine nasıl rest çektiği yok... Yargıya “ağız dolusu” bağıran bir Başbakan’ı “duymak” zorunda değil...Sevgili dostlar, bir vatandaş olarak “gerçekten” ideolojinin “normal hayatımıza” bulaşmadığı bir hayatı özlüyorum. İnsanlara “partisine, diline, etnik kökenine göre” bakılmadığı, iş yapanların “sadece o işi yapabilme” kriterlerine göre “algılandığı” bir hayat hakkımız değil mi? Bir partiye oy verirken de “ideolojisine” göre değil “normali” bize sağlayabilme “kapasitesine” göre oy vermek istiyorum...
Sevgili dostlar, “ideolojiden uzak olmak”, “çekirdeği olmayan bir devlet içinde” yaşamak veya “çekirdeksiz, özsüz” bir yapı özlemek demek değil. Devletin belli sınırları, üzerine bina edildiği bir hamuru vardır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti “bağımsız, laik, üniter, Atatürk ilke ve devrimlerine bağlı bir hukuk devletidir.”
Bu sınırlarda kalan uygulamalar “devletin normal işleme sahasıdır.” Devletin kendi bankacılık sektörünü “koruma isteği” gayet doğal bir “reflekstir.” Normal olmayan birilerinin bu devletin bankacılık sektörünü “ele geçirme” çabası ile “giriştiği ideolojik savaş” ve devletin buna tepki verirken “olumlu-olumsuz ayrımlardır.”
Örnekleyeyim; tarikat destekli kurumlar, o gün için devleti “yöneten” hükümet tarafından “bankacılıkta önemli bir pay ele geçirecek” şekilde “destekleniyor”, onlara özel düzenlemeler yapılıyorsa bu “ideolojik bir bulaşıklıktır.” Devlet her şey normalken “etnik” kökenlerinden dolayı kurum sahiplerine ayrı bakıyorsa bu da ideolojik bulaşıklıktır...
Sonuç 1: Devlete, millete, düzene ideolojik bir saldırı olmasa asla içinde “lâik, üniter, bağımsız hukuk devletinin ana kuralları dışında bir virgül dahi barındıran” en küçük bir ideolojik cümleyi ne yazar ne söylerim. Ama “ikinci cumhuriyetçiler bir taraftan, lâik düzen düşmanları bir taraftan, sıcak paracılar diğer taraftan, Soros’un yalamaları ve bölücüler” her taraftan “varolana” saldırıyorlarsa; bu devleti her alanda korumak için biz de “onların alanına girip ideolojik saldırılara” karşı durmak zorunda kalıyoruz...
Sonuç 2: Türkiye Cumhuriyeti’nin “lâik, üniter, Atatürk çizgisinde” bir devlet olarak “var olmasını” ne bu topraklarda “yaşayanların bir kısmı” ne de “dışarıdaki bazı çevreler” hâlâ kabul edemedi. Yaşadığımız ideolojik bulaşıklık; bu odakların “devleti dönüştürme, yok etme, kalıba dökme” çabalarından ve bizim onlara karşı verdiğimiz mücadeleden kaynaklanıyor. Bu mücadelenin bittiği, diğerlerinin devletin temel niteliklerini kabul ettiği ve ideolojinin günlük hayatımızdan “çıktığı” bir Türkiye özlüyorum. Bu topraklar hangi “ırktan, dinden, kökenden” gelirse gelsin; “Ne mutlu Türküm” diyen herkesin “birinci sınıf bir hayat” sürebileceği ekonomik yapıyı sağlayabilecek potansiyele sahip. Tek sorun devleti kendi ideolojileriyle rahat bırakmayanların varlığı...
Sonuç 3: Kendi ideolojisini vatandaşa pazarlayan “her partiye” oy veren Türk vatandaşı şunu çok iyi bilmeli; dünya konjonktürüyle paralel “oy verdikleriniz” geçici başarılar kazanabilir, bunu kendi başarısı gibi pazarlayabilir ama aslında devleti dönüştürme uğruna verdikleri mücadelenin her dakikası “Türkiye’ye çok zaman kaybettiren ve geleceğimizi” yiyen adımlardır. Dünya standartlarında vatandaş olmak istiyorsanız ideolojik partilere asla oy vermeyin...
İdeolojinin günlük hayatımıza bulaşmadığı, Atatürk’ün gösterdiği medeniyet hedefine ilerleyen bir devlet, bir hayat özlüyorum. Bu benim, sizin, bu ülkedeki herkesin hakkı... Yazıdan alıntılar sonrası tek bir cümle ile bitirmek istiyorum; UYANIN! UYANIN! UYANIN!

***********************************************************************************************************
Can Ataklı [email protected] 24.03.2008

28 Şubat’la bugün arasında fark çok

Sevgili okurlar; nefes nefese yaşadığımız bir haftayı daha geride bıraktık. AKP hakkında açılan kapatma davasının yarattığı şokla birlikte herkes yeni plan ve politikalar geliştirmek için kolları sıvamış durumda.
İlk hafta bende oluşan izlenime göre Başbakan ve AKP kurmayları yaşadığımız olayların anlamını pek kavrayamamış gibi görünüyor. Bu nedenle hem söylemlerini sertleştiriyorlar hem de olayı tamamen din boyutuna çekerek ayrımcılığı körüklüyorlar.
Hafta içinde özellikle AKP ve yandaşı çevrelerde bir panik havası yaşandığını da gördük. Bunu yapılan açıklama, beyan ve yazılardan anladığımız gibi gelen mesajların da bir kısmı bu doğrultuda.
Bu çevreler her başları sıkıştığında sarıldıkları gibi yine “28 Şubat söylemine” sığınmaya başladılar. Türkiye’nin yeni bir 28 Şubat ile karşı karşıya olduğunu, demokrasinin ayaklar altına alındığını, hukukun çiğnendiğini savunarak bir tür “mağdur” edebiyatı yapılıyor.
Oysa AKP’e yönelik kapatma davası ile ne demokrasi ayaklar altına alınıyor ne de hukuk çiğneniyor. Hele yaşadığımız bu yeni süreci 28 Şubat’la kıyaslamak akıl ve mantık dışı.
Kimi okurlar bu “beyin yıkama” propagandasının etkisi altında kalarak “28 Şubat’ta karşı çıkmıştın, bugün ne oldu? ” diye soruyorlar. Hiçbir şey olmadı. Daha önce de yazdığım gibi 28 Şubat’ta nerede duruyorsam şimdi de orada duruyorum. O süreç çok farklıydı. Nedenini hemen anlatayım; ,

Hukuk dışılık yok

28 Şubat sürecinde oluşturulan konsorsiyum sayesinde hukuk dışı pek çok işe imza atılmıştı. Milletvekillleri üzerine kurulan baskılar, yasayı aşan yetki kullanımları, kimi bürokratların yetkilerinin üzerinde etki alanı yaratmaya çalışmaları şimdi yok. Bugün hukuk dışı tek adım atılmış değil, kimse üzerinde baskı kurulmuyor, devlet yetkilileri görevlerini aşmaya çalışmıyor. Her şey bugünkü iktidarın da oluşmasında imzası olan Anayasa’ya uygun biçimde yürütülüyor.

İktidar bekleyen yok

28 Şubat’ta iktidarın dışında bir başka ittifak kurulmuştu. Bu ittifakın içinde asker, bürokratlar, iş dünyası, medya vardı. Bu ittifak hukuk ve demokrasi dışı yöntemleri içine sindirerek mevcut iktidarın yıkılmasını ve iktidar sıranın kendilerine gelmesini bekliyordu.
Oysa bugün heves ve heyecanla ellerini ovuşturarak iktidar bekleyen kimse yok. Hatta “AKP giderse herhalde bu gelir” denilen parti bile böyle bir beklenti içinde değil çünkü onlar da bu konuda şaşkın durumda.

Rant bekleyen yok

28 Şubat’ın temel özelliklerinden biri iktidara karşı kurulan ittifakın aynı zamanda bir çıkar ve rant beklentisi içinde olmasıydı. Mevcut iktidara karşı her türlü oyuna başvuranlar aynı zamanda gelmesini umdukları çevrelerle bir menfaat ilişkisine girmişlerdi. İktidar devralındıktan sonra bu rant paylaşılacaktı.
Nitekim öyle de oldu. İktidar devrildi, bekleyen ittifak iktidara geldi ve yandaşlar inanılmaz çıkarlar elde etti.
Gerçi sonuç hüsran oldu, onlarca banka battı, yolsuzluk ve hırsızlıklar halkın öfkesini kabarttı ve AKP iktidara geldi.

Laiklik mücadelesi yok

28 Şubat’ta görünür kavga laikliğe karşı girişimlerdi, ama gerçek öyle değildi. O zaman ittifak kuran güçler aslında Refah Partisi’ni pek ciddiye almıyor ve laikliğin tehlikede olduğunu pek düşünmüyordu. Asıl savaş merkez sağdaydı, paylaşma da orada oldu. Laiklik işin tuzu biberiydi. Nitekim 28 Şubat süreci boyunca asıl darbeyi merkez sağ yedi. Demokrasi ve hukuk dışı yöntemlerle iktidar ortağı DYP milletvekilleri tek tek istifa ettirildi. Refah’a ise bir şey yapılamadı. Ne zamanki iktidar el değiştirdi, parti kapatıldı.
Bugün artık ne merkez sağ ne de merkez solda kavga yok. Tehlike gerçekten laiklik üzerinde. Ve iktidardaki parti hiçbir yıpratma ve baskıya tabi tutulmadan kapatma davası ile karşı karşıya bırakıldı.

Sonuç çok farklı olur

Bu durumda AKP’nin kapatılma sürecinin sonu 28 Şubat sürecinden çok daha farklı olacaktır. Daha önceki kapatmalardan sonra güçlendiğini düşünen Siyasal İlamcı çevreler şimdi de aynı şeyin olacağını sanıyor ve iddia ediyorlar ki oyları yüzde 60’ları da geçecek.
Bu ham hayalden başka bir şey değildir. Bunu bir başka yazımda daha ayrıntılı anlatmak istiyorum. Bu hafta içinde yazarım. Sadece şunu söyleyeyim; AKP ısrarla “kapatılırsak oyumuz artar” diyor. Bu durumda örneğin Türk halkının yüzde 60’ının laikliğe karşı olduğu sonucu çıkar. Peki şöyle bir bakın etrafınıza; gördüğünüz her üç kişiden ikisinin laikliğe karşı olduğunu aklınız alabiliyor mu?

Ergenekon olayı

Geçen haftanın son günü yaşanan en flaş gelişmelerden biri de Ergenekon çetesi adı verilen garip yapılanmanın soruşturması içine İlhan Selçuk ve Doğu Perinçe ile Kemal Alemdaroğlu’nun katılmasıydı. AKP’nin “Eğer gideceksem ortalığı yangın yerine çevireyim bari” mantığı ile yürüttüğü gerginlik politikasının bu haftaya da damgasını vuracağını söylemek yanlış olmaz.
Hepinize iyi haftalar diliyorum.

*****
Karşı çıkmadınız mı?
Bundan yıllar sonra, yaşlıca bir adam ile torunu konuşuyorlarmış. Dede torununa, “Aah aah evladım, işte böyle, bu memleket hiç böyle olacak bir memleket miydi? Bak şimdi bu hale geldi; kadınlar çarşaflı, laiklik bitti, erkekler ucube gibi...aah aah” diye yakınmış. Torunu, “Peki dede hiçbir şey yapmadınız mı? Neden karşı çıkmadınız? ” diye sorduğunda ise dedenin cevabı geçikmemiş: “Çıktık yavrum çıktık, gelen mail’leri hep forward’ladık! ”

****

Kedinin kabahatini önüne koyarlar, öyle döverler

*********************************************************************************************************

Güngör Mengi [email protected] 23.03.2008

Nalıncı keseri

Partilerin kapatılmasına karşıyım ama...” diye başlayan konuşmaları çok duyuyoruz.
Batılılar “Ama’dan önceki sözlerin hepsi yalan” derler.
Tuhaf olan Avrupa’dan gelen eleştirilerin hemen tümünün “amasız” olması.
Bunu bir yere kadar anlamak mümkündür. Çünkü Batı demokrasileri, iktidarı ele geçirmek uğruna her şeyi göze almış radikal dinci ideolojilerin hedefi değildir. Onun rahatlığı içindeler.
Başbakan’ın çok sevdiği bir söz var hani; “Bekâra karı boşamak kolay” diye, tam öyle...
Aslında AB ülkelerinin cehaletleri büyük ölçüde bizim muhalefetin etkisizliğinden geliyor. CHP uluslararası zeminlerde demokrasimizin riskleri konusunda aydınlatıcı olamıyor.
Avrupalılar komünist parti kapatıyor Nazi ve faşist partilerine izin vermiyor. Sandıktan çıktığı zaman Avusturya’da olduğu gibi anında boğuyor.
Müslüman bir toplumda şeriat rejiminin gelmesi, demokrasinin sonsuza dek gitmesi demektir; bilmiyorlar mı?
Bilmeyenlere anlatmak veya samimi olmayanları kamuoyu önünde düzeltmek bizim görevimiz değil mi?
İnsan yabancıların körlükteki bu ısrarı karşısında şüpheye düşüyor:
Türkiye’ye yatırım yapan yabancı sermaye, dünyanın en yüksek faizini alıp götürüyor. Bu çağdaş sömürgeciliktir.
Acaba bu yağma düzeni bozulmasın diye mi böyle davranıyorlar?
Yoksa şeriat gelir ve demokrasi giderse Türkiye’yi AB’ye almamak için bahaneler üretmek mecburiyetinden kurtulacaklar; bir yandan da bunu mu gözetiyorlar?
Uluslararası ekonomi ve siyaset dünyasının pusulalarından Financial Times gazetesi de nalıncı keseri gibi ama yine de kendisinden önce yorum yapan Amerikan ve İngiliz gazetelerinden biraz daha insaflı davrandı dün.
Mesela parti kapatarak kendini savunan rejimimizi o da alaya almakla beraber bizim de altına imza atacağımız bir gerçeği ortaya koydu.
Şöyle:
“Erdoğan seçimden sonra daha büyük güce sahip. Ancak gücünü Türkiye’yi kasıla kasıla dolaşıp popülist konuşmalar yaparak ve türban yasasını çıkarmaya çalışarak kullanmaya çalışıyor. Oysa ki bundan daha önemli işleri var...”
Doğrudur, gücünü toplumsal bölünme ve gerilim yaratan dinci hedefler için israf etmesi büyük basiretsizliktir!

*********************
Cin çıktı!
Karı-koca tenis oynuyorlarmış.
Ters bir vuruşla top yandaki villânın camlarını indirmiş. Orta yaşlı çift gidip kapıyı çalmışlar.
Zeki bakışlı, cin gibi bir adam açmış.
- Camınızı kırdık, zararınızı ödemek istiyoruz.
Kapıdaki adam coşku ile cevap vermiş:
- Ne özrü; siz benim kurtarıcımsınız. O top benim 50 yıldır kapalı olduğum şişeyi de kırdı ve dışarı çıkmamı sağladı. Ben cinim, dileyin benden ne dilerseniz!
Uzatmayalım, adam 25 milyon dolar para, kadın ise bir villa istemiş. Cin de bu servetin adlarına hemen kayıt olduğunu söylemiş. Ama cin bir şart öne sürmüş:
- Elli yıldır kadın kokusuna hasretim. Bir saatliğine eşinizle yalnız kalabilir miyim?
Bir saat sonra memnuniyet-mahcubiyet duyguları arasında sıkışmış giderlerken cin arkalarından seslenmiş:
- Beyefendi, siz kaç yaşındasınız?
- Elli yaşındayım.
- Bu yaşta halâ cin hikâyelerine inanıyor musunuz? .....
Sağladıklarını sandıkları menfaatler yüzünden iktidarların kusurlarını görmemekte direnen açgözlülere ithaftır!

Güngör Mengi [email protected] 20.03.2008

Gaflet ve dalâlet
Rejimin kendini savunma yeteneğine zarar veren girişimleri aşağıdaki seçeneklerden hangisi ile nitelersiniz?
Demokratlık-Gaflet-Dalâlet-Liberalizm...
Bu, para ödülü veren bir yarışma programının sorusu değil.
Doğru cevap size para kazandırmaz ama özgür ve çağdaş geleceği kendinize ve halkınıza kazandırabilirsiniz. Düşünün...
Önce yüzde 50 joker hakkınızı kullanın.
Demokrat ve Liberal seçeneklerinin kaybolduğunu göreceksiniz.
Şimdi kalan seçenekleri değerlendirin...
Gaflet, dalgınlık ve dikkatsizlik halini niteliyor. Kırk yıl öncenin Nizam Partisi’ni görmemek, davet ettiği riskleri fark etmemek belki gaflet olarak nitelenebilirdi.
Ama ondan sonra Milli Selâmet Partisi, Refah Partisi ve Fazilet Partisi açıldı kapatıldı, açıldı kapatıldı.. Tümü de aynı hedefe planlanmış robot inadında ve dayanıklılığında partilerdi.
Demokratik, laik rejimin korunma mekanizmaları bu partileri kapattı, dağıttı ama o dağılan unsurlar hemen bir araya gelip aynı hedefe daha ısrarla ve daha güçlenmiş olarak koştular.
AKP hakkında Yargıtay C. Başsavcısı’nın kapatılma istemiyle Anayasa Mahkemesi’ne sunduğu iddianame bu koşunun şu andaki iktidar partisi tarafından sürdürüldüğünü anlatıyor.
Başbakan da zaten ikide bir “Uzun ince bir yoldayız” demiyor mu?
Pişmanlık kapısı açık
Demokrat maskeli hoyratlar, iddianameden cımbızla bir madde çıkarıp azarlıyorlar:
“Böyle bir suçlama, parti kapatmanın gerekçesi olur mu? ”
Bir VATAN okuru dünkü yazıma şöyle bir katkı yapmış. Cevabı orada:
“İddianameyi tam olarak okuyun. O zaman anlarsınız ‘puzzle’ın parçaları tamamlandığında orada ne yazdığını. Ben tamamladım, şeriat çıktı! ”
Sorunun doğru cevabı “doğru yoldan sapma” anlamına gelen dalâlettir.
Biliyorum, iddianamenin mahkemeye sunulmasından sonra AKP’nin gösterdiği saldırganlığa bakarak daha ağır bir suçlama önerenler olacaktır. Ama hayır, pişmanlık kapısını açık tutmaktan vazgeçmemeliyiz.
Dava sürecini, iddianamedeki suçlamaları hak etmediklerini gösterecek iyi niyet adımları ve yön düzeltmeleri ile değerlendirecek bir basiret AKP’ye olduğu kadar demokrasimize de çok şey kazandırabilir.
Anayasa Mahkemesi bu ülkenin güvenliği ve esenliği için vardır. Pişmanlık yansıtan bir iktidar icraatı, mutlaka yargıçların kararını etkileyecektir.
Laiklik referandumu!
Bir meslektaşım dün bana “Ankara’yı tilkiler bastı” dedi. Bu tilkiler AKP’yi yargının elinden nasıl kaçırırız diye fır dönüyorlarmış.
İktidar kadroları, basiretlerini kaybettikleri için kendilerini ve ülkeyi maceraya sürüklediler. Garip olan şu ki hata yapmaya hâlâ devam ediyorlar.
Başbakan’ın önceki gece Çanakkale dönüşü havalimanında düzenlettiği ısmarlama miting neyin nesidir? Kime, ne mesaj veriliyor?
Mahkeme kendisini şantaja hedef yapılmış hissetmez mi?
Böyle bir algı, suçlamaların daha ciddiye alınmasına yardım etmez mi?
AKP ve MHP yöneticilerinin Anayasa’ya karşı hile yapma ayıbına düşmekten sakınmaları gerekiyor.
Cumhuriyet kendini korumak için hukuka güvenmekten başka bir ihtiyaca düşmemelidir.
Laikliğe karşı suç işlemekle itham edilen bir iktidarı kurtarmak için Anayasa değiştirip onu halk oyuna sunmak bir demokrasi ve hukuk cinayeti olur.
Çünkü öyle bir tertip, cumhuriyetin laiklik ilkesinin referanduma sunulması anlamına gelir ki, ona “dalâlet”ten daha sunturlu bir söz bulmak gerekir!

***********************************************************************************

LİNÇÇÇÇÇÇÇÇÇÇÇÇÇÇÇÇÇÇÇÇÇÇÇ

Hayatımın kararlarını vicdanımın sesine göre verdim...
Ben kimseye o kişiye gıcık kaptığım ya da bir çıkara hizmet edeceğini düşündüğüm için karşı çıkmadım, muhalefet etmedim...
En ağır eleştirileri yaparken, en damar konularda itirazımı söylerken, hiç çekinmedim, korkmadım...
Çünkü demokrasiye inanıyordum, demokratik rejimde uyarı hakkımı yaptığımı düşünüyordum, kimseye gıcık olduğum için eleştirmediğimden bu eleştirilerin demokrasiyi güçlendirdiğine inanıyordum...

***
Açık söyleyeyim dün gördüklerimden sonra ben “Türkiye’deki durumdan ürkmeye” başladım...
Dün kapatma davasına gösterilen tepkilerden ürktüm...
Tepkinin kendisinden değil, tepkinin antidemokratik niteliğinden ürktüm...
Bir iktidar partisi elbette hakkında kapatma davası açan Yargıtay Başsavcısı’nın tamamen zıddını düşünebilir...
Böyle düşünmesi doğaldır..
Böyle düşünmek hakkıdır...
***
Medyanın iktidarı destekleyen bölümü, Yargıtay Başsavcısı’yla aynı düşünmeyebilir...
Doğaldır, karşı çıkmak onun da hakkıdır...
Ama bir ülkede ulusal medyanın bir bölümü Yargıtay Başsavcısı’nı hedef alarak, “Meclis’i de kapatın! ! ! ...” diye gözdağı veremez...
Demokrasi ve hukuk devletinde bir kanun adamı bu kadar terörize edilerek, yasama-yürütme-yargı kuvvetler ayrılığı bu kadar ayaklar altına alınamaz..
Bu kadar faşizan bir düşünce olamaz...
Bu kadar farklı görüşleri ve yargıyı baskı altına alan faşist ve gestapovari bir yöntem olamaz...
***
Ne demek “Meclis’i de kapatın? ..”
Kime söylüyorsunuz bunu? ..
Düşmana mı? ..
Ne demek “milli iradeninin önündeki engel? ”..
Milli iradeyle kapatma davasının ne ilgisi var? ..
Bu kadar ucube bir demokrasi anlayışıyla bu ülke nasıl demokratlaşacak? ..
***
Yargıtay Başsavcısı bu ülkede üst düzey bir hukuk adamı...
Görüşlerini paylaşmayabilirsiniz ama hukuki görevini yaptığını düşünen bir başsavcıya ne hakla ve hangi saikle böyle saldırabiliyorsunuz? ..
“AKP laiklik karşıtı faaliyetlerin merkezi” diyormuş Başsavcı...
Çıkarsınız kaşısına, “Nereden çıkmış benim laik faaliyetlerin karşıtı olmam... Şunları şunları şunları yapan bir partiyim... Nerede benim laiklik karşıtı faaliyetlerim...” der cevabınızı verirsiniz...
***
Haşa...
Medyadaki iktidar cephesiyle, bizzat iktidardakilerin cevabı şöyledir:
“Ey adam; Milli iradenin kaşısında duramazsın...”
Yani şunu mu diyorsunuz...
“Milli irade laiklik karşıtı faaliyetleri istiyorsa sen buna birşey diyemezsin... Meclis istiyorsa sıkıysa gel Meclis’i de kapat...”
Siyasal Bilgiler’de ben yanlış mı öğrendim demokrasiyi ve hukuku acaba? ..
Bu ne korkunç bir anlayıştır? ..
Kimse çoğunluk diye, yasalardan söz edemeyecek mi bu ülkede? ..
Anayasa’dan söz edilemeyecek mi bu memlekette? ..
Çoğunluk demek, Anayasa yok demek mi, Cumhuriyet tarihe karıştı demek mi, bu ülkede hukuk adamı iktidara bir dava açamayacak demek mi? ..
Böyle bir demokrasi, böyle bir milli irade, böyle bir hukuk düzeni dünyada diktatörlüklerden başka bir yerde var mı? ..
***
AKP, Yargıtay Başsavcısı gibi düşünmüyor...
Elbette düşünmeyecek...
Elbette kendisi hakkında kapatma davası açana karşı söyleyecek bir, iki sözü olacak...
Ama bu söz, “Ben çoğunluğum sen milli iradeye karşı çıkamazsın” sözü değildir...
İktidar yanlılarının yaptığı gibi “Sıkıysa gel Meclis’i de kapat” demek hiç değildir...
Amerikan yargı sistemi ABD Başkanı Nixon’un Watergate’de üzerine giderken, Nixon onlara “Gel Temsilciler Meclisi’ni de kapat” mı diyordu...
Bill Clinton, Monica Lewinsky davasında yargının karşısına çıkarken, “Ben Amerikan halkının çoğunluğuyla Başkan seçildim... Beni yargılayamazsınız” mı diyordu...
Amerikan demokrasisi böyle mi işliyor...
O Clinton değil mi, yalan söylediğini kabul etmek zorunda kalan...
O Nixon değil mi, Watergate skandalının altında kalan? ..
***
Bir kanun adamı böyle terörize edilemez...
Başbakan çıkar, “nerede görülmüş bizim laiklik karşıtı faaliyetlerimiz” der...
“Yanlış düşünüyorsunuz, yanlış dava açıyorsunuz...” deyip kendi kanıtlarını teker teker kamuoyunun önüne sunar...
Dava süreci boyunca kamuoyunun gözünde kendini aklar, sonra da yargıda temize çıkmaya bakar...
Demokrasiye ve hukuka saygılı tutum budur...
“Sıkıysa Meclis’i de kapat...”
Dün iktidar yanlısı basın ve kalemler bu minvalde yazdılar...
***
Ben de bundan ürküyorum artık...
Demek Türkiye’de bir hukuk adamı bile karşı çıkamayacak hiçbir şeye...
Asker bir şey söylese “Kahrolsun militarizm... Darbe mi istiyorsun... Muhtıracılar...”
Anayasayı korumakla yükümlü bir kanun adamı, Yargıtay Başsavcısı bir şey dese, “Sıkıysa gel Meclis’i de kapat... Milli iradeye karşı mı çıkıyorsun? ..” diye gözdağı verme...
Bir kanun adamını bile her taraftan terörize etme...
Bu demokrasi değildir...
Nerde gördünüz, nerde okudunuz bilmiyorum ama böylesi bir terörize girişiminin adı linçtir...
Ve siz hep beraber bir kanun adamını linç ediyorsunuz...
Ürkütücü olan budur...
Başbakan, AKP veya iktidarı savunan medyanın kendisini savunması doğaldır...
Demokratiktir...
Ama, “Sen kimsin milli iradeye karşı çıkıyorsun? ..” demek, “sıkıysa gel Meclis’i kapat” diye gözdağı vermek, artık hukuğu bile zapturapt altına alan bir çoğunluk diktasına gitmek istemek demektir...
Türkiye’de demokrasiye en fazla sahip çıkması gereken medyanın bile bir bölümü, hızlı çoğunluk goygoyculuğuyla insanları terörize noktasına sürükleniyorsa, artık yapacak bir şey yok...
Anlıyorum ki toplumun bütün muhalif sesleri ister kanun adamı, isten basın, ister asker bir şekilde terörize edilerek susturulacaktır...
Tablo maalesef budur...
Ürküntüm kendim için değil...
Türkiye’deki hukuk sisteminin ve demokrasinin düştüğü durumadır...
Reha Muhtar [email protected] 16.03.2008

************************************************************************

Reha Muhtar [email protected] 20.03.2008

Faşist diyen şakşakçılara demokrasi dersi! ! !
Türk basınının medarıiftiharı! ! ! bir dönek, çıkarcı, şakşakçı takımı var ya;
Son günlerde gelene geçene “Vay AKP’nin kapatılmasını mı istiyorsun yoksa” türünden sorular sorup, faşist muamelesi çekiyorlar...
Bu goygoycu çıkarcılara, bu iktidar şakşakçılarına, bu demokratlıkla uzaktan yakından ilgisi olmayan yaltakçılara, bu demokrasi diye diye ülkeye faşizmi getirmek için zemin yapanlara AKP örneğinden bir demokrasi dersi vermenin zamanı geldi...
Türkiye Cumhuriyeti’nin devamına inanan gerçek bir demokrat, AKP’nin kapatılması davasında ne tutum alır? ..
Madde madde sıralayalım da kafasızlar kafa neymiş anlasınlar:
1) Bir demokrat açıkça şiddeti savunan partiler dışında, hiçbir partinin görüşünü, düşüncesini, duruşunu beğenmedi diye kapatılmasını, yasaklanmasını SAVUNMAZ...
Bu anlamda AKP’nin kapatılmasını da istemez...
Bu “ama”larla devam eden bir demagojik kaçış değil, açık bir tutumdur...
2) Bir demokrat aynı zamanda, adına demokrasi denilen bir rejimin, kendisini koruyacak emniyet sübaplarının olması gerektiğine inanır...
Demokratik rejim korunmalıdır ki demokrasi devam etsin...
“Demokratik rejimin olmadığı yerde demokrasi olabileceğini” söylemek ancak zevzek bir kafayla söylenebilecek bir zırvalıktır...
Bu anlamda gerçek bir “DEMOKRAT”, AKP’nin ya da DTP’nin ya da herhangi bir siyasi partinin Türkiye’deki demokratik yapıyı değiştirmemesi gerektiğine inanır...
Demokratik yapı değişirse, demokrat olmanın mümkün olmayacağını bilir...
Bu anlamda bir demokrat HİÇBİR SİYASİ PARTİNİN KAPATILMASINI İSTEMEMEKLE BİRLİKTE, DEMOKRATİK SİSTEMİ RAFA KALDIRACAK UYGULAMALARININ KISITLANMASINI ARZULAR...
3) Bir demokrat, Tayyip Erdoğan’ın ya da AKP’nin görüşlerini beğenmiyor diye ONLARIN İKTİDAR HAKLARINI ELLERİNDEN ALAMAZ...
Bu ülkede serbest seçimlerle Başbakan seçilen, demokratik sistem yürüdüğü için 5 yıldır serbestçe görev yapan Tayyip Erdoğan’ın Başbakanlığına aklı başında hiçbir demokrat karşı çıkmaz...
4) Sürekli komplo teorileri, provokasyon söylentileri, çetecilik imalarında bulunmaz...
5) Gerçek bir demokrat, bu dava esnasında iktidardaki AKP’nin demokratik ve laik Cumhuriyet’e gönülden bağlı olduğunu ispat edebilmesi için içten içe dua eder, temennide bulunur...
Çünkü bilir ki, bu partinin kapatılmasının kimseye bir hayrı olmaz...
Yeni düşmanlıklar, yeni intikamlar, yeni kutuplaşmalar, yeni hesaplaşmalar demokrasiyi büyütmez, yok eder...
Ekonomiyi mahveder...
İnsanları içsavaşa, kamplaşmalara sürükler...
6) Bununla birlikte, AKP eğer Türkiye’yi demokratik laik düzenden uzaklaştıracak bir çizgi izliyorsa, bunun önüne kesin geçilmesini arzular...
Bir demokrat önce demokrasinin devamını arzular! ! !
Parti kapatılmasa bile partinin demokrasiye aykırı tutumlarının durdurulmasını arzular...
Ülkenin bu coğrafyada çok görüldüğü üzere bir İran, bir Malezya olmaması için kesin kırmızı çizgilerini koyar...
Bir demokrat bilir ki kırmızı çizgisi olmayan bir demokrasi olmaz...
Demokrasi dışı şeylere dur demeyen bir demokrasi, demokratik sistem olmaz...
Demokratlık şakşakçılık, goygoyculuk ya da mezhebi genişlik değildir...
7) Sonuç olarak, bir demokrat bu dönemin, iktidarı, muhalefeti, yargıyı, orduyu hatta şakşakçıların da içinde bulunduğu medyayı bir kez daha demokrasiyi düşünmeye iteceğine inanır...
Herşeye karşın, parti kapatılmadan, laiklik zedelenmeden, demokrasi arızaya uğramadan, yasama-yürütme-yargı birbirine karıştırılmadan, çoğunluk diktatoryası değil, demokrasi rüzgarlarının egemen olduğu bir sistemin oturmasını arzular...
Bir demokrat kişilere karşı değildir...
Olmaz olamaz...
Bir demokrat kişilerin goygoyculuğunu da yapmaz...
Yapmamalıdır...
Yapamaz...
Bir demokrat ilkeli, dürüst ve onurlu olur...
Esasen bunun “Ama”sı yoktur...
Siz goygoycularda olmayan da budur! ! !

**********************************************************************************************

Çiftleş ey halkım!
Başbakan Erdoğan, Dünya Kadınlar Günü nedeniyle düzenlenen bir etkinlikte yaptığı konuşmada kadınlarımızdan en az 3 çocuk yapmalarını istedi...
Siz aldırmayın Başbakan’a sevgili kadınlar...
“Bir yıl nadas, bir yıl hasat” yöntemiyle çalışın!
Yani öyle 3-5 yetmez; en az 15 çocuk yapın!
Madem “Türkiye’nin genç nüfusu azalacakmış” ve Başbakan bundan korkuyormuş...
Madem ülkemizde nüfus planlamasını savunanların asıl amacı “Türk milletinin kökünü kurutmak”mış...
Madem “Doğan her çocuk bereketiyle geliyor”muş...
O zaman bırakın okumayı, iş bulup çalışmayı, üretime katkıda bulunmayı...
Kocanızı balla-kaymakla besleyin; yetmezse yemeğine çaktırmadan viagra karıştırın, üreyin!
Öyle ülke sorunlarıyla falan da ilgilenmeyin...
Siyasete kafa yormayın...
Gazete okumayın, televizyon haberlerini seyretmeyin, kocanıza da seyrettirmeyin, moralinizi bozmayın dünya işleriyle...
Öyle “hak-mak” zırvalıklarıyla da uğraşmayın; entel-dantel işleri bunlar... Allah korusun, “seçkinci” olursunuz sonra!
Tüm enerjinizi çoğalmaya verin...
Başörtünüzü takıp semt pazarına gidin ve “İkkiiizllereeee takkkeee” diye bağıran çamaşırcıdan eşinize hoş gelecek iç çamaşırlarını toplayın; suyu ısıtın, “memlekete hizmet” için yatağa girin!
“Türk milletinin kökünü kurutmak” isteyenler inat; vatan-millet adına çiftleşin...
Sakın sevişmeyin ama; günahtır! Öpüşüp, koklaşıp, cilveleşmeyin...
Sadece birleşin!
Elinize geçen parayla zaten geçinmekte zorluk çekiyormuşsunuz, doğan her çocuğu beslemek, büyütmek, okutmak gerekiyormuş; düşünmeyin bunları...
Doğurup, doğurup, salın sokağa...
Arayı da soğutmayın ki büyüyen bebeğin giysilerini yeni doğan giysin; böylece tasarruf da yapın!
***
İşin şakası bir yana, “çağdaş, modern Türkiye”nin Başbakanı’nın bu sözlerine inanmak istemiyorum...
Böyle bir zihniyet tarafından yönetildiğimize inanmak istemiyorum.
Bir Başbakan’ın halkına “Üreyin” demekten başka “proje”si olmamasına inanmak istemiyorum...
Kısacası...

İçim acıyor! (.ANAYASA.: BENİMDE SAYIN MUSTAFA MUTLU BENİMDE İNANIN KALBİM KANIYOR)

İNANDIK!
Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu’nun araştırmasına göre Türk özel sektöründe yönetim kademesinde çalışanların yüzde 11’i kadın... Özel sektörümüz bu oranla Avrupa Birliği ortalamalarının üzerinde...
Ama kamu sektöründeki üst düzey yöneticilerin içinde kadının oranı yüzde sıfır!
Bir tane bile kadın müsteşarımız yok örneğin...
Kadın genel müdür veya daire başkanı sayısı da bir elin beş parmağını geçmiyor!
Durum böyleyken Başbakan Erdoğan çıkıp, kadına yönelik hiçbir ayrımcılık yapmadıklarını söylüyor!
Tabii tabii; inandık biz de...
AKP kamudaki kadın yöneticisi sayısını bir gün belki artırır.
Ama tek şartla:
Önce türban kamusal alanda serbest bırakılacak!
Aksini bekleyenler avuçlarını yalar!
*****
GÜNÜN SORUSU

İktidar doğum kontrol çalışmalarını durdurdu, Başbakan da halkımıza “milli menfaatlerimiz gereği üreyin” talimatı verdi ya...
Prezervatif satışları ve diğer korunma yöntemleri sizce ne zaman yasaklanacak?
*****
Köşk yetmedi, sıra sarayda!
Haberlere göre Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Çankaya Köşkü’nden sonra Yıldız Sarayı’na göz dikmiş!
İstanbul’a geldiğinde kullanmak amacıyla Yıldız Sarayı’nın içinde bir çalışma ofisi hazırlatıyormuş kendisine..
Sadece çalışma ofisi mi?
Hayır... Bir de konaklama mekanı hazırlanıyormuş, Tarabya’daki “saray” gibi Huber Köşkü bomboş dururken!
**
Başbakan Erdoğan İstanbul’a geldiğinde Dolmabahçe Sarayı’ndaki yeni ofisinde çalışıyor...
Bu yüzden Cumhurbaşkanı’na Yıldız Sarayı’nda mekan tahsis edilmesinin son derece hatalı bir karar olduğunu düşünüyorum...
Onun mekanı Topkapı Sarayı olmalı...
Hem de öyle birkaç oda falan değil; tamamı kendisine tahsis edilmeli!
Saray da ziyaretçilere kapatılmalı!
Halk sarayın bahçesine sadece Sayın Gül cuma namazına giderken “Cumhurbaşkanım çok yaşa” diye bağırmak şartıyla alınmalı!
Daha “şık” olmaz mı?
(.ANAYASA.: OLUR DAHA ŞIK OLUR BUNLAR DA DEVLET ADAMI DİYORLAR YA KENDİLERİNE HERŞEY OLUR HER NE İSTERLERSE DAHA DA ŞIK OLUR)

Kadınlar kusura bakmayın, gününüzü kutlamıyorum!
Bugün Dünya Kadınlar Günü... Devlet büyükleri mesajlar yayınlayıp kadınları kutluyor; tabii Başbakan da!
Ben kutlamıyorum...
Çünkü ülkemiz kadınının “bayramı” kutlanacak bir durumda olmadığını düşünüyorum...
Biliyorum; kızacaksınız bana sevgili kadınlar...
Ama önce iktidar partisinin programına bir göz atın. Aynen şu cümle yazıyor o programda:
“Sağlıklı nesillerin yetiştirilmesi ve aile mutluluğunun sağlanması için kadınların sorunlarının giderilmesine çalışılacak...”
Yani; “evlenmeyen, doğurmayan kadınların sorunlarının giderilmesine gerek yok! ”
Bitmedi; aşağıdaki listeyi okuyun ve iktidar partisinin “kadın”a yaklaşımını anımsayın:
***
* AKP Konya Milletvekili Halil Ürün karısını, “Dokunulmazlığım var, istediğin yere şikâyet et” diyerek dövdü!
* AKP Manisa Milletvekili Mehmet Çerçi, Meclis’te üzerine yürüyerek CHP İstanbul Milletvekili Nur Serter’i dövmek istedi.
* AKP’li Tuzla Belediyesi’nin yayınladığı kitapta kadınların dövülebileceği, kız çocuklarının 9 yaşında evlendirilmelerinin caiz olduğu yazıldı.
* Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, Samsun ziyareti sırasında vali ve milletvekilleriyle aynı masada otururken, eşi Semiha Hanım iki metre ötede tek başına yemek yedi.
* AKP Çankırı Milletvekili Prof. Dr. Hikmet Özdemir, içinde “Cehennemlik olanlar da bana gösterildi, çoğunun kadın olduğunu gördüm” yazan bir kitapçığı vekillere dağıttı.
* AKP’li Karacasu Beldesi Belediye Başkanı İsmail Erkoç, eşiyle birlikte katıldığı bir törende yağmur yağmaya başlayınca şemsiyesini açıp kendisini korudu, hemen yanında oturan eşi Münire Erkoç sırılsıklam oldu.
* Eski Gümüşhane AKP Milletvekili Sabri Varan, 16 yaşındaki kızı Merve Varan’a şiddet uyguladığı gerekçesiyle mahkemeye verildi.
* AKP İstanbul Milletvekili Osman Yağmurdereli bir televizyon programında, kadının erkeğin korumasına muhtaç olduğunu iddia etti.
* AKP Edirne İl Danışma Meclisi Toplantısı’na ‘Harem-Selamlık’ oturma planı damgasını vurdu.
* Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin “Hanımlar Lokali” adıyla hizmete açtığı sosyal tesislere 7 yaşından büyük erkek çocuklar alınmadı!
* Şanlıurfa ve Konya’dan sonra İstanbulBağcılar’da da erkeklerin girmesinin yasak olduğu “Kadınlar Parkı” açıldı.
* AKP’nin Güngören İlçe Başkanlığı Gençlik Kolları’ndaki iki yönetim kurulu üyesinin, birlikte çalıştıkları kadınlarla ilgili son derece seviyesiz MSN yazışmaları ortaya çıktı. Bu yazışmalarda iki adamın birbirlerine “yatabilecekleri” AKP’li kadınları önerdikleri görüldü.
* Hükümet bir ilke daha imza attı ve ülkenin ilk “kadın amele pazarı” Uşak’ta açıldı.
***
Evet sevgili kadınlar...
Türkiye bu zihniyetteki adamların yer aldığı bir iktidar partisi tarafından yönetilirken, siz bugün “kutlanmayı” hak edecek ne yaptınız gerçekten?
Hatta bu adamlar, “özgürlük” adı altında türbanı dayattı başınıza da aranızdan birileri onların peşine takıldı, kaybedeceklerini düşünmeden!
Ya da üç kuruşluk kömür paketi uğruna oyunu satanların en az yarısı sizin cinsiyetinizden değil miydi?
***
Ben istiyorum ki her gün sizin gününüz olsun...
“Dünya Erkekler Günü” var mı?
Yok...
Çünkü 8 Mart dışındaki 364 günün hepsi erkekler günü!
Ve siz bunu bile düşünmeyip, o tek günde övülmeyi, sevilmeyi bekliyorsunuz...
Kusura bakmayın, kutlamıyorum gününüzü...
*****
GÜNÜN SORUSU
Milletvekilleri allem etmiş, kallem etmiş; sadece gazilere tanınan “sağlık hizmetlerinden yararlanırken katkı payı ödememe” ayrıcalığını kendileri için de koparmış...
Yüzümüze bakarken hiç mi utanmayacaksınız?
VATAN GAZETESİ (MUSTAFA MUTLU)
****************************************************************************************

http://www.youtube. com/watch? v=Gj1rSmQ5kvg
http://www.youtube. com/watch? v=rO2rf8KPacI

*************************************************************************
Adamın lastiği tam tımarhanenin önünde patlamış, kaldırıma ancak yanaşabilmiş.
> Sonraki işlem malum... Kriko, stepne, bijon anahtarı derken, bir de bunların yanına talihsizlik eklenince, söktüğü 4 adet bijon yuvarlanıp yağmur mazgalına düşer.
> Mazgal açılır gibi değil, bijonlar görünür gibi değil.
> Talihsiz sürücü bir sağına bakar, bir soluna bakar, çaresiz duygular içinde kaderiyle başbaşa kaldırıma çöker. Olayı en başından beri tımarhanenin demir parmaklıklı penceresinden izleyen bir deli, çaresiz adamın halini bir süre daha acıyarak izledikten sonra seslenir;
> - Ula salaaak! Sen ne yapıyorsun orda öyle?
> - Sorma birader, lastik patladı ve değiştirirken bijonlari mazgala düşürdüm.
> - Düşündüğün şeye bak! Sök öbür lastiklerden birer tane. Hepsi 3 bijonlu olsun. Seni, lastikçiye kadar idare eder. Adam bir lastiklere bakar birde deliye ve hemen işe girişir.
> Her şeyi tamamlayıp bagaj kapağını kapatan sürücünün aklı, deliye takılır. Arabasına binmeden evvel döner dikkatli dikkatli adama bakar.
> Akıl hastanesindeki adama seslenir:
> - Senin ne işin var tımarhanede? diye sorar
> - Biz burada delilik'ten yatıyoruz kardeşim, salaklık'tan değil.
******************************************************************************************
ACAYİP BİR DENKLEM....
(İnsan) = (yemek) + (uyumak) + (para kazanmak için çalışmak) + (eğlenmek)
(Eşek) = (yemek) + (uyumak) olduğuna göre
ilk denklemde (yemek + uyumak) yerine (eşek) koyabiliriz...
(İnsan) = (Eşek) + (para kazanmak için çalışmak) + (eğlenmek)
bu yeni denklemde her iki taraftan (eğlenmek) çıkartılırsa:
(İnsan) - (Eğlenmek) = (Eşek) + (para kazanmak için çalışmak)

Sonuç: Eğlenmesini bilmeyen insan, sadece para kazanmak için çalışan eşekten başka bir şey değildir.