İnsan rastgele ulu orta konuşmamalıdır / yazmamalıdır. Konuşmanın da / yazmanında bir ölçüsü olmalıdır. Düşünmeden konuşmak/ yazmak insanı zor durumda bırakabiliyor. Karşımızdaki insanları incitmemek ve dost kazanmak için sözlerimize / yazılarımıza dikkat etmemiz gerekir. Söylediğimiz sözün, yazdığımız yazının sonuclarının nereye gittiğini düşünmeden rastgele konuşan ve yazan insanlar toplum içersinde saygınlık kazanamazlar. Sözünü sohbetini bilen, konuşmalarını düşünerek dikkatle sürdüren ve bunları yazıya döken insanlar toplumun saygın kişileri olurlar. Düşünmeden yapılan sohbetler yazılan yazılar karşı tepki ile sonuçlanır. Bu tip davranışlarda bulunanlara tepki göstermemek ona cevap vermemek aman bana ne demek onu cesaretlendirir ve bu cüretini daha ileri boyutlara taşır. Düşünülmeden söylenenlerden /yazılanlardan sonra, ' ah keşke söylemeseydim / yazmasaydım ' diyerek pişmanlık duymaktansa söylenecek sözü yazılacak yazıyı ölçüp–biçip– tartmak daha iyi sonuç verecektir. Öyleyse anında hemen düşünebilmek, kararlı olmak, doğruyu seçip yerinde konuşabilmek ve yazabilmek önem taşımaktadır. Bu da kendini yetiştirmeye, eğitilmiş olmaya bağlıdır. Konuşmalarımızın, sözlerimizin, sohbetlerimizin güzel olmasına,yazılarımızın doğruluğuna dikkat etmeliyiz.. ' Ağzından bal akan ' bir insan olmak ne güzeldir. Bu da elbette ki kendinizi yetiştirmekle olur. Yani bu bir eğitilme işidir. Bu konuda ARİSTO ne güzel söylemiş: ' Akıllı insan düşündüğü her şeyi söylemez, fakat söyleyeceği her sözü düşünür ' demiş. Buna şahsen ben ‘’ Akıllı insan okuğu her şeyi yazmaz, fakat yazacağı her şeyi düşünür ‘’ diyede bir ilave de bulunmak istiyorum…. Güzel konuşmaya çalışmak, sözünü sohbetini bilen insan olmak, düşünerek söylemeyi başarabilmek için çocukluktan başlayarak gençlik süresince planlı – bilinçli, özenli dikkatli hareket etmek ve bu tutumu ömür boyu devam ettirmek gerekir. Ağza alınmaması gereken, insana yakışmayan çirkin sözlerden ve yazılardan uzak durmalıyız.. En büyük erdemlik, söyleyeceğiniz sözün,yazdığımız yazıların sonuçta ne vereceğini düşünebilmeye alışmış olmaktır. Çünkü söz ile, kalem ile beyin bütünleşince 'zeka' gelişir, 'akıl' ortaya çıkar. Fikirlerimizde, sunumlarımızda hataya düşmemek için önce düşünüp sonra konuşmaya ve yazmaya alışmış olmalıyız. Kafası çalışan insanlar önce düşünen, ne söyleyeceğini bilen insanlardır. Çevremizdeki, ekrandaki insanlara karşı davranışlarımızla her zaman alçak gönüllü ve saygılı olmaya gayret etmeliyiz. Düşünmeden konuşursak çok şey kaybederiz. Kazanmak için düşünerek konuşalım, yazalım. Eger bunu başaramazsak, Herkes bizden uzaklaşır. Çarşıdan pazardan yiyecek giyecek ve her türlü eşyayı alırken gösterdiğiniz 'seçme,' titizliğine, beğenme özentisine olan ilgimizi ' sözlerimize ve yazdıklarımıza ' da göstermeliyiz…
TÜM ARKADAŞLARIMA SAYGI VE SEVGİLERİMLE…
Kızmaya Zaman Yetmez! ! Bugün... Evet, evet. Bugün, kızgın olduğunuz kim varsa karşısına geçin. Onun suratına dikkatle bakın. Ta, gözlerinin içine. Minicik pırıltıları yakalamaya, ifadeleri çözmeye çalışın, gözbebeklerinde SON DEFA! ! Ve onun gözlerinden ayırmadan gözlerinizi, şu sözü hatırlayın: O, çok kısa bir zaman sonra ÖLECEK! Sizin için çok kısa zaman ne demektir? Üç gün! .. Üç gün sonra öleceğini biliyorsunuz artık onun; ama o bilmiyor. Davranışınız değişir mi ona karşı? Üç gün sonra ölecek bir yakınınız sizi kızdırabilir mi? Veya ona kızdığınız hadise gercekten kızmaya değer mi? Üç gün çok mu kısa? .. Onun gönlünü bile almaya yetmez mi? O zaman otuz gün sonra onun ' bir daha gönlünü alamayacağınız uzaklığa' taşınacağını düşünün. Kabri başında oturup ağlamak mı, yoksa dizi dibinde oturup konuşmak mı daha kolay, daha az can acıtıcı? ? ? ? Bırakalım hadi üç günü, otuz günü... O insanın üçyüz, hadi üçbin gün sonra Öleceğini hesap edin. Çok mu uzun! ... Bitmeyecek kadar mı? .. Bugün... Evet bugün bir görünmez gözlük takın gözünüze ve çevrenize onunla bakın. Ailenizdeki insanlara bu gözlükle bakın... Okuldaki veya işyerindeki arkadaşlarınıza bu gözlükle bakın. Ve hatta bu yazıyı, o gözlükle okuyun; YARIN YOK Bugün herkese, her yere ve her şeye dikkatle bakın... AYNALARA BİLE! ! HAYAT, KIZMAK İÇİN ÇOK KISA! ! ! ...
BİR YAŞIN ANATOMİSİ
İnsan 5 yaşına gelmeden anlıyor; açlığın öldürdüğünü, soğuğun dondurduğunu, ateşin yaktığını... Sevgisizliğin insanın canını acıttığını... Duyguları, nesneleri, kişileri, çevresini tanıyor. Her şey ona çok büyük görünüyor: Ev, masa, anne, baba... 10'una gelmeden oyunla, sayılarla, harflerle tanışıyor. Azgın bir iştahla öğreniyor. Kız ya da erkek olduğunu fark ediyor. Dünyanın evde, okulda kendisine anlatılandan da büyük olduğunun ayırdına varıyor. *** 15'inde, tam da en çok kendini sevdireceği çağda, sivilcelenen yüzünden, değişen bedeninden utanırken aşkı keşfediyor. Dış dünya kadar iç dünyanın da büyük salonları ve kendisinin bile bilmediği odaları olduğunu, açıldıkça o odalardan devasa bahçelere çıkıldığını hissediyor, büyüleniyor. Şarkıların içinde sevdalar gezdirdiğini, şiirin her türden hasreti dindirdiğini anlıyor. Aşk acısını öğreniyor. Yine de seviyor; ille seviyor, inadına seviyor. 20'sinde putlarını yıkıyor, başkaldırıyor, kanatlanıyor. Her şey ona küçük görünüyor: Ev, masa, anne, baba... 'Dünya küçükmüş; büyük olan benim' efelenmeleri başlıyor. Lakin dünya bunu bilmiyor. O yüzden 20'ler çoğu zaman hayal kırıklıklarıyla geliyor. *** 25'inde ayaklar biraz yere değiyor. Okul bitiyor, iş telaşı başlıyor. Sınıfta öğrenilenlerin akı, sokaktaki gerçeklerin karasına çarpıp grileşiyor. Yolu hızlı gelenler çabuk yorularak, sevdiğini bulanlarsa kalbinden vurularak evleniyor genelde... 5 yıl önce uzak bir ülke olan 'istikbal', daha yakına geliyor. 'Bir denizde yangın çıkarma' hayali erteleniyor. 'Dünya zor'laşıyor. *** 30'unda muhasebeye başlıyor insan: 'Dünya hâlâ beni tanımadı, üstelik galiba ben de dünyayı tam tanımıyorum' dönemi... Mevcut bilgilerin sorgu yeri... Kuşkunun beyliği... Tehlikeli yaşlar: 'Bunun nesine hayran oldum ki ben' pişmanlıkları, 'Hakkımı yediler' sızlanmaları, sırta saplanan hançerler, çelmeler, dost kazıkları, ağır ağır olgunlaştırıyor insanı... *** 35, yolun yarısı... Hiç okul asmadan, evden kaçmadan, bir terasta sevdiğiyle öpüşüp bir çadırda uyanmadan 20'sine gelenler için gecikmiş telafi çağları... Daha önce hiç yüz verilmemiş ana-babaların sözüne yeniden kulak kabartılan yaşlar... Olgunluğun karasuları... 40'ında eski kotlar dar gelmeye, saçlara ak düşmeye, aile büyükleri yaşlanıp ölmeye başladığında bocalıyor insan... Panik, kadınları kuaföre sürüklüyor, erkekleri araba galerilerine; ve ikisini birden yeni sevda hayallerine... Yiten gençliğe, boyalı saçlarla, içe çekilen karınlarla, kırmızı arabalarla çare aranıyor. *** 45'inde 'istikbal' denilen o uzak ülkenin toprağına ayak basıyor insan... Hem ölüm yarınmış gibi, hem hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamasını öğreniyor. Eski dostlar, hatıralar kıymete biniyor. Didişmenin yerini sükûnet, böbürlenmenin yerini nedamet, kinin yerini merhamet alıyor. 'Keşke'ler 'iyi ki'lerle, hırslar hazlarla yer değiştiriyor. Bu dünyayı silkelemekten, daha iyi bir dünya için kavga vermekten vazgeçmeseniz de, öbür dünya umuduna da kulak kabartıyorsunuz, ara sıra... *** Genellenemez tabii bunlar
HAYATINIZDA BÖYLE BİRİ VAR MI?
Sizi sizin kadar taniyan biri; sizi düsünen, düsünmeyi ögrenmis, sakin, uslu, efendi, oturmayi kalkmayi bilen, sevmeden edemediginiz biri. Size sizi anlatmayi seven, sizi baskalarina anlatmayi her seyden çok seven, sizin için çok sey yapmaya hazir biri. Bazen biraz fazla konustugundan yakindiginiz ama ne söyledigini bildiginden hep emin oldugunuz, sizi tanidigi kadar kendini ve hayati da taniyan biri. Bazen düsüncesine siddetle ihtiyaç duydugunuz biri. Sabahin üçünde ayip olur mu diye endiselenmeden arayabildiginiz ve üçüne besine bakmadan size duymaniz gerekenleri söyleyen, gecenin o karanliginda kalkip isigi yakan, masanin basina geçen biri. Kaleminiz-kagidiniz, aynaniz, saatiniz, kravatiniz olan, bazen gölgeniz olan biri. Ve bazen vicdaniniz, eh bazen de uykusuz biraktiginiz için, vicdan azabiniz olan biri…; Hayatinizda böyle biri var mi? Varsa kiymetini bilin. Haftanin kaç günü kafaniza bir sey takmiyor ve keyfinizce yasiyorsunuz? Hiç diyenler, kaybetti. Iki gün diyenler, yaklasti. Cumartesi ve Pazar diyenler, bilemedi. Gerçekten böyle iki gün var! Bir tanesinin adi, dün. Hatalar, acilar, yanlis anlamalar. Oysa onlar geçti, gitti, geçmiste kaldi. Zamani geriye döndürmeye imkan yok. Dünyanin bütün parasini yan yana getirin, bir dakika önceye dönemezsiniz. Yaptiginiz hiçbir hareketi aynen geri alamazsiniz. Ettiginiz hiçbir lafi silemezsiniz. Dün dündü bitti. Kafaniza takmayacaginiz ikinci günün adi, yarin! Yarini bugünden kontrol altina alamazsiniz. Yarin günes dogacak elbette. Ama piril piril mi dogar, bulutlarin arasindan mi çikar, bugünden bilemezsiniz. Geriye tek bir gün kaliyor: Bugün! Bir gün hayatla mücadele edecek güç, hepimizde var. Güç ne zaman tükeniyor? Dünü ve yarini isin içine kattiginizda. Günü yasayin!
Hani, diyorum da, insanin gerçekten mükemmel bir dostu olsa...
'Onu', söyle, içine sindire-sindire, kocaman bir sarılsa... yok. Yüreklilikle söylediğiniz... 'Canim benim! dediğiniz... Telefonda bile saatlerce konuştuğunuz, sıcacık biri... özlediğinizde, hayal kurduğunuzda yanınızda o var mi? Sizi hiç yalnız bırakmayan biri... Cesur, sempatik, azimli, kararli... Arayan, soran,'Seni özlüyorum'diyen biri. Böyle bir canli ile her seyi konusabilir, paylasabilirsiniz. Yaniltmaz! Anlayisla karsilar her seyi... Hatalari, günahlari-sevaplari, her bir seyi konusabilirsiniz onunla. bir arayis icinde olmaniza gerek yoktur. O kendiliginden cika gelir zaten. Bir gün bir bakarsiniz karsinizda... Bir de bakmisiniz simsicak sohbetler, derin konular, sirlar, paylasimlar... Kimseye söyleyemediginizi, en yakininiza anlatamadignizi, gecmisteki izleri, gelecegedairlerinizi, sadece ona anlatir olursunuz. Kadin, erkek Bir dost bulun! Ama gercek olsun. Aradiginda isinizi degil, sizi soran... Kötü gününüzde ev sahibi, iyi gününüzde kiraciniz olsun. Anlatsin, konussun, acik-secik, korkmadan yasasin. Güvensin! Cinsiyeti olmasin! Bir kartal kadar hasin, bir maymun kadar saklaban, bir ceylan kadar narin olsun. Dogrulari söylesin. degil gözleriyle ve kalpten konussun. Yasasin! Doya-doya yasasin, doya-doya yasatsin. Beyninden degil, yüreginden versin. 'Olsun varsin! Paylasirim.' desin. Bir dostunuz olsun. Sizi ve benliginizdekileri paylassin... Dost olsun! Ama... Gercek bir dost... D O ST Ç A K A L I N......... CAN DÜNDAR
Bir gün bunalırsan ve sıkıntını paylaşmak istersen Beni ara... İki elim kanda olsa gelirim,sıkıntını yok ederim...
Bir gün ağlayacak gibi olursan da Ara beni... Seni belki güldüremem ama,seninle birlikte ağlayabilirim...
Bir gün uzaklara kaçmak istersen Beni aramaktan çekinme... Seni belki durduramam ama,seninle birlikte koşabilirim...
Bir gün yüksek bir köprüden atlamaya kalkarsan da Ara beni... Seninle birlikte atlayamam ama, aşağıda bekler seni tutabilirim...
Bir gün herhangi bir konuda kararsız kalırsan Ara beni... Seni senden fazla düşünür, sana fikirler verebilirim...
Bir gün beni üzdüğünü düşünürsen de çekinme Yine ara beni.. Göreceksin, sana kıyamam,kızamam, üzemem seni...
Bir gün beni arasan ve benden bir karşılık alamazsan... Söz ver; O zaman sen ulaşmalısın bana.
Yalnızlığa dayanırım da, birbaşınalığa asla. Yaşlanmak hoş değil duvarlara baka baka. Bir dost göz arayışıyla. Saat tıkırtısıyla... Korkmam, geçinip gideriz biz mutluluğuyla, Ama; 'Günün aydın,akşamın iyi olsun' diyen biri olmalı bir telefon sesi çalmalı arasıra da olsa kulağımda. Yoksa, Zor degil, hiç zor değil, demli çayı bardakta karıştırıp, bir başına yudumlamak doyasıya, Ama: 'Çaya kaç şeker alırsın? ' Diye soran bir ses olmalı ya ara sıra...
Gel yanıma sokul biraz, korkma Öyle mahzun durup üzme beni Acılarını, dertlerini, umutlarını anlat Yemin can kulağıyla dinleyeceğim seni.
Ben de çok acılar çektim dostum Hem de ne acılar... bilemezsin Hiç faydasını görmedim hayata küsmenin Böyle suskun olursan kendine edersin
Bilirim yürekten, ta derinden dertlisin Belki bırakıp gitti canın gibi sevdiğin, Belki de ihanete uğradın hiç beklemediğin Anlat haydi anlat, sırdaşın olurum senin.
Kimse için gözyaşı dökmeğe deymez Silkin biraz, rahatla, kendine gel Bedbaht olmakla hiçbir şey düzelmez Anlat haydi anlat, sırdaşın olurum senin.
“Erkeğe ağlamak yakışmaz” derler Buna inanmadığımı bilmeni isterim Ancak erkekler ağlasalar da söylerler Anlat haydi anlat, sırdaşın olurum senin.
Hem neyi düzelteceksin ki böyle Düzen aynı düzen, dünya kavanoz dipli Yeter artık! susma, bir şeyler söyle Anlat haydi anlat, sırdaşın olurum senin.
BİR DOST Saate bakmaksızın kapısını çalabileceği bir dostu olmalı insanın... “Nereden çıktın bu vakitte” dememeli, Bir gece yarısı telaşla yataktan fırladığında; Gözünün dilini bilmeli, dinlemeli, somadan söylemeden anlamalı... Arka bahçede varlığını sezdirmeden, Mütemadiyen dikilen vefalı bir ağaç gibi köklenmeli hayatında; Sen her daim onun orada olduğunu hissetmelisin İhtiyaç duyduğunda gidip müşfik gövdesine yaslanabilmeli, Kavuklarına saklanabilmelisin Kucaklamalı seni güvenli kollarıyla, Dalları bitkin başına omuz, Yaprakları kanayan ruhuna merhem olmalı... En mahrem sırlarını verebilmeli, En derin yaralarını açıp gösterebilmelisin; Gölgesinde serinlemelisin sorgusuz sualsiz. Onca dalkavuk arasında bir tek o, Sözünü eğip bükmeden söylemeli, Yanlış anlaşılmayacağını bilmeli Alkışlandığında değil sadece; Asıl yuhalandığın da yanında durup koluna girebilmeli Övmeli alem içinde, baş başayken sövmeli Ve sen, öyle güvenmelisin ki ona övdüğünde de sövdüğünde de Bunun iyilikten olduğunu bilmelisin. Teklifsiz kefili olmalı hatalarının; Günahlarının yegane sahibi. Seni senden iyi bilen sana senden çok güvenen bir sırdaş, Göz bebekleri bulutlandığında, fırtınayı sezebilmelisin. Ve sen ağladığında onun gözlerinden gelmeli yaş... Yıllarca aynı ip üstünde çalışmış, İki trapezci gibi güvenle kenetlenmeli elleri... Parkurun bütün zorluklarına rağmen Dostluğumuzu koruyabildik, Acıları birlikte göğüsledik ya; Yenildik sayılmayız diyebilmeli... Issızlığın yalnızlığın en koyulaştığı anda, Küçücük bir kağıda yazdığımız Kısa ama ümit var bir yazıyı Yüreğe benzer bir taşa bağlayıp Birbirimizin camından içeri atabilmeliyiz. Bunu da aşacağız! Bir Dost
İşlerim cok. Başka hicbir şeye bakamıyorum.'
Bu lafı bir kişiden daha duyarsam, buyuk ihtimalle katil olacağım. Mailime iki satır bile cevap yazmayanlar 'cok yoğun'; bir şey anlatmak icin soz verip haftalarca sesi cıkmayanlar 'cok yoğun'; benden başka herkes ama herkes cok yoğun. 'Aaa tabii; onun icin konuşmak kolay. Evde oturup yazıyor sadece. Calışmaktan haberi yok.' İstesem ben de 'cok yoğun' olabilirim. 'Bugun şunu yetiştirmem lazım; yarın şuraya gidip yazı konusu bulmam lazım, birkac ay icinde romanımı bitirme planım var, sarkmaması lazım, o lazım, bu lazım...' Hayatı boşvermek istedikten sonra 'yoğun' olmaktan kolay mazeret yok ki. Hatta sadece yemek pişirip, alışverişe cıkıp, dizi izleyip yaşayarak da 'yoğun' olabilirsiniz. 'Sinemaya gidemem ki, bugun temizlik yapacağım.' E yapma. 'Ay seni arayacaktım, hep aklımdasın ama işlerden başımı kaldıramıyorum ki...' Kâinatın en sacma ve zekâ ozurlu mazereti. Yani 'kafama ucan daire duştu, hastanedeydim' deseniz daha inandırıcı olur. Normalde hic kimse hayatının 24 saatini calışarak gecirmez. En azından yemek yemek, uyumak ve tuvalete gitmek icin ara vermeniz gerekir. Ve bu aralarda sevdiğiniz insanlarla en azından telefonda konuşabilirsiniz, değil mi? Ben bir insana vakit ayırmamanın mazereti olarak 'cok calışıyorum'u kesinlikle kabul etmiyorum. Eğer biriyle aylarca goruşmuyor ve 'işlerim var, ondan' diyorsanız, bunun iki anlamı vardır: a) Ben aynı anda iki işi yapamam. Doğal olarak calışırken araya kimseyi katamam. Merdiven cıkarken ciklet de ciğneyemem. Hayatım allak bullaktır. Zaman nasıl değerlendirilir bilmiyorum. b) Seninle goruşmek istemiyorum. c) Ciddi anlamda işlerim yuzunden goruşemediğimizi sanıyorum. Bu mazerete gercekten inanmışım. Kimi kandırıyorum ki? (Son şıkkı kabul edecek babayiğit pek bulunmaz.) Ve hic kimse beni birinci şıkka inandıramaz. Cunku biriyle goruşmek isterseniz, mutlaka vakit ayırırsınız. Bu aralar ust uste birkac kişiyle bu 'cok calışıyorum da; başka bir şeye bakamıyorum' muhabbetini yaşadım; konuya o yuzden taktım. Bir insandan ornek vereceğim. Şu an icin kendimi ornek veremem cunku 'evde calışan yazar' olduğum icin kimsenin beni iş konusunda ciddiye aldığı yok. Neyse canım, bana ne? Ben yazıyor muyum? Yazıyorum. Paramı alıyor muyum? Alıyorum. Gerisi beni hic ilgilendirmiyor. Ama şunu da belirtmem gerek. Oğrencilik hayatım boyunca hicbir zaman derslerin, sınavların, calışmaların, zevklerimin onune gecmesine izin vermedim. Benim icin okul her zaman ikinci plandaydı. Eğer cok sevdiğim bir film oynuyorsa, yarınki sınava calışmayı birkac saat sonrasına erteledim ve filmi izledim; canım ertesi gunu odev yetiştirmeye oturmadan once gezmek istediyse cıkıp gezdim; ders calışmayı planladığım gece bir arkadaşım 'haydi sinemaya gidelim' dediyse herşeyi olduğu gibi bırakıp sinemaya gittim. Cunku benim icin 'sevdiğim insanlar' ve 'kendime vakit ayırdığım hayatım' herşeyden onemliydi. Hayatımda hic kimseyi 'calışmam gerek' diye geri cevirmedim. Bir arkadaşa 'hayır, eve gideceğim' dediysem, bu o anda eve gitmek istememden başka bir sebebe asla dayanmadı. En onemli işin başında da olsam, bir dostum 'seninle konuşmaya ihtiyacım var' dediğinde ben tum işleri bırakırım. Cunku hicbir şey, cevrenizdeki sevgi ve sahip olduğunuz yureklerden daha onemli olamaz. Hayat kısacık, acayip bir şey. Hırslarla, kıskanclıklarla ve eşek gibi calışmakla bitirilemeyecek kadar da değerli. Elbette boş boş oturun demiyorum. Cunku hayat aynı şekilde, boş boş oturulmayacak kadar da değerli. Ama iş dediğiniz şey, sevdiklerinizle, kendinizle, hobilerinizle gecireceğiniz zamanın tamamını calıyorsa, inanın bunda buyuk bir terslik vardır. Kendini calışmaya ciddi bir bicimde adayan ve sevdiklerine zaman ayıramayacak kadar işlerine gomulmeyi kendi ozgur iradesiyle secen kişiler de var tabii. Ben boylelerinin asla evlenmemesi gerektiğini duşunuyorum. Ve bu, kesinlikle tahammul edebileceğim bir kişilik tarzı değil. Neyse, geceyim ornek kişime: Ben ortaokul hayatım boyunca Soma'da yaşadım. (Oradaki hayatım da alemdi aslında. Bir ara onu da yazayım...) Anlatacağım kişi, bir arkadaşımın babası. (Ailecek de goruşuyorduk; aynı apartmandaydık.) Adam her sabah en gec altıda işe gitmek zorundaydı. (Muhendisti galiba. Maden ocaklarına cıkıp oradaki işleri yurutuyordu.) Yani haftanın beş gunu, ciddi anlamda 'sabahın koru' diyebileceğiniz bir saatte işinin başında olmalıydı. Bu durumda erkenden yattığını ve hafta ici başka hicbir şeye vakit ayıramadığını duşunursunuz, değil mi? En azından benim hayatımdaki 'yoğun insanlar' icin bu calışma tarzı 'işe git, eve gel, yemek ye, uyu, işe git, eve gel, yemek ye, uyu' duzenini gerektiriyor. Ve hafta sonları da 'hafta icinin yorgunluğunu bir turlu atamıyorum' diye evde yatarak gecirilirdi. Aşırı yoğun calışma temposu yuzunden bunlara laf da soylenmezdi. Cunku 'cok calışıyorum, gormuyor musun? ' demeleriyle, her turlu tartışma anında biterdi. Peki arkadaşımın babası boyle mi yaşıyordu? Buyuk harflerle cevap veriyorum: HAYIR, ASLA... Akşam eve donduğunde sosyal hayatı başlardı. Yemek bazen evde, bazen bizim de dahil olduğumuz dost topluluğuyla beraber dışarıda yenirdi. Sonra mutlaka birinin evinde toplanılır; eğlence gırla giderdi. Bu adam işinin dışındaki tum vaktini sevdikleriyle gecirir ve karısına asla yalnızlık hissettirmezdi. Hemen hemen her hafta sonu mutlaka ya Dikili'ye ya da Aliağa'ya yemeğe giderdik. Asıl carpıcı orneğimi daha vermedim. Haftanın her gunu sabah altıda işte olan ve akşam hava kararınca eve gelen bu adam, (bazen cumartesileri de calışıyordu galiba) evlilik yıldonumunde karısını Soma'ya iki saat uzaklıkta olan İzmir'e goturdu. Hayır, hafta sonu değil. BUTUN GUN calıştığı bir gunun akşamında eğlenmek icin gittiler ve gece yarısını gece donduler. Ertesi gun de bu adam tekrar sabahın korunde işine gitti! ! ! Hic kimse bana hicbir şey icin 'cok meşgulum, cok yoğunum, vaktim yok da ondan' gibi bir mazeret sunmasın. Ben inanmıyorum. Eğer biri beni aramıyorsa, aramak istemediği icindir. Eğer benimle goruşmuyorsa, goruşmek istemediği icindir. Ben başka HİCBİR mazereti kabul etmiyorum. Son orneğimin ardından bu yazıyı bitirebilirdim. Cunku gercekten başka hicbir lafa gerek yok. Vakit ayırmak istersen, istediğin herşeye ve herkese vakit ayırabilirsin. Ama musaadenizle ben bu konuyla ilgili soylenmiş ve gercekten cok hoşuma giden sozlerden de bir demet sunmak istiyorum. Bunları herkesin cerceveleterek duvarına asması gerek. 'İşim var, vaktim yok' diye sacmalamaya ve daha da korkuncu bu sacmalığa kendimiz de inanmaya başlarsak acilen okuyup kendimize geliriz: -İşinizin cok onemli olduğunu duşunuyorsanız, bu sinirlerinizin ciddi bicimde bozulduğunun en acık gostergesidir. (Bertrand Russell) -İşini her şeyden onemli sayarak gunde sekiz saat calışan, sonunda calıştığı yerin başına gecer ve gunde aynı hızla yirmi dort saat calışmaya mahkum olur (Robert Frost) -Mutluluğun formulu, gerektiğinde onemsiz şeylerle meşgul olabilmektedir. (Edward Newton) -Bitap bırakan gunluk yaşam, ancak bir aptalın karşılaşabileceği bir hayat krizidir. (Anton Cehov) -Eğer boş zamanınız yoksa, ruhunuzu kaybediyorsunuz demektir. (L. P.Smith) -Kalitenizin olcusu, boş zamanlarınızda ne yaptığınızdır. Medeniyetlerin kalitesi de insanlara sağladığı boş zaman ve bunun kalitesi ile olculur. (Irwin Edman) -Babam bana calışmayı, fakat işin esiri olmamayı oğretti. Şimdi okumanın, hikaye anlatmanın, şakalaşmanın, konuşmanın ve gulmenin iş kadar; hatta ondan da onemli olduğunu biliyorum. (Abraham Lincoln) -Boş zamanı iyi değerlendirmek, cok ciddi bir sorumluluktur. (William Russell) VE BENİM FAVORİM: 'Yeterli zamanım yok deme. Buyuk insanların da gunleri 24 saattir...'
SANAL ALEMLE İLGİLİ BİR YORUM YAZIM)
İnsan rastgele ulu orta konuşmamalıdır / yazmamalıdır.
Konuşmanın da / yazmanında bir ölçüsü olmalıdır.
Düşünmeden konuşmak/ yazmak insanı zor durumda bırakabiliyor.
Karşımızdaki insanları incitmemek ve dost kazanmak için sözlerimize / yazılarımıza dikkat etmemiz gerekir.
Söylediğimiz sözün, yazdığımız yazının sonuclarının nereye gittiğini düşünmeden rastgele konuşan ve yazan insanlar toplum içersinde saygınlık kazanamazlar.
Sözünü sohbetini bilen, konuşmalarını düşünerek dikkatle sürdüren ve bunları yazıya döken insanlar toplumun saygın kişileri olurlar.
Düşünmeden yapılan sohbetler yazılan yazılar karşı tepki ile sonuçlanır.
Bu tip davranışlarda bulunanlara tepki göstermemek ona cevap vermemek aman bana ne demek onu cesaretlendirir ve bu cüretini daha ileri boyutlara taşır.
Düşünülmeden söylenenlerden /yazılanlardan sonra, ' ah keşke söylemeseydim / yazmasaydım ' diyerek pişmanlık duymaktansa söylenecek sözü yazılacak yazıyı ölçüp–biçip– tartmak daha iyi sonuç verecektir.
Öyleyse anında hemen düşünebilmek, kararlı olmak, doğruyu seçip yerinde konuşabilmek ve yazabilmek önem taşımaktadır.
Bu da kendini yetiştirmeye, eğitilmiş olmaya bağlıdır.
Konuşmalarımızın, sözlerimizin, sohbetlerimizin güzel olmasına,yazılarımızın doğruluğuna dikkat etmeliyiz..
' Ağzından bal akan ' bir insan olmak ne güzeldir. Bu da elbette ki kendinizi yetiştirmekle olur.
Yani bu bir eğitilme işidir.
Bu konuda ARİSTO ne güzel söylemiş:
' Akıllı insan düşündüğü her şeyi söylemez, fakat söyleyeceği her sözü düşünür ' demiş.
Buna şahsen ben ‘’ Akıllı insan okuğu her şeyi yazmaz, fakat yazacağı her şeyi düşünür ‘’ diyede bir ilave de bulunmak istiyorum….
Güzel konuşmaya çalışmak, sözünü sohbetini bilen insan olmak, düşünerek söylemeyi başarabilmek için çocukluktan başlayarak gençlik süresince planlı – bilinçli, özenli dikkatli hareket etmek ve bu tutumu ömür boyu devam ettirmek gerekir.
Ağza alınmaması gereken, insana yakışmayan çirkin sözlerden ve yazılardan uzak durmalıyız..
En büyük erdemlik, söyleyeceğiniz sözün,yazdığımız yazıların sonuçta ne vereceğini düşünebilmeye alışmış olmaktır.
Çünkü söz ile, kalem ile beyin bütünleşince 'zeka' gelişir, 'akıl' ortaya çıkar.
Fikirlerimizde, sunumlarımızda hataya düşmemek için önce düşünüp sonra konuşmaya ve yazmaya alışmış olmalıyız.
Kafası çalışan insanlar önce düşünen, ne söyleyeceğini bilen insanlardır.
Çevremizdeki, ekrandaki insanlara karşı davranışlarımızla her zaman alçak gönüllü ve saygılı olmaya gayret etmeliyiz.
Düşünmeden konuşursak çok şey kaybederiz.
Kazanmak için düşünerek konuşalım, yazalım.
Eger bunu başaramazsak,
Herkes bizden uzaklaşır.
Çarşıdan pazardan yiyecek giyecek ve her türlü eşyayı alırken gösterdiğiniz 'seçme,' titizliğine, beğenme özentisine olan ilgimizi ' sözlerimize ve yazdıklarımıza ' da göstermeliyiz…
TÜM ARKADAŞLARIMA SAYGI VE SEVGİLERİMLE…
Kızmaya Zaman Yetmez! !
Bugün...
Evet, evet. Bugün, kızgın olduğunuz kim varsa karşısına geçin.
Onun suratına dikkatle bakın.
Ta, gözlerinin içine.
Minicik pırıltıları yakalamaya, ifadeleri çözmeye çalışın, gözbebeklerinde SON DEFA! !
Ve onun gözlerinden ayırmadan gözlerinizi, şu sözü hatırlayın:
O, çok kısa bir zaman sonra ÖLECEK!
Sizin için çok kısa zaman ne demektir?
Üç gün! ..
Üç gün sonra öleceğini biliyorsunuz artık onun; ama o bilmiyor.
Davranışınız değişir mi ona karşı?
Üç gün sonra ölecek bir yakınınız sizi kızdırabilir mi?
Veya ona kızdığınız hadise gercekten kızmaya değer mi?
Üç gün çok mu kısa? .. Onun gönlünü bile almaya yetmez mi?
O zaman otuz gün sonra onun ' bir daha gönlünü alamayacağınız uzaklığa' taşınacağını düşünün.
Kabri başında oturup ağlamak mı, yoksa dizi dibinde oturup konuşmak mı daha kolay, daha az can acıtıcı? ? ? ?
Bırakalım hadi üç günü, otuz günü... O insanın üçyüz, hadi üçbin gün sonra
Öleceğini hesap edin.
Çok mu uzun! ...
Bitmeyecek kadar mı? ..
Bugün... Evet bugün bir görünmez gözlük takın gözünüze ve çevrenize onunla bakın.
Ailenizdeki insanlara bu gözlükle bakın...
Okuldaki veya işyerindeki arkadaşlarınıza bu gözlükle bakın.
Ve hatta bu yazıyı, o gözlükle okuyun;
YARIN YOK
Bugün herkese, her yere ve her şeye dikkatle bakın...
AYNALARA BİLE! !
HAYAT, KIZMAK İÇİN ÇOK KISA! ! ! ...
BİR YAŞIN ANATOMİSİ
İnsan 5 yaşına gelmeden anlıyor; açlığın öldürdüğünü, soğuğun dondurduğunu, ateşin yaktığını... Sevgisizliğin insanın canını acıttığını... Duyguları, nesneleri, kişileri, çevresini tanıyor. Her şey ona çok büyük görünüyor: Ev, masa, anne, baba... 10'una gelmeden oyunla, sayılarla, harflerle tanışıyor. Azgın bir iştahla öğreniyor. Kız ya da erkek olduğunu fark ediyor. Dünyanın evde, okulda kendisine anlatılandan da büyük olduğunun ayırdına varıyor. *** 15'inde, tam da en çok kendini sevdireceği çağda, sivilcelenen yüzünden, değişen bedeninden utanırken aşkı keşfediyor. Dış dünya kadar iç dünyanın da büyük salonları ve kendisinin bile bilmediği odaları olduğunu, açıldıkça o odalardan devasa bahçelere çıkıldığını hissediyor, büyüleniyor. Şarkıların içinde sevdalar gezdirdiğini, şiirin her türden hasreti dindirdiğini anlıyor. Aşk acısını öğreniyor. Yine de seviyor; ille seviyor, inadına seviyor. 20'sinde putlarını yıkıyor, başkaldırıyor, kanatlanıyor. Her şey ona küçük görünüyor: Ev, masa, anne, baba... 'Dünya küçükmüş; büyük olan benim' efelenmeleri başlıyor. Lakin dünya bunu bilmiyor. O yüzden 20'ler çoğu zaman hayal kırıklıklarıyla geliyor. *** 25'inde ayaklar biraz yere değiyor. Okul bitiyor, iş telaşı başlıyor. Sınıfta öğrenilenlerin akı, sokaktaki gerçeklerin karasına çarpıp grileşiyor. Yolu hızlı gelenler çabuk yorularak, sevdiğini bulanlarsa kalbinden vurularak evleniyor genelde... 5 yıl önce uzak bir ülke olan 'istikbal', daha yakına geliyor. 'Bir denizde yangın çıkarma' hayali erteleniyor. 'Dünya zor'laşıyor. *** 30'unda muhasebeye başlıyor insan: 'Dünya hâlâ beni tanımadı, üstelik galiba ben de dünyayı tam tanımıyorum' dönemi... Mevcut bilgilerin sorgu yeri... Kuşkunun beyliği... Tehlikeli yaşlar: 'Bunun nesine hayran oldum ki ben' pişmanlıkları, 'Hakkımı yediler' sızlanmaları, sırta saplanan hançerler, çelmeler, dost kazıkları, ağır ağır olgunlaştırıyor insanı... *** 35, yolun yarısı... Hiç okul asmadan, evden kaçmadan, bir terasta sevdiğiyle öpüşüp bir çadırda uyanmadan 20'sine gelenler için gecikmiş telafi çağları... Daha önce hiç yüz verilmemiş ana-babaların sözüne yeniden kulak kabartılan yaşlar... Olgunluğun karasuları... 40'ında eski kotlar dar gelmeye, saçlara ak düşmeye, aile büyükleri yaşlanıp ölmeye başladığında bocalıyor insan... Panik, kadınları kuaföre sürüklüyor, erkekleri araba galerilerine; ve ikisini birden yeni sevda hayallerine... Yiten gençliğe, boyalı saçlarla, içe çekilen karınlarla, kırmızı arabalarla çare aranıyor. *** 45'inde 'istikbal' denilen o uzak ülkenin toprağına ayak basıyor insan... Hem ölüm yarınmış gibi, hem hiç ölmeyecekmiş gibi yaşamasını öğreniyor. Eski dostlar, hatıralar kıymete biniyor. Didişmenin yerini sükûnet, böbürlenmenin yerini nedamet, kinin yerini merhamet alıyor. 'Keşke'ler 'iyi ki'lerle, hırslar hazlarla yer değiştiriyor. Bu dünyayı silkelemekten, daha iyi bir dünya için kavga vermekten vazgeçmeseniz de, öbür dünya umuduna da kulak kabartıyorsunuz, ara sıra... *** Genellenemez tabii bunlar
HAYATINIZDA BÖYLE BİRİ VAR MI?
Sizi sizin kadar taniyan biri; sizi düsünen, düsünmeyi ögrenmis, sakin, uslu, efendi, oturmayi kalkmayi bilen, sevmeden edemediginiz biri. Size sizi anlatmayi seven, sizi baskalarina anlatmayi her seyden çok seven, sizin için çok sey yapmaya hazir biri. Bazen biraz fazla konustugundan yakindiginiz ama ne söyledigini bildiginden hep emin oldugunuz, sizi tanidigi kadar kendini ve hayati da taniyan biri. Bazen düsüncesine siddetle ihtiyaç duydugunuz biri. Sabahin üçünde ayip olur mu diye endiselenmeden arayabildiginiz ve üçüne besine bakmadan size duymaniz gerekenleri söyleyen, gecenin o karanliginda kalkip isigi yakan, masanin basina geçen biri. Kaleminiz-kagidiniz, aynaniz, saatiniz, kravatiniz olan, bazen gölgeniz olan biri. Ve bazen vicdaniniz, eh bazen de uykusuz biraktiginiz için, vicdan azabiniz olan biri…; Hayatinizda böyle biri var mi? Varsa kiymetini bilin. Haftanin kaç günü kafaniza bir sey takmiyor ve keyfinizce yasiyorsunuz? Hiç diyenler, kaybetti. Iki gün diyenler, yaklasti. Cumartesi ve Pazar diyenler, bilemedi. Gerçekten böyle iki gün var! Bir tanesinin adi, dün. Hatalar, acilar, yanlis anlamalar. Oysa onlar geçti, gitti, geçmiste kaldi. Zamani geriye döndürmeye imkan yok. Dünyanin bütün parasini yan yana getirin, bir dakika önceye dönemezsiniz. Yaptiginiz hiçbir hareketi aynen geri alamazsiniz. Ettiginiz hiçbir lafi silemezsiniz. Dün dündü bitti. Kafaniza takmayacaginiz ikinci günün adi, yarin! Yarini bugünden kontrol altina alamazsiniz. Yarin günes dogacak elbette. Ama piril piril mi dogar, bulutlarin arasindan mi çikar, bugünden bilemezsiniz. Geriye tek bir gün kaliyor: Bugün! Bir gün hayatla mücadele edecek güç, hepimizde var. Güç ne zaman tükeniyor? Dünü ve yarini isin içine kattiginizda. Günü yasayin!
Hani, diyorum da, insanin gerçekten mükemmel bir dostu olsa...
'Onu',
söyle, içine sindire-sindire, kocaman bir sarılsa... yok. Yüreklilikle
söylediğiniz... 'Canim benim! dediğiniz... Telefonda bile saatlerce
konuştuğunuz, sıcacık biri... özlediğinizde, hayal kurduğunuzda
yanınızda o var mi? Sizi hiç yalnız bırakmayan biri... Cesur,
sempatik, azimli,
kararli... Arayan, soran,'Seni özlüyorum'diyen biri. Böyle bir canli ile
her seyi konusabilir, paylasabilirsiniz. Yaniltmaz!
Anlayisla karsilar her seyi... Hatalari, günahlari-sevaplari, her bir seyi
konusabilirsiniz onunla. bir arayis icinde olmaniza gerek yoktur. O
kendiliginden cika gelir zaten. Bir gün bir bakarsiniz karsinizda... Bir de
bakmisiniz simsicak sohbetler, derin konular, sirlar, paylasimlar...
Kimseye söyleyemediginizi, en yakininiza anlatamadignizi, gecmisteki
izleri, gelecegedairlerinizi, sadece ona anlatir olursunuz. Kadin, erkek
Bir dost bulun! Ama gercek olsun. Aradiginda isinizi degil, sizi soran...
Kötü gününüzde ev sahibi, iyi gününüzde kiraciniz olsun. Anlatsin,
konussun, acik-secik, korkmadan yasasin. Güvensin! Cinsiyeti olmasin! Bir
kartal kadar hasin, bir maymun kadar saklaban, bir ceylan kadar narin
olsun. Dogrulari söylesin. degil gözleriyle ve kalpten konussun. Yasasin!
Doya-doya yasasin, doya-doya yasatsin. Beyninden degil, yüreginden versin.
'Olsun varsin! Paylasirim.' desin. Bir dostunuz olsun. Sizi ve
benliginizdekileri paylassin... Dost olsun! Ama... Gercek bir dost...
D O ST Ç A K A L I N......... CAN DÜNDAR
Bir gün bunalırsan ve sıkıntını paylaşmak istersen
Beni ara...
İki elim kanda olsa gelirim,sıkıntını yok ederim...
Bir gün ağlayacak gibi olursan da
Ara beni...
Seni belki güldüremem ama,seninle birlikte ağlayabilirim...
Bir gün uzaklara kaçmak istersen
Beni aramaktan çekinme...
Seni belki durduramam ama,seninle birlikte koşabilirim...
Bir gün yüksek bir köprüden atlamaya kalkarsan da
Ara beni...
Seninle birlikte atlayamam ama, aşağıda bekler seni tutabilirim...
Bir gün herhangi bir konuda kararsız kalırsan
Ara beni...
Seni senden fazla düşünür, sana fikirler verebilirim...
Bir gün beni üzdüğünü düşünürsen de çekinme
Yine ara beni..
Göreceksin, sana kıyamam,kızamam, üzemem seni...
Bir gün beni arasan ve benden bir karşılık alamazsan...
Söz ver;
O zaman sen ulaşmalısın bana.
Yalnızlığa dayanırım da, birbaşınalığa asla.
Yaşlanmak hoş değil duvarlara baka baka.
Bir dost göz arayışıyla.
Saat tıkırtısıyla...
Korkmam, geçinip gideriz biz mutluluğuyla,
Ama;
'Günün aydın,akşamın iyi olsun' diyen biri olmalı
bir telefon sesi çalmalı arasıra da olsa kulağımda.
Yoksa,
Zor degil, hiç zor değil, demli çayı bardakta karıştırıp,
bir başına yudumlamak doyasıya,
Ama:
'Çaya kaç şeker alırsın? '
Diye soran bir ses olmalı ya ara sıra...
Gel yanıma sokul biraz, korkma
Öyle mahzun durup üzme beni
Acılarını, dertlerini, umutlarını anlat
Yemin can kulağıyla dinleyeceğim seni.
Ben de çok acılar çektim dostum
Hem de ne acılar... bilemezsin
Hiç faydasını görmedim hayata küsmenin
Böyle suskun olursan kendine edersin
Bilirim yürekten, ta derinden dertlisin
Belki bırakıp gitti canın gibi sevdiğin,
Belki de ihanete uğradın hiç beklemediğin
Anlat haydi anlat, sırdaşın olurum senin.
Kimse için gözyaşı dökmeğe deymez
Silkin biraz, rahatla, kendine gel
Bedbaht olmakla hiçbir şey düzelmez
Anlat haydi anlat, sırdaşın olurum senin.
“Erkeğe ağlamak yakışmaz” derler
Buna inanmadığımı bilmeni isterim
Ancak erkekler ağlasalar da söylerler
Anlat haydi anlat, sırdaşın olurum senin.
Hem neyi düzelteceksin ki böyle
Düzen aynı düzen, dünya kavanoz dipli
Yeter artık! susma, bir şeyler söyle
Anlat haydi anlat, sırdaşın olurum senin.
BİR DOST
Saate bakmaksızın kapısını çalabileceği bir dostu olmalı insanın...
“Nereden çıktın bu vakitte” dememeli,
Bir gece yarısı telaşla yataktan fırladığında;
Gözünün dilini bilmeli, dinlemeli, somadan söylemeden anlamalı...
Arka bahçede varlığını sezdirmeden,
Mütemadiyen dikilen vefalı bir ağaç gibi köklenmeli hayatında;
Sen her daim onun orada olduğunu hissetmelisin
İhtiyaç duyduğunda gidip müşfik gövdesine yaslanabilmeli,
Kavuklarına saklanabilmelisin
Kucaklamalı seni güvenli kollarıyla,
Dalları bitkin başına omuz,
Yaprakları kanayan ruhuna merhem olmalı...
En mahrem sırlarını verebilmeli,
En derin yaralarını açıp gösterebilmelisin;
Gölgesinde serinlemelisin sorgusuz sualsiz.
Onca dalkavuk arasında bir tek o,
Sözünü eğip bükmeden söylemeli,
Yanlış anlaşılmayacağını bilmeli
Alkışlandığında değil sadece;
Asıl yuhalandığın da yanında durup koluna girebilmeli
Övmeli alem içinde, baş başayken sövmeli
Ve sen, öyle güvenmelisin ki ona övdüğünde de sövdüğünde de
Bunun iyilikten olduğunu bilmelisin.
Teklifsiz kefili olmalı hatalarının;
Günahlarının yegane sahibi.
Seni senden iyi bilen sana senden çok güvenen bir sırdaş,
Göz bebekleri bulutlandığında, fırtınayı sezebilmelisin.
Ve sen ağladığında onun gözlerinden gelmeli yaş...
Yıllarca aynı ip üstünde çalışmış,
İki trapezci gibi güvenle kenetlenmeli elleri...
Parkurun bütün zorluklarına rağmen
Dostluğumuzu koruyabildik,
Acıları birlikte göğüsledik ya;
Yenildik sayılmayız diyebilmeli...
Issızlığın yalnızlığın en koyulaştığı anda,
Küçücük bir kağıda yazdığımız
Kısa ama ümit var bir yazıyı
Yüreğe benzer bir taşa bağlayıp
Birbirimizin camından içeri atabilmeliyiz.
Bunu da aşacağız!
Bir Dost
İşlerim cok. Başka hicbir şeye bakamıyorum.'
Bu lafı bir kişiden daha duyarsam, buyuk ihtimalle katil olacağım. Mailime iki satır bile cevap yazmayanlar 'cok yoğun'; bir şey anlatmak icin soz verip haftalarca sesi cıkmayanlar 'cok yoğun'; benden başka herkes ama herkes cok yoğun.
'Aaa tabii; onun icin konuşmak kolay. Evde oturup yazıyor sadece. Calışmaktan haberi yok.'
İstesem ben de 'cok yoğun' olabilirim. 'Bugun şunu yetiştirmem lazım; yarın şuraya gidip yazı konusu bulmam lazım, birkac ay icinde romanımı bitirme planım var, sarkmaması lazım, o lazım, bu lazım...'
Hayatı boşvermek istedikten sonra 'yoğun' olmaktan kolay mazeret yok ki.
Hatta sadece yemek pişirip, alışverişe cıkıp, dizi izleyip yaşayarak da 'yoğun' olabilirsiniz.
'Sinemaya gidemem ki, bugun temizlik yapacağım.'
E yapma.
'Ay seni arayacaktım, hep aklımdasın ama işlerden başımı kaldıramıyorum ki...'
Kâinatın en sacma ve zekâ ozurlu mazereti. Yani 'kafama ucan daire duştu, hastanedeydim' deseniz daha inandırıcı olur.
Normalde hic kimse hayatının 24 saatini calışarak gecirmez. En azından yemek yemek, uyumak ve tuvalete gitmek icin ara vermeniz gerekir. Ve bu aralarda sevdiğiniz insanlarla en azından telefonda konuşabilirsiniz, değil mi? Ben bir insana vakit ayırmamanın mazereti olarak 'cok calışıyorum'u kesinlikle kabul etmiyorum. Eğer biriyle aylarca goruşmuyor ve 'işlerim var, ondan' diyorsanız, bunun iki anlamı vardır:
a) Ben aynı anda iki işi yapamam. Doğal olarak calışırken araya kimseyi katamam. Merdiven cıkarken ciklet de ciğneyemem. Hayatım allak bullaktır.
Zaman nasıl değerlendirilir bilmiyorum.
b) Seninle goruşmek istemiyorum.
c) Ciddi anlamda işlerim yuzunden goruşemediğimizi sanıyorum. Bu mazerete gercekten inanmışım. Kimi kandırıyorum ki?
(Son şıkkı kabul edecek babayiğit pek bulunmaz.) Ve hic kimse beni birinci şıkka inandıramaz. Cunku biriyle goruşmek isterseniz, mutlaka vakit ayırırsınız.
Bu aralar ust uste birkac kişiyle bu 'cok calışıyorum da; başka bir şeye bakamıyorum' muhabbetini yaşadım; konuya o yuzden taktım. Bir insandan ornek vereceğim. Şu an icin kendimi ornek veremem cunku 'evde calışan yazar' olduğum icin kimsenin beni iş konusunda ciddiye aldığı yok. Neyse canım, bana ne? Ben yazıyor muyum? Yazıyorum. Paramı alıyor muyum?
Alıyorum. Gerisi beni hic ilgilendirmiyor. Ama şunu da belirtmem gerek.
Oğrencilik hayatım boyunca hicbir zaman derslerin, sınavların, calışmaların, zevklerimin onune gecmesine izin vermedim. Benim icin okul her zaman ikinci plandaydı. Eğer cok sevdiğim bir film oynuyorsa, yarınki sınava calışmayı birkac saat sonrasına erteledim ve filmi izledim; canım ertesi gunu odev yetiştirmeye oturmadan once gezmek istediyse cıkıp gezdim; ders calışmayı planladığım gece bir arkadaşım 'haydi sinemaya gidelim' dediyse herşeyi olduğu gibi bırakıp sinemaya gittim. Cunku benim icin 'sevdiğim insanlar' ve 'kendime vakit ayırdığım hayatım' herşeyden onemliydi. Hayatımda hic kimseyi 'calışmam gerek' diye geri cevirmedim. Bir arkadaşa 'hayır, eve gideceğim' dediysem, bu o anda eve gitmek istememden başka bir sebebe asla dayanmadı. En onemli işin başında da olsam, bir dostum 'seninle konuşmaya ihtiyacım var' dediğinde ben tum işleri bırakırım. Cunku hicbir şey, cevrenizdeki sevgi ve sahip olduğunuz yureklerden daha onemli olamaz. Hayat kısacık, acayip bir şey. Hırslarla, kıskanclıklarla ve eşek gibi calışmakla bitirilemeyecek kadar da değerli.
Elbette boş boş oturun demiyorum. Cunku hayat aynı şekilde, boş boş oturulmayacak kadar da değerli. Ama iş dediğiniz şey,
sevdiklerinizle, kendinizle, hobilerinizle gecireceğiniz zamanın tamamını calıyorsa, inanın bunda buyuk bir terslik vardır. Kendini calışmaya ciddi bir bicimde adayan ve sevdiklerine zaman ayıramayacak kadar işlerine gomulmeyi kendi ozgur iradesiyle secen kişiler de var tabii. Ben boylelerinin asla evlenmemesi gerektiğini duşunuyorum. Ve bu, kesinlikle tahammul edebileceğim bir kişilik tarzı değil.
Neyse, geceyim ornek kişime: Ben ortaokul hayatım boyunca Soma'da yaşadım.
(Oradaki hayatım da alemdi aslında. Bir ara onu da yazayım...)
Anlatacağım kişi, bir arkadaşımın babası. (Ailecek de goruşuyorduk; aynı apartmandaydık.) Adam her sabah en gec altıda işe gitmek zorundaydı.
(Muhendisti galiba. Maden ocaklarına cıkıp oradaki işleri yurutuyordu.)
Yani haftanın beş gunu, ciddi anlamda 'sabahın koru' diyebileceğiniz bir saatte işinin başında olmalıydı. Bu durumda erkenden yattığını ve hafta ici başka hicbir şeye vakit ayıramadığını duşunursunuz, değil mi? En azından benim hayatımdaki 'yoğun insanlar' icin bu calışma tarzı 'işe git, eve gel, yemek ye, uyu, işe git, eve gel, yemek ye, uyu' duzenini gerektiriyor. Ve hafta sonları da 'hafta icinin yorgunluğunu bir turlu atamıyorum' diye evde yatarak gecirilirdi. Aşırı yoğun calışma temposu yuzunden bunlara laf da soylenmezdi. Cunku 'cok calışıyorum, gormuyor musun? ' demeleriyle, her turlu tartışma anında biterdi. Peki arkadaşımın babası boyle mi
yaşıyordu?
Buyuk harflerle cevap veriyorum: HAYIR, ASLA... Akşam eve donduğunde sosyal hayatı başlardı. Yemek bazen evde, bazen bizim de dahil olduğumuz dost topluluğuyla beraber dışarıda yenirdi. Sonra mutlaka birinin evinde toplanılır; eğlence gırla giderdi. Bu adam işinin dışındaki tum vaktini sevdikleriyle gecirir ve karısına asla yalnızlık hissettirmezdi. Hemen hemen her hafta sonu mutlaka ya Dikili'ye ya da Aliağa'ya yemeğe giderdik.
Asıl carpıcı orneğimi daha vermedim. Haftanın her gunu sabah altıda işte olan ve akşam hava kararınca eve gelen bu adam, (bazen cumartesileri de calışıyordu galiba) evlilik yıldonumunde karısını Soma'ya iki saat uzaklıkta olan İzmir'e goturdu. Hayır, hafta sonu değil. BUTUN GUN calıştığı bir gunun akşamında eğlenmek icin gittiler ve gece yarısını gece donduler. Ertesi gun de bu adam tekrar sabahın korunde işine gitti! ! !
Hic kimse bana hicbir şey icin 'cok meşgulum, cok yoğunum, vaktim yok da ondan' gibi bir mazeret sunmasın. Ben inanmıyorum. Eğer biri beni aramıyorsa, aramak istemediği icindir. Eğer benimle goruşmuyorsa, goruşmek istemediği icindir. Ben başka HİCBİR mazereti kabul etmiyorum. Son orneğimin ardından bu yazıyı bitirebilirdim. Cunku gercekten başka hicbir lafa gerek yok. Vakit ayırmak istersen, istediğin herşeye ve herkese vakit ayırabilirsin. Ama musaadenizle ben bu konuyla ilgili soylenmiş ve gercekten cok hoşuma giden sozlerden de bir demet sunmak istiyorum. Bunları herkesin cerceveleterek duvarına asması gerek. 'İşim var, vaktim yok' diye sacmalamaya ve daha da korkuncu bu sacmalığa kendimiz de inanmaya başlarsak acilen okuyup kendimize geliriz:
-İşinizin cok onemli olduğunu duşunuyorsanız, bu sinirlerinizin ciddi bicimde bozulduğunun en acık gostergesidir. (Bertrand Russell)
-İşini her şeyden onemli sayarak gunde sekiz saat calışan, sonunda calıştığı yerin başına gecer ve gunde aynı hızla yirmi dort saat calışmaya mahkum olur (Robert Frost)
-Mutluluğun formulu, gerektiğinde onemsiz şeylerle meşgul olabilmektedir. (Edward Newton)
-Bitap bırakan gunluk yaşam, ancak bir aptalın karşılaşabileceği bir hayat krizidir. (Anton Cehov)
-Eğer boş zamanınız yoksa, ruhunuzu kaybediyorsunuz demektir. (L. P.Smith)
-Kalitenizin olcusu, boş zamanlarınızda ne yaptığınızdır. Medeniyetlerin kalitesi de insanlara sağladığı boş zaman ve bunun kalitesi
ile olculur. (Irwin Edman)
-Babam bana calışmayı, fakat işin esiri olmamayı oğretti. Şimdi okumanın, hikaye anlatmanın, şakalaşmanın, konuşmanın ve gulmenin iş kadar; hatta ondan da onemli olduğunu biliyorum. (Abraham Lincoln)
-Boş zamanı iyi değerlendirmek, cok ciddi bir sorumluluktur. (William Russell)
VE BENİM FAVORİM:
'Yeterli zamanım yok deme. Buyuk insanların da gunleri 24 saattir...'
Can Dundar