Bir mağara düşün dostum. Girişi boydan boya gün ışığına acık bir yeraltı mağarası. İnsanlar düşün bu mağarada. Çocukluktan beri zincire vurulmuş hepsi; ne yerlerinden kıpırdamaları, ne başlarını çevirmeleri kabil, yalnız karşılarını görüyorlar. Arkalarından bir ışık geliyor.. uzaktan, tepede yakılan bir ateşten. Ateşle aralarında bir yol var, yol boyunca alçak bir duvar. Gözbağcıları seyircilerden ayıran setleri bilirsin, üzerlerinde kuklaları sergilerler, öyle bir duvar iste... Ve insanlar düşün, ellerinde eşyalar: Tahtadan taştan insan veya hayvan heykelcikleri, boy boy, biçim biçim. Bu insanlar duvar boyunca yürümektedirler, kimi konuşarak, kimi susarak. Garip bir tablo diyeceksin, hele esirler daha da garip. Doğru.. O esirler ki ömür boyu başlarını çeviremeyecek, kendilerini de, arkadaşlarını da, arkalarından geçen nesneleri de duvara vuran gölgelerinden izleyecekler. Şimdi de mağarada seslerin yankılandığını düşün.. Dışarıdan biri konuştu mu, esirler gölgelerin konuştuğunu sanır, öyle değil mi? Kısaca onlar için tek gerçek var: Gölgeler.
Tutalım ki zincirlerini çözdük esirlerin, onları vehimlerinden kurtardık. Ne olurdu dersin, anlatayım.. Ayağa kalkmağa, başını cevirmeğe, yürümeğe ve ışığa bakmağa zorlanan esir, bunları yaparken acı duyardı.Gözleri kamaşır, gölgelerini görmeğe alıştığı cisimleri tanıyamazdı. Biri, ona: ' Ömür boyu gördüklerin hayaldi. Simdi gerçekle karşı karşıyasın' diyecek olsa, sonrada eşyaları bir bır gösterse,'bunlar nedir' diyecek olsa, şaşırıp kalır, mağarada gördüklerini, şimdi gösterilenlerden çok daha gerçek sanırdı.
Bir de düşün ki tutsağı mağaradan çıkarıp dik bir patikada güneşin aydınlattığı bölgelere sürükledik. Bağırdı, yanıp yakıldı, öfkelendi... Kulak asmadık. Gün ışığına yaklaştıkça gözleri daha çok kamaştı. Hiçbirini seçemez oldu gerçek nesnelerin. Sonra, yavaş yavaş alıştı aydınlığa. Önce gölgeleri fark etti, arkasından insanların ve cisimlerin suya vuran akislerini. Aksam olunca göğe çevirdi bakışlarını, ayı gördü, yıldızları gördü. Zamanla güneşin suya vuran akislerine bakabildi. Nihayet gökteki güneşe çevirdi gözlerini. Ve düşünmeğe başladı. Ona öyle geldi ki mevsimleri de, yılları da güneş yaratıyor, görünen dünyanın yöneticisi o. Esirlerin mağarada gördükleri ne varsa onun eseri. Ve eski günlerini hatırladı. Ne kadar yanlış anlamışlardı bilgeliği. Mutluydu şimdi, mağarada kalan arkadaşlarına acıyordu. Eski hayatına, eski vehimlerine dönmemek için her çileye katlanabilirdi.
Adamın mağaraya döndüğünü tasavvur et. Karanlığa kolay kolay alışabilir mi? Dostlarına hakikati söylese dinlerler mi onu? Ağzını açar açmaz alay ederler: 'Sen dışarıda gözlerini kaybetmişsin arkadaş. Saçmalıyorsun. Biz yerimizden çok memnunuz. Bizi dışarı çıkmağa zorlayacakların vay haline..'İşte böyle aziz dostum. Sana anlattığım hikaye kendi halimizin tasviridir. Yer altındaki mağara: Görünürler dünyası. Yücelere çıkan tutsak, meseller(idea'lar) alemine yükselen ruh..’’ İnsanlar mağaralara zincirli... sırtları kapıya dönük ve duvarda gölgeler... aşk bu zinciri kıran büyü... mağaradakiler öylesine alışmış ki karanlığa kurtulanları küfürleri ile kovarlar...
Ben kapısı her çalana açık mabet gibiydim... gerçek dostlarım gelmediler... ve mabet katır sinekleriyle doldu... *Vatanlarını yaşanmaz bulanlar vatanlarını yaşanmazlaştıranlardır.. Toplumun çözülüşünü üzülerek seyretmek yetmez... onu yeni baştan nasıl kuracağımızı düşünmeliyiz... *Büyük adamın kaderi put kırıcılık... bu putlar bir dönem onun da mabudu olmuştur... ve bilir ki yeni bir dünyanın daha güzel bir dünyanın yolunu açmak için bu sevimli oyuncakları parçalamak zorundadır...
Aydın olmak için önce insan olmak lazım. İnsan mukaddesi olandır. İnsan hırlaşmaz, konuşur, maruz kalmaz, tercih seçer. Aydın, kendi kafasıyla düşünen, kendi gönlüyle hisseden kişi. Aydını aydın yapan: Uyanık bir şuur, tetikte bir dikkat ve hakikatin bütününü kucaklamaya çalışan bir tecessüs.
*Bir şair intihar etmek isteyen genç bir kadına dur diyordu... daha senin için bir şiir bile yazılmadı... *Aşk bir teslimiyettir... bir eriyiştir...yeniden doğuş için varlığından soyunmaktır...
*Bir kısım insanların düşüncesi etraflarını yansıtan bir aynadır... onlar başkalarının kaydettiklerini bıkmadan tekrarlayan bir plak gibidirler... ruhları yoktur... üstün zekalı hayvanlardan pek az daha mükemmel mekanizmalardır... dünyaları vücutlarıyla sınırlıdır ve vücutlarıyla birlikte yok olur giderler...
*Her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı insanlarım... karanlığa o kadar alışmışsınız ki yıldızlar bile sizi rahatsız ediyor...
*Mezar taşlarına konser veren adam kemanın sesiyle kendinden geçebilir ve taşlar dinlemesini bilmeseler de susmasını bilirler... sen tasların diş gıcırdattığı-uluduğu-yılışık kahkahalar attığı-homurdandığı bir ülkede yaşıyorsun... Herkes dünyayı gördüğü gibi anlatıyor... ama görülen dünya aynı değil ki...
Bir mağara düşün dostum. Girişi boydan boya gün ışığına acık bir yeraltı mağarası. İnsanlar düşün bu mağarada. Çocukluktan beri zincire vurulmuş hepsi; ne yerlerinden kıpırdamaları, ne başlarını çevirmeleri kabil, yalnız karşılarını görüyorlar. Arkalarından bir ışık geliyor.. uzaktan, tepede yakılan bir ateşten. Ateşle aralarında bir yol var, yol boyunca alçak bir duvar. Gözbağcıları seyircilerden ayıran setleri bilirsin, üzerlerinde kuklaları sergilerler, öyle bir duvar iste... Ve insanlar düşün, ellerinde eşyalar: Tahtadan taştan insan veya hayvan heykelcikleri, boy boy, biçim biçim. Bu insanlar duvar boyunca yürümektedirler, kimi konuşarak, kimi susarak. Garip bir tablo diyeceksin, hele esirler daha da garip. Doğru.. O esirler ki ömür boyu başlarını çeviremeyecek, kendilerini de, arkadaşlarını da, arkalarından geçen nesneleri de duvara vuran gölgelerinden izleyecekler. Şimdi de mağarada seslerin yankılandığını düşün.. Dışarıdan biri konuştu mu, esirler gölgelerin konuştuğunu sanır, öyle değil mi? Kısaca onlar için tek gerçek var: Gölgeler.
Tutalım ki zincirlerini çözdük esirlerin, onları vehimlerinden kurtardık. Ne olurdu dersin, anlatayım.. Ayağa kalkmağa, başını cevirmeğe, yürümeğe ve ışığa bakmağa zorlanan esir, bunları yaparken acı duyardı.Gözleri kamaşır, gölgelerini görmeğe alıştığı cisimleri tanıyamazdı. Biri, ona: ' Ömür boyu gördüklerin hayaldi. Simdi gerçekle karşı karşıyasın' diyecek olsa, sonrada eşyaları bir bır gösterse,'bunlar nedir' diyecek olsa, şaşırıp kalır, mağarada gördüklerini, şimdi gösterilenlerden çok daha gerçek sanırdı.
Bir de düşün ki tutsağı mağaradan çıkarıp dik bir patikada güneşin aydınlattığı bölgelere sürükledik. Bağırdı, yanıp yakıldı, öfkelendi... Kulak asmadık. Gün ışığına yaklaştıkça gözleri daha çok kamaştı. Hiçbirini seçemez oldu gerçek nesnelerin. Sonra, yavaş yavaş alıştı aydınlığa. Önce gölgeleri fark etti, arkasından insanların ve cisimlerin suya vuran akislerini. Aksam olunca göğe çevirdi bakışlarını, ayı gördü, yıldızları gördü. Zamanla güneşin suya vuran akislerine bakabildi. Nihayet gökteki güneşe çevirdi gözlerini. Ve düşünmeğe başladı. Ona öyle geldi ki mevsimleri de, yılları da güneş yaratıyor, görünen dünyanın yöneticisi o. Esirlerin mağarada gördükleri ne varsa onun eseri. Ve eski günlerini hatırladı. Ne kadar yanlış anlamışlardı bilgeliği. Mutluydu şimdi, mağarada kalan arkadaşlarına acıyordu. Eski hayatına, eski vehimlerine dönmemek için her çileye katlanabilirdi.
Adamın mağaraya döndüğünü tasavvur et. Karanlığa kolay kolay alışabilir mi? Dostlarına hakikati söylese dinlerler mi onu? Ağzını açar açmaz alay ederler: 'Sen dışarıda gözlerini kaybetmişsin arkadaş. Saçmalıyorsun. Biz yerimizden çok memnunuz. Bizi dışarı çıkmağa zorlayacakların vay haline..'İşte böyle aziz dostum. Sana anlattığım hikaye kendi halimizin tasviridir. Yer altındaki mağara: Görünürler dünyası. Yücelere çıkan tutsak, meseller(idea'lar) alemine yükselen ruh..’’
İnsanlar mağaralara zincirli... sırtları kapıya dönük ve duvarda gölgeler... aşk bu zinciri kıran büyü... mağaradakiler öylesine alışmış ki karanlığa kurtulanları küfürleri ile kovarlar...
Ben kapısı her çalana açık mabet gibiydim... gerçek dostlarım gelmediler... ve mabet katır sinekleriyle doldu...
*Vatanlarını yaşanmaz bulanlar vatanlarını yaşanmazlaştıranlardır..
Toplumun çözülüşünü üzülerek seyretmek yetmez... onu yeni baştan nasıl kuracağımızı düşünmeliyiz...
*Büyük adamın kaderi put kırıcılık... bu putlar bir dönem onun da mabudu olmuştur... ve bilir ki yeni bir dünyanın daha güzel bir dünyanın yolunu açmak için bu sevimli oyuncakları parçalamak zorundadır...
Aydın olmak için önce insan olmak lazım. İnsan mukaddesi olandır. İnsan hırlaşmaz, konuşur, maruz kalmaz, tercih seçer. Aydın, kendi kafasıyla düşünen, kendi gönlüyle hisseden kişi. Aydını aydın yapan: Uyanık bir şuur, tetikte bir dikkat ve hakikatin bütününü kucaklamaya çalışan bir tecessüs.
*Bir şair intihar etmek isteyen genç bir kadına dur diyordu... daha senin için bir şiir bile yazılmadı...
*Aşk bir teslimiyettir... bir eriyiştir...yeniden doğuş için varlığından soyunmaktır...
*Bir kısım insanların düşüncesi etraflarını yansıtan bir aynadır... onlar başkalarının kaydettiklerini bıkmadan tekrarlayan bir plak gibidirler... ruhları yoktur... üstün zekalı hayvanlardan pek az daha mükemmel mekanizmalardır... dünyaları vücutlarıyla sınırlıdır ve vücutlarıyla birlikte yok olur giderler...
*Her aydınlığı yangın sanıp söndürmeye koşan zavallı insanlarım... karanlığa o kadar alışmışsınız ki yıldızlar bile sizi rahatsız ediyor...
*Mezar taşlarına konser veren adam kemanın sesiyle kendinden geçebilir ve taşlar dinlemesini bilmeseler de susmasını bilirler... sen tasların diş gıcırdattığı-uluduğu-yılışık kahkahalar attığı-homurdandığı bir ülkede yaşıyorsun...
Herkes dünyayı gördüğü gibi anlatıyor... ama görülen dünya aynı değil ki...