Tüm yaratılmışlarla ilişkilerimde öncelim saygıdır.Tabiidir ki beklediğim de.Yaşam felsefem:Kendime yapılmasını istemediğim hiçbir şeyi başkasına yapmamak.Yapılmasını istediklerimi de fazlasıyla yapmaya gayret etmek.Her yaratılmışa,saygı duymasam dahi,saygılı davranmak ve olduğum gibi görünmek.Ziya Paşa ile de aynı görüşteyim: Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz,görünür kişinin rütbe-i aklu eserinde.Yazım çeşnim ise: Mektup Roman,Mektup Öykü,Deneme ve Şiir.Tüm kalem erbabı dostların kalemine kuvvet,yüreklerine en güzel ilhamları diliyorum efendim.Hazlı paylaşımlarda buluşmak dileğiyle,iyilik ve güzelliklerle kalınız.Tüm mektup ve şiir severleri,posta güvercini gurubuna bekliyorum.İYİSİMİ GELYağmursuz buğday başakları gibiyim.Kurak…Rüzgarlara meydan okuyabilirim Korkusuzca. Bak Tenhalaştı işte sokaklar. Yeter nazlandığın, Bırak bırakacaksan, Islak gözlerini Gözlerime bırak. İnsanla aşk, Kaderin çizdiği yerde birleşir. Belki de kaderimiz bu. İyisi mi gel. Kapılar ardına kadar açıkken Gel gir. Sonra bilirsin ki Sahipsiz ülkelere Yabancılar yerleşir.
EN REZİLİNDE GECENİN
Kış güneşinde gizli sevdam. Doğum öncesi sancılarla, Ekin başakları arasında Al gelincikler gibi kanar. Peş peşe kurşun sıktıkça Aramayışın yüreğime Sokak kadınlarına pay ettim yerimi Sonra da pişmanlığı… Mayın tarlalarında beynimi Kurtlar kemirdi. En rezilinde gecenin Kalkıp… En derinine gömdüm kör kuyuların Gizli sevdamı.
SEN Mİ GEÇ KALDIN, BEN Mİ ACELE DAVRANDIM? ŞİMDİ GİT… OTUZ YIL ÖNCE GEL!
Öylesine, sıradan, rast gele, ama en sıcak gün. Seni beklemenin çalkantısı belki bir başlangıç, belki ertelenmiş düşlere uyanmaktı. Yaşamaktı, yaşanamamışlıkları. Geç de olsa, yanlış da olsa, hata da olsa yaşamaktı! Ama o gün değil, hemen değil. Ölçülmeli, tartılmalıydı önce. Uygunsa... Ondan da öte, prensipler çiğnenerek, değerler yakıp yıkılarak, onur kırılarak, aşağılanarak belki de! Kararlı ve tutarlı davranılacaktı bu kez. Her şey göze alınacak, umursanmayacaktı hiçbir şey. Hepsinden de önemlisi, pişman olunmayacaktı, keşke denmeyecekti asla. Bir kez. İlk olduğu muhakkak. Son mu? Bilinmez! .. Her şey göze alındı. Kararlılıkla çıkıldı yola. Ardından yıllardır yalnızlıkla paylaşılan odaya… Cahit Sıtkı’dan güçlü istedi ikinci kadehte ilk sevgiliyi. Ve geldi! Hiç beklenmedik bir anda. İlk sevgili değildi gerçi, ama ilk gibi ilginç, ilk gibi beklenmedik. Onun sesiyle, onun yaşıyla. Yaşanılacak yarım kalan sevgiye, geciken sevgiliye kadeh kaldırılırken indi balyoz masanın tam orta yerine. Ömrün sonbaharının yaşandığını haykırıyordu, sahneden yankılanan ses. Oysaki öbür kadehi tutan eller, henüz ilkbahar çiçekleri dermekteydi. Artta bırakılanlar onun önündeydi. Alev alev buz kesti bedeni. Tabakta balık dondu beyniyle aynı anda. Kadehteki rakının alazından, yüreği yandı yüzünden önce. Söylenmese, ağladığını bile fark etmedi. Ayaklar altında çıtırdayan güz yapraklarına filiz vermek, hayat vermek... Umut! .. Sahte! .. Gelgeç! .. Görmezden gelindi. Yok var sayıldı gerçeğe inat. Bahar yaşanacaktı zamana inat. Hançer oldu, kurşun oldu, zıpkın oldu, yumruk oldu zaman, yürekle beyne aynı anda hedef alarak. İsyan etti yürek. Bedense avaz avaz. Yürek acıdı önce, bedense ardından. Olmadı, olamadı! Utandı! Önce ondan, sonra kendinden. Yakıştıramadı da sonunda. Tam teslim alırken özlemler alev alev, volkan volkan, dört bir yandan kurşunlar yağdırdı gerçeğin acımasız silahları. Olmadı, olamadı! .. Ve hiç tereddütsüz, iyice inanıldı ki, insan neyse o. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, olmuyor, yırtamıyor büründüğü gömleği, yıkamıyor özenle ördüğü duvarları; değişemiyor kısası! Zaman zaman ufak da olsa, değişimler yaşar gibi olsa da, olmadığını olamayacağını görüyor her defasında. Daha öncekiler, teşebbüsten öte gidemedi. Kiminde bir adım, kiminde o tek bir adımı bile atamadan donup kalmak. Ya da daha geri gitmekle sonuçlandı hep. Bu defa başkaydı. İlk kez, kararlı bir adım, ardından koşar adım... Olmuyor! Olamıyordu! Olmadı işte! Kusura bakma güzel yürekli genç adam. Şimdi git. Otuz yıl önce gel! Ama mutlaka gel. Çünkü beklenen sendin! Hoş geldin. Lâkin… Çok geç geldin be güzelim! ..
ÇOK GEÇ GELDİN! ..
PROF. TÜRKAN SAYLAN BİLE! ..
Gazetelerde, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı Sayın Saylan’ın açıklamasını okuyanların pek çoğu eminim ki bir hayli hayrete düşüp, -Hadi canım, yok artık- demişler ve bir müddet donup kalmışlardır. Maalesef ve maalesef durum sanıldığı gibi değil. Yani sadece yoksunlukları olan kadınlar değil dayak yemekte olan. Ve o baygınlık getiren ve uyutan, zaman zaman da düzeysizleşen kadın programlarının bir yararlı yanı, kadın gerçeğinin bu boyutunu, hem de çok vahim, çok ibret verici bu boyutunu gözler önüne sermesi. Orada, cahil cesareti mi dersiniz, çaresizliğin hat safhası mı bilemem, bardağın haddinden fazla taşması, maddi ve eğitim yoksunluğu, ailevi ve yöresel kurallar, töreler, dile getirilmesine, sergilenmesine sebebiyet veriyor, ellerinden tutabilecek güvenilesi tek seçenek görülüyor sanırım. Ya söylenemeyenler; saygınlıkları, kariyerleri, imajları, konumları v.b. pek çok nedenle söylenemeyenler… Kocasının soyadıyla ancak toplumda bir yer edinebildiği, saygınlık kazanabileceği için, ya da sağladığı maddi olanakları, o rahat hayatı kaybetmekten korkup, her şeye katlanan ve söylemeyenler. Onurları nedeniyle, maddi ya da kişisel yeterlilikleri, kendi soy adlarının yeterliği ve yeterli saygınlığı ve de tek başlarına da, bastıkları yerlere sağlam basabileceklerinin inanç ve güvenciyle, daha ilk tokatta çekip giden veya tehditler, aileden kabul görmeme, her ne koşulda olursa olsun çocuklarının yanında olmak adına gidemeyen ve söyleyemeyen, susan yüzlerce kadın var inanın! Peki, niye bu erkeklerin dayak sapkınlığı? Bilinçsizlik, cahillik, eğitimsizlik nedeniyle aşağılık duygularını baskılamak adına, kadına üstünlük sağlama içgüdüsüyle, bilinçaltı bir davranış dışa vurumu diyeceğim ama diyemiyorum. Çünkü okuryazar dahi olmayanla, birkaç üniversite bitirmişi, bu konuda yan yana geldiğinde eşitleniyorlar. Demek ki, bu konuda tahsil bir şey vermiyor erkeğe; terbiye de gerekiyor yanı sıra. Kısası, terbiye meselesi bu demek ki. Terbiye de eğitimle sağlanır. Okulların verdiği öğrenim sadece, eğitim değil. Dolayısıyla da hangi okulun bitirildiği, ya da kaç okul bitirildiğinin hiçbir önemi yok bu konuda. Temelsiz bina ne kadar sağlıklıysa, temelsiz eğitim de o kadar sağlıklıdır. Ve temel eğitimin okulu yoktur. Temel eğitim evde ve de ailede, hele ki annededir. Çocuk söylenenlere değil, gördüklerine, yaşadıklarına itibar eder. Çocuklar, anne babalarının küçük birer örnekleridir sonuçta. O nedenle ki erkekleri, tüf kaka ilan edip, erkek milleti diye başlayan sıfatlar yükleyerek, durmadan söylenmek yerine, biz kadınlar, şapkalarımızı önümüze koyup, esaslı bir şekilde düşünmeliyiz, nedenlerini, niçinlerini erkeklerin bu insanlık dışı davranışlarının! Sağlıklı ve öz eleştirel bakabilirsek olaya, gerçeği ve hatanın nerede olduğunu, dahası kaynağını, kaynağında da kendimizi, yani kadını göreceğiz! Çocuklarımızı büyük bir aymazlıkla yanlış eğittiğimizi, eğitirken kız-erkek ayrımı yaptığımızı, oğlumuzu ayrıcalıklı yetiştirdiğimizi ve üstün kıldığımızı pek çok konuda ve ona sunduğumuz ve sağladığımız olanaklardan, kızımızı yoksun bıraktığımızı! Dolayısıyla da bu doğrultuda yetişen erkek, hayatına giren kadınlara, konumu ve yanındaki yeri ne olursa olsun, annesinden aldığı bu paye ile üstün olma çabası gösterecektir. “Erkek döver de sever de, kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin” de diyecektir, yeri geldikçe yaptığına gerekçe göstererek bu utanmaz düşünceyi. Hele ki evde, annesinin babasından dayak yediğini ve evliliklerinin bu minval üzere sürüp gittiğini gözlemlemişse o yaşa gelene dekki süreçte. Lütfen, erkekleri suçlayıp yargılamayı ve söylenmeyi bırakıp, aynayı kendimize tutalım, öncelikle kendimizi, sonrasında erkeği suçlayalım. Ve unutmayalım. Doğurmak değil, yoğurmaktır analık! .
TÜRK-KÜRT VE BAYRAM
Bayram coşkusunu hiçbir zaman gereğince yaşayamamışımdır. Bulurum hüzünlenmeye, coşkumu ketlemeye hep bir sebep kendimce. Çocukluğumda dahi, oturup ağlardım da çoğu kez, yaşayamazdım o çocuklukları, sevinçleri, tadına varamazdım o hazların. Ne bolca aldığım harçlıklar, ne güzelim, en özenilesi bayramlıklarım, ne de pek çok çocuktan daha şanslı olduğum gerçeği unutturamazdı düşlediğim hüzünlüleri. Başka çocukları düşlerdim, anne babası olmayanları, el öpemeyeceklerini, öpülemeyecek, kucaklanamayacak oluşlarını, ya da kimilerinin, bırakın bayramlık, giyecek iyi bir şeyleri dahi olmadığını. Anne babaları düşlerdim, çocuğuna bir çorap bile alamamanın acısıyla ne halde olduklarını, bayramı nasıl, ne halde kutladıklarını, neler hissettiklerini, acılarını düşlerdim ve onlar gibi ben de, tüm olanaklarıma rağmen içimde yaşayamazdım bayramları. Daha sonraları ben de bir şekilde onlardan biri olunca, yani anne ve babamı ölümle, kardeşimi bir başka şekilde kaybedişimle, daha bir yaşadım onların yıllardır yaşaya geldikleri bayramları. Bu bayram ise daha da bir başka, adına bayram bile demek gelmiyor içimden. Bayram demek kutlama demek. Bir şeylerin, başarılanların, ulaşılanların kutlanması, sevinci, hazzı demek. Evet, şükür ki bu ramazan da, yapabilenlerimiz, ibadetlerini yerine getirdiler, inançları gereği görevlerini yapmanın, sağ ve sağlıkla bayrama ulaşmanın sevinciyle bayram kutlayacaklardı. Kutlayamadılar, kutlattırılmadı sapık ruhların, sapık zihniyetlerin, dahası gözü dönmüş aç kurtların, doymak bilmez dost görünümlünün, şerefsiz, ahlâksızın, kendi canı yandığında 11 Eylülde dünyayı ayağa kaldıranın ama başka canların yandığını yıllarca görmezden gelenin, hatta keyif alnın sayesinde. Evet, biliyoruz ki özde onun sayesinde. Ve onun kendi çıkarları, erekleri, küp doldurma gayretleri ile maşa ettiği aymazların kullanılması sayesinde kutlayamadık. Yoksa Kürt kardeşlerimizin sayesinde değil. Evet, Kürt kardeşlerim diyorum. Kardeşlerimiz onlar; bilinçlileri, aklını kullanabilenleri, gerçeği görebilenleri pek tabii ki kardeşlerim. Diğerleri? Diğerlerine hiçbir sıfat bulamıyorum, hiçbir şekilde adlandıramıyorum zihniyet ve yapa geldiklerini, evet var, çok sözcük var tanımlayabilecek, adlandırabilecek ama yine de az geliyor bildiklerim ve de bir insan olarak, bir insana yakıştıramıyorum o sıfatları. Biliyoruz ki Kürtler de bir Türk boyu. Türk özde yani. Ve benim en yakın en sevdiğim arkadaşlarımdan ikisi de Kürt. Hem öyle böyle değil; baktığınız an anladığınız, gerek fizik yapısıyla, gerek aksanıyla, Türkçeyi zor konuşurluklarıyla, her şeyleriyle Kürt. Ve ben ikisini de çok seviyorum. O iri ve ormanları kıskandırası, o derin ormanların huzurunu çağrıştıran yeşil gözleriyle, o gür simsiyah saçlarıyla, Türkçe konuşurkenki şirin telaffuzları, komik oluşlarıyla bazen, çok seviyorum. Ama en çok da akılları, fikirleri, aklı başındalıklarıyla ve farkındalıklarıyla çok seviyorum. Her bayram olduğu gibi yine aradıklarında da daha bir sevdim. Üzgündüler, onların da yürekleri yanıyordu, onlar da ağlıyordu. Onlar da bayramın coşkunluğundan yoksundular. Onların da aklı almıyordu, kardeş diyemedikleri terörist diye adlandırdıkları soydaşlarının yaptıklarını ve kınıyor, üzülüyor, çok üzülüyorlardı. İstanbul’da büyük bir şirkette mühendis olarak görev yapanı: Delireceğim yahu, aklım almıyor, ne yapmaya çalışıyor bunlar, neyin savaşı, ne adına, ne vatanı, neyin bağımsızlığı, nasıl olup ta göremiyorlar nasıl bir oyunun piyonu olduklarını, nasıl oyuncak edildiklerini, kullanıldıklarını nasıl göremiyor, anlayamıyorlar hâlâ? Vatansa vatan işte. Bu yaşadığımız yer ne, bizim değil mi, hepimizin değil mi bu vatan. En güzel işte çalışıyorum, en güzel yerde yaşıyorum, kimse Kürtsün seni alamam işe demedi, kimse yaşayamazsın sen İstanbul’da senin değil buralar demedi. Kürtçeyi daha rahat konuştuğum için, Kürtçe konuştuğumda zaman zaman arkadaşlarımla, ya da memleketteki annemle telefon görüşmelerimde kimse demiyor ne diye Kürtçe konuşuyorsun diye. Tek üzüntüm göğsümü gere gere Türküm ya da Kürdüm diyememek inan. Türküm dediğimde bazıları ne Türkü sen Kürtsün düpe düz diyor, ya da o canilerle aynı kefeye koyuyor beni ve ben gibileri de ve kabul etmiyor Türklüğe. Kürdüm dediğimde, kendini bilmez, gerçeği görmezlerce senin Kürtlüğün palavra, sahte senin Kürtlüğün, deyişleri yanlarında olmayışımla, tasvip etmeyişimle yaptıklarını. Nedir bu ayrım, nedir bu çirkinlik, aynı topraklarda, aynı havayı soluyup suyunu içerek aynı bayrak altında yaşıyoruz ve kardeşçe. Nedir bu ayrı toprak, ayrı bayrak özleyişi anlamıyorum ki. Gerçi biliyorum esas arayışın esas ereğin ne olduğunu ama… İşte böle düşünüyor, böyle dillendiriyordu arkadaşım düşüncelerini. Diğeri de benzer şeyler dile getiriyordu, üçümüz de üzülüyor, üçümüz de ağlıyor, üçümüz de bayram kutlayamıyorduk. İçimi acıttı bu Kürt kardeşlerimin söylemleri, hem de çok, kanattı dahası. Siz, Türk kardeşlerim, siz neredesiniz, hangi yurt köşesinde nasıl bayram kutlamadasınız merak ediyorum doğrusu? Siz Hırat Dink’in cenazesinde hepsi ermeni olan kardeşlerim, sokaklara dökülen, hesap soran kardeşlerim, siz neredesiniz on üç yavrumuzun bayram arifesinde katledilmiş olmasına rağmen. Niye her biriniz Mehmetçik olamadınız. Niye hepiniz Mehmetçik değilsiniz? Siz medya patronları, Hırat Dink e ağıtlar yakarken her biriniz her bir kanalda, daha on üç yavrumuzun kanı kurumadan, daha toprağa vermeden, o anacıkların feryadı yanı sıra tüm ülkenin feryadı çınlamaktayken dört bir yanda, nasıl oluyor da, kadın programlarınızda göbek attırıp, eğlence programlarını devam ettirerek dansöz oynattırabiliyorsunuz? Siz Cumhuriyet yürüyüşünde birlikte olduklarımız, gururla birlikte bayrak taşıdıklarımız, her bir şehirde sokaklara sığamadıklarımız; NERELERDESİNİZ? ! !
Tüm yaratılmışlarla ilişkilerimde öncelim saygıdır.Tabiidir ki beklediğim de.Yaşam felsefem:Kendime yapılmasını istemediğim hiçbir şeyi başkasına yapmamak.Yapılmasını istediklerimi de fazlasıyla yapmaya gayret etmek.Her yaratılmışa,saygı duymasam dahi,saygılı davranmak ve olduğum gibi görünmek.Ziya Paşa ile de aynı görüşteyim: Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz,görünür kişinin rütbe-i aklu eserinde.Yazım çeşnim ise: Mektup Roman,Mektup Öykü,Deneme ve Şiir.Tüm kalem erbabı dostların kalemine kuvvet,yüreklerine en güzel ilhamları diliyorum efendim.Hazlı paylaşımlarda buluşmak dileğiyle,iyilik ve güzelliklerle kalınız.Tüm mektup ve şiir severleri,posta güvercini gurubuna bekliyorum.İYİSİMİ GELYağmursuz buğday başakları gibiyim.Kurak…Rüzgarlara meydan okuyabilirim Korkusuzca.
Bak
Tenhalaştı işte sokaklar.
Yeter nazlandığın,
Bırak bırakacaksan,
Islak gözlerini
Gözlerime bırak.
İnsanla aşk,
Kaderin çizdiği yerde birleşir.
Belki de kaderimiz bu.
İyisi mi gel.
Kapılar ardına kadar açıkken
Gel gir.
Sonra bilirsin ki
Sahipsiz ülkelere
Yabancılar yerleşir.
EN REZİLİNDE GECENİN
Kış güneşinde gizli sevdam.
Doğum öncesi sancılarla,
Ekin başakları arasında
Al gelincikler gibi kanar.
Peş peşe kurşun sıktıkça
Aramayışın yüreğime
Sokak kadınlarına pay ettim yerimi
Sonra da pişmanlığı…
Mayın tarlalarında beynimi
Kurtlar kemirdi.
En rezilinde gecenin
Kalkıp…
En derinine gömdüm kör kuyuların
Gizli sevdamı.
SEN Mİ GEÇ KALDIN,
BEN Mİ ACELE DAVRANDIM?
ŞİMDİ GİT…
OTUZ YIL ÖNCE GEL!
Öylesine, sıradan, rast gele, ama en sıcak gün. Seni beklemenin çalkantısı belki bir başlangıç, belki ertelenmiş düşlere uyanmaktı. Yaşamaktı, yaşanamamışlıkları.
Geç de olsa, yanlış da olsa, hata da olsa yaşamaktı!
Ama o gün değil, hemen değil. Ölçülmeli, tartılmalıydı önce. Uygunsa... Ondan da öte, prensipler çiğnenerek, değerler yakıp yıkılarak, onur kırılarak, aşağılanarak belki de!
Kararlı ve tutarlı davranılacaktı bu kez. Her şey göze alınacak, umursanmayacaktı hiçbir şey. Hepsinden de önemlisi, pişman olunmayacaktı, keşke denmeyecekti asla.
Bir kez. İlk olduğu muhakkak. Son mu? Bilinmez! ..
Her şey göze alındı. Kararlılıkla çıkıldı yola. Ardından yıllardır yalnızlıkla paylaşılan odaya…
Cahit Sıtkı’dan güçlü istedi ikinci kadehte ilk sevgiliyi. Ve geldi! Hiç beklenmedik bir anda. İlk sevgili değildi gerçi, ama ilk gibi ilginç, ilk gibi beklenmedik. Onun sesiyle, onun yaşıyla.
Yaşanılacak yarım kalan sevgiye, geciken sevgiliye kadeh kaldırılırken indi balyoz masanın tam orta yerine. Ömrün sonbaharının yaşandığını haykırıyordu, sahneden yankılanan ses.
Oysaki öbür kadehi tutan eller, henüz ilkbahar çiçekleri dermekteydi. Artta bırakılanlar onun önündeydi.
Alev alev buz kesti bedeni. Tabakta balık dondu beyniyle aynı anda. Kadehteki rakının alazından, yüreği yandı yüzünden önce. Söylenmese, ağladığını bile fark etmedi.
Ayaklar altında çıtırdayan güz yapraklarına filiz vermek, hayat vermek...
Umut! .. Sahte! .. Gelgeç! ..
Görmezden gelindi. Yok var sayıldı gerçeğe inat. Bahar yaşanacaktı zamana inat.
Hançer oldu, kurşun oldu, zıpkın oldu, yumruk oldu zaman, yürekle beyne aynı anda hedef alarak. İsyan etti yürek. Bedense avaz avaz. Yürek acıdı önce, bedense ardından.
Olmadı, olamadı! Utandı! Önce ondan, sonra kendinden. Yakıştıramadı da sonunda.
Tam teslim alırken özlemler alev alev, volkan volkan, dört bir yandan kurşunlar yağdırdı gerçeğin acımasız silahları. Olmadı, olamadı! ..
Ve hiç tereddütsüz, iyice inanıldı ki, insan neyse o. Ne kadar uğraşırsa uğraşsın, olmuyor, yırtamıyor büründüğü gömleği, yıkamıyor özenle ördüğü duvarları; değişemiyor kısası! Zaman zaman ufak da olsa, değişimler yaşar gibi olsa da, olmadığını olamayacağını görüyor her defasında.
Daha öncekiler, teşebbüsten öte gidemedi. Kiminde bir adım, kiminde o tek bir adımı bile atamadan donup kalmak. Ya da daha geri gitmekle sonuçlandı hep.
Bu defa başkaydı. İlk kez, kararlı bir adım, ardından koşar adım...
Olmuyor! Olamıyordu! Olmadı işte!
Kusura bakma güzel yürekli genç adam.
Şimdi git. Otuz yıl önce gel!
Ama mutlaka gel. Çünkü beklenen sendin!
Hoş geldin.
Lâkin…
Çok geç geldin be güzelim! ..
ÇOK GEÇ GELDİN! ..
PROF. TÜRKAN SAYLAN BİLE! ..
Gazetelerde, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı Sayın Saylan’ın açıklamasını okuyanların pek çoğu eminim ki bir hayli hayrete düşüp, -Hadi canım, yok artık- demişler ve bir müddet donup kalmışlardır.
Maalesef ve maalesef durum sanıldığı gibi değil. Yani sadece yoksunlukları olan kadınlar değil dayak yemekte olan. Ve o baygınlık getiren ve uyutan, zaman zaman da düzeysizleşen kadın programlarının bir yararlı yanı, kadın gerçeğinin bu boyutunu, hem de çok vahim, çok ibret verici bu boyutunu gözler önüne sermesi.
Orada, cahil cesareti mi dersiniz, çaresizliğin hat safhası mı bilemem, bardağın haddinden fazla taşması, maddi ve eğitim yoksunluğu, ailevi ve yöresel kurallar, töreler, dile getirilmesine, sergilenmesine sebebiyet veriyor, ellerinden tutabilecek güvenilesi tek seçenek görülüyor sanırım.
Ya söylenemeyenler; saygınlıkları, kariyerleri, imajları, konumları v.b. pek çok nedenle söylenemeyenler…
Kocasının soyadıyla ancak toplumda bir yer edinebildiği, saygınlık kazanabileceği için, ya da sağladığı maddi olanakları, o rahat hayatı kaybetmekten korkup, her şeye katlanan ve söylemeyenler.
Onurları nedeniyle, maddi ya da kişisel yeterlilikleri, kendi soy adlarının yeterliği ve yeterli saygınlığı ve de tek başlarına da, bastıkları yerlere sağlam basabileceklerinin inanç ve güvenciyle, daha ilk tokatta çekip giden veya tehditler, aileden kabul görmeme, her ne koşulda olursa olsun çocuklarının yanında olmak adına gidemeyen ve söyleyemeyen, susan yüzlerce kadın var inanın!
Peki, niye bu erkeklerin dayak sapkınlığı? Bilinçsizlik, cahillik, eğitimsizlik nedeniyle aşağılık duygularını baskılamak adına, kadına üstünlük sağlama içgüdüsüyle, bilinçaltı bir davranış dışa vurumu diyeceğim ama diyemiyorum. Çünkü okuryazar dahi olmayanla, birkaç üniversite bitirmişi, bu konuda yan yana geldiğinde eşitleniyorlar. Demek ki, bu konuda tahsil bir şey vermiyor erkeğe; terbiye de gerekiyor yanı sıra. Kısası, terbiye meselesi bu demek ki. Terbiye de eğitimle sağlanır. Okulların verdiği öğrenim sadece, eğitim değil. Dolayısıyla da hangi okulun bitirildiği, ya da kaç okul bitirildiğinin hiçbir önemi yok bu konuda.
Temelsiz bina ne kadar sağlıklıysa, temelsiz eğitim de o kadar sağlıklıdır. Ve temel eğitimin okulu yoktur. Temel eğitim evde ve de ailede, hele ki annededir. Çocuk söylenenlere değil, gördüklerine, yaşadıklarına itibar eder. Çocuklar, anne babalarının küçük birer örnekleridir sonuçta.
O nedenle ki erkekleri, tüf kaka ilan edip, erkek milleti diye başlayan sıfatlar yükleyerek, durmadan söylenmek yerine, biz kadınlar, şapkalarımızı önümüze koyup, esaslı bir şekilde düşünmeliyiz, nedenlerini, niçinlerini erkeklerin bu insanlık dışı davranışlarının!
Sağlıklı ve öz eleştirel bakabilirsek olaya, gerçeği ve hatanın nerede olduğunu, dahası kaynağını, kaynağında da kendimizi, yani kadını göreceğiz!
Çocuklarımızı büyük bir aymazlıkla yanlış eğittiğimizi, eğitirken kız-erkek ayrımı yaptığımızı, oğlumuzu ayrıcalıklı yetiştirdiğimizi ve üstün kıldığımızı pek çok konuda ve ona sunduğumuz ve sağladığımız olanaklardan, kızımızı yoksun bıraktığımızı!
Dolayısıyla da bu doğrultuda yetişen erkek, hayatına giren kadınlara, konumu ve yanındaki yeri ne olursa olsun, annesinden aldığı bu paye ile üstün olma çabası gösterecektir.
“Erkek döver de sever de, kadının sırtından sopayı, karnından sıpayı eksik etmeyeceksin” de diyecektir, yeri geldikçe yaptığına gerekçe göstererek bu utanmaz düşünceyi. Hele ki evde, annesinin babasından dayak yediğini ve evliliklerinin bu minval üzere sürüp gittiğini gözlemlemişse o yaşa gelene dekki süreçte.
Lütfen, erkekleri suçlayıp yargılamayı ve söylenmeyi bırakıp, aynayı kendimize tutalım, öncelikle kendimizi, sonrasında erkeği suçlayalım.
Ve unutmayalım.
Doğurmak değil, yoğurmaktır analık!
.
TÜRK-KÜRT VE BAYRAM
Bayram coşkusunu hiçbir zaman gereğince yaşayamamışımdır. Bulurum hüzünlenmeye, coşkumu ketlemeye hep bir sebep kendimce. Çocukluğumda dahi, oturup ağlardım da çoğu kez, yaşayamazdım o çocuklukları, sevinçleri, tadına varamazdım o hazların. Ne bolca aldığım harçlıklar, ne güzelim, en özenilesi bayramlıklarım, ne de pek çok çocuktan daha şanslı olduğum gerçeği unutturamazdı düşlediğim hüzünlüleri.
Başka çocukları düşlerdim, anne babası olmayanları, el öpemeyeceklerini, öpülemeyecek, kucaklanamayacak oluşlarını, ya da kimilerinin, bırakın bayramlık, giyecek iyi bir şeyleri dahi olmadığını. Anne babaları düşlerdim, çocuğuna bir çorap bile alamamanın acısıyla ne halde olduklarını, bayramı nasıl, ne halde kutladıklarını, neler hissettiklerini, acılarını düşlerdim ve onlar gibi ben de, tüm olanaklarıma rağmen içimde yaşayamazdım bayramları.
Daha sonraları ben de bir şekilde onlardan biri olunca, yani anne ve babamı ölümle, kardeşimi bir başka şekilde kaybedişimle, daha bir yaşadım onların yıllardır yaşaya geldikleri bayramları.
Bu bayram ise daha da bir başka, adına bayram bile demek gelmiyor içimden. Bayram demek kutlama demek. Bir şeylerin, başarılanların, ulaşılanların kutlanması, sevinci, hazzı demek. Evet, şükür ki bu ramazan da, yapabilenlerimiz, ibadetlerini yerine getirdiler, inançları gereği görevlerini yapmanın, sağ ve sağlıkla bayrama ulaşmanın sevinciyle bayram kutlayacaklardı.
Kutlayamadılar, kutlattırılmadı sapık ruhların, sapık zihniyetlerin, dahası gözü dönmüş aç kurtların, doymak bilmez dost görünümlünün, şerefsiz, ahlâksızın, kendi canı yandığında 11 Eylülde dünyayı ayağa kaldıranın ama başka canların yandığını yıllarca görmezden gelenin, hatta keyif alnın sayesinde.
Evet, biliyoruz ki özde onun sayesinde. Ve onun kendi çıkarları, erekleri, küp doldurma gayretleri ile maşa ettiği aymazların kullanılması sayesinde kutlayamadık. Yoksa Kürt kardeşlerimizin sayesinde değil.
Evet, Kürt kardeşlerim diyorum. Kardeşlerimiz onlar; bilinçlileri, aklını kullanabilenleri, gerçeği görebilenleri pek tabii ki kardeşlerim. Diğerleri? Diğerlerine hiçbir sıfat bulamıyorum, hiçbir şekilde adlandıramıyorum zihniyet ve yapa geldiklerini, evet var, çok sözcük var tanımlayabilecek, adlandırabilecek ama yine de az geliyor bildiklerim ve de bir insan olarak, bir insana yakıştıramıyorum o sıfatları.
Biliyoruz ki Kürtler de bir Türk boyu. Türk özde yani. Ve benim en yakın en sevdiğim arkadaşlarımdan ikisi de Kürt. Hem öyle böyle değil; baktığınız an anladığınız, gerek fizik yapısıyla, gerek aksanıyla, Türkçeyi zor konuşurluklarıyla, her şeyleriyle Kürt. Ve ben ikisini de çok seviyorum. O iri ve ormanları kıskandırası, o derin ormanların huzurunu çağrıştıran yeşil gözleriyle, o gür simsiyah saçlarıyla, Türkçe konuşurkenki şirin telaffuzları, komik oluşlarıyla bazen, çok seviyorum. Ama en çok da akılları, fikirleri, aklı başındalıklarıyla ve farkındalıklarıyla çok seviyorum.
Her bayram olduğu gibi yine aradıklarında da daha bir sevdim. Üzgündüler, onların da yürekleri yanıyordu, onlar da ağlıyordu. Onlar da bayramın coşkunluğundan yoksundular. Onların da aklı almıyordu, kardeş diyemedikleri terörist diye adlandırdıkları soydaşlarının yaptıklarını ve kınıyor, üzülüyor, çok üzülüyorlardı.
İstanbul’da büyük bir şirkette mühendis olarak görev yapanı: Delireceğim yahu, aklım almıyor, ne yapmaya çalışıyor bunlar, neyin savaşı, ne adına, ne vatanı, neyin bağımsızlığı, nasıl olup ta göremiyorlar nasıl bir oyunun piyonu olduklarını, nasıl oyuncak edildiklerini, kullanıldıklarını nasıl göremiyor, anlayamıyorlar hâlâ? Vatansa vatan işte. Bu yaşadığımız yer ne, bizim değil mi, hepimizin değil mi bu vatan. En güzel işte çalışıyorum, en güzel yerde yaşıyorum, kimse Kürtsün seni alamam işe demedi, kimse yaşayamazsın sen İstanbul’da senin değil buralar demedi. Kürtçeyi daha rahat konuştuğum için, Kürtçe konuştuğumda zaman zaman arkadaşlarımla, ya da memleketteki annemle telefon görüşmelerimde kimse demiyor ne diye Kürtçe konuşuyorsun diye. Tek üzüntüm göğsümü gere gere Türküm ya da Kürdüm diyememek inan. Türküm dediğimde bazıları ne Türkü sen Kürtsün düpe düz diyor, ya da o canilerle aynı kefeye koyuyor beni ve ben gibileri de ve kabul etmiyor Türklüğe. Kürdüm dediğimde, kendini bilmez, gerçeği görmezlerce senin Kürtlüğün palavra, sahte senin Kürtlüğün, deyişleri yanlarında olmayışımla, tasvip etmeyişimle yaptıklarını. Nedir bu ayrım, nedir bu çirkinlik, aynı topraklarda, aynı havayı soluyup suyunu içerek aynı bayrak altında yaşıyoruz ve kardeşçe. Nedir bu ayrı toprak, ayrı bayrak özleyişi anlamıyorum ki. Gerçi biliyorum esas arayışın esas ereğin ne olduğunu ama…
İşte böle düşünüyor, böyle dillendiriyordu arkadaşım düşüncelerini. Diğeri de benzer şeyler dile getiriyordu, üçümüz de üzülüyor, üçümüz de ağlıyor, üçümüz de bayram kutlayamıyorduk.
İçimi acıttı bu Kürt kardeşlerimin söylemleri, hem de çok, kanattı dahası.
Siz, Türk kardeşlerim, siz neredesiniz, hangi yurt köşesinde nasıl bayram kutlamadasınız merak ediyorum doğrusu?
Siz Hırat Dink’in cenazesinde hepsi ermeni olan kardeşlerim, sokaklara dökülen, hesap soran kardeşlerim, siz neredesiniz on üç yavrumuzun bayram arifesinde katledilmiş olmasına rağmen. Niye her biriniz Mehmetçik olamadınız. Niye hepiniz Mehmetçik değilsiniz?
Siz medya patronları, Hırat Dink e ağıtlar yakarken her biriniz her bir kanalda, daha on üç yavrumuzun kanı kurumadan, daha toprağa vermeden, o anacıkların feryadı yanı sıra tüm ülkenin feryadı çınlamaktayken dört bir yanda, nasıl oluyor da, kadın programlarınızda göbek attırıp, eğlence programlarını devam ettirerek dansöz oynattırabiliyorsunuz?
Siz Cumhuriyet yürüyüşünde birlikte olduklarımız, gururla birlikte bayrak taşıdıklarımız, her bir şehirde sokaklara sığamadıklarımız;
NERELERDESİNİZ? ! !