Karanlıkta görünen bir çift göz, Beyaz bir örtünün altında düşlere dalmıştı yine Uzaktan gelen tınılar daha da uzağa götürüyordu Kah güneşin ülkesine, kah başka hayatların diyarına Güneşin ülkesinde iyi ve kötü yaşıyordu İki koca hikaye Biri sürgünde, dağlar ülkesinin kus konmaz, kervan geçmez Asi ve çetin mağaralarında Aşksız, Düşlerin yasak olduğu aydınlık düşüncelerin de..... Diğeri aydınlığı karanlığa satmış, Düşleri paramparça etmiş, Gerçek hayaller kuran üniformalı! Aşk içinde aşk yaşayan Hayatını yanlızca yaşamak uğruna koca bir halkı yoketmeye adayanü (Sen!!!) Oysa o da Güneşin ülkesindendi Unutmuştu mazlumu Unutmuştu ezilenden yana olmayı Unutmuştu aşkı Aşka düşmandı, Bir halka düşman olduğu gibi Aşk, her sabah başka bir yatakta uyanmaktı Varolmayana kıymaktı, Üniformalı için.... Jiyan
(Kendi kalemimden ) Sürgün Çocukluğum
Ben küçükkene, - hakikaten el kadardım o zaman - henüz mektepli olmaya epey bir zaman var, babam 12 Eylül darbesinin akabinde fena halde darbe yemiş adamlardan biri olarak görevinden alınmış..tabi ben o vakit büyümek işiyle meşgul olduğum için babamın görevinden alınmış, sürgün edilmiş bir öğretmen olduğunun farkında bile değildim, ki bende bir sürgün çocuğu olmaya hazırlanırken.. Hayat bizim için sadece bir oyun bahçesiydi ' o zaman ' larda..Babayla birlikte oynayacağımız sürgünlük bahçesine giderken, üç beş parça eşya taşıyan koca kamyonun ardından dökülen bir kova gözyaşıydı, ardımızda bıraktıklarımızdan anlayabil (me)diğim bir kova gözyaşıydı... Şimdi, babayla oynadığımız sürgünlük oyunundan aklımda kalan sadece birkaç kare..oturduğumuz kocaman apartmanın bizim gibi veledler için işkenceye dönen merdivenlerinden, ' o zaman ' ın modası olan sivri topuklu tahta takunyalarla, olabildiğince gürültülü ve asansörü bozacağımız korkusuyla binmemize izin vermeyen kapıcıyı çıldırtan bir patırtıyla inmekti..kulağımda kalan takunya sesleri..tak tak taka taka tak...bu serüvende ablamın merdivenlerden takunyalarıyla birlikte yuvarlanmasıyla son bulmuştu...ve üst katımızda oturan üniversiteli abilerle birbirimize tükürük atmak, tabi biz alt katta olduğumuz için tükürüklerimiz abilerinkiyle karışarak tekrar bize dönüyordu..içinizden ıııyy! dediğinizi duyar gibiyim, a-ma biz da-ha çocuktuk ' o zaman ' ...ve sanırım çocukluk biraz delilik biraz da aptallık halidir en sevimli ve sümüklü yanıyla...tabi bu karede delilik ve aptallık hali biz sümüklülerde mi yoksa koca koca üniversiteli abilerde mi ( bence evrimlerini tamamlamamışlardı ) takdiri size kalmıştır..şimdi hatırladığım bir ayrıntı, sanırım biz abilere kürdçe küfür etmiştik o sümüklü ve bacaksız halimizle, galiba onların delilik ve aptallık hallerini kamçılamıştık...Ablacıklarım birazcık mektepli olduklarından Türkçe bilirlerdi yarım yamalak olsa da, fakat bencağız bir gün öğrenmek zorunda kalacağımı bilmeden o ' memlekette ' meramımı anlatabilecek kadar, hatta ve hatta paşalar gibi kürdçe konuşurmuşum...' o zaman 'ları hatırlamıyorum bile bundan utanç duyarak... İnsanlığın sürgünlük tarihinden payıma düşeni almıştım ve ' o zaman' ı bir oyun bahçesine çevirmiştim, iyiki öyle yapmıştım... Ve dönüş vakti ; babam her defasında yenik düştüğü rövanşlardan birini sonunda kazanabilmişti beton yüzlü mahkemelere karşı, insanlığın sürgünlük tarihinden payımıza düşen ' o zaman ' ın yarısını kullanmış ve artık ' bizim memlekete ' geri dönüyorduk, arkamızda bırakarak ' o açık hava zindanı memleketi' .. ardından kürdçe bir küfür mırıldanarak sümüklü ve bacaksız halimle, ayağımda sivri topuklu tahta takunyalarla...ardımızdan dökülen bir kova gözyaşını kurutmalıydık artık... Hadi bu seferlik çocukluk bende kalsın, benim olmayan sürgünlüğümün benim olan oyun bahçesi...büyük yüreklerin özgürlük mezarı...hoşçakal...
Bi Hevre
Xwazdî ez tu hevre bin Bi hevreherin xorînê Wer dê bihêrin kotra bin Bang dîn bi hevre narînê
Dwînî kotra hêra bûm Awaz ji cir dixwînê
Fîrabîl û beyaban Hawar ji dest evînê
Ez tu watu yek dil wîn Hêzan cwadi wînê
Vêra pêkra hıfne wîn Bircînê ya binvînê
M.Ö. 330
Boraboz
Adı yoktur bu mektubun
Sana bu mektubu dağınık bir masada ve soğuk bir İstanbulgecesinde yazıyorum.
Ben uykusuz ve yorgun geceyi örterken üstüme, gece tüm sessizliğini kemiren tıkırtılarıyla, tanıdık korkular düşürmekte içime. Tanıdık korkular… Çocukluğumdan kalma korkular. Bilirsin. Ve sen bu mektubu okurken, şehrin zehirli kılıcıyla intihar girişiminde bulunuyor olacak, ütopik hayallerine yenilmiş bir sofi daha...
Neden sana yazmak istedim diye merak ediyorsundur belki…
Ama inan bu sorunun cevabını ben de bilmiyorum. Düşünmek istemiyorum.. Çünkü gecenin içinde kaçıncı iç çekisim bu? Düzensiz iç çekisler. Ağır ve büyük kaygılar. Sınırsız kimsesizliğim. Yalnız savruluşlar. Telaşlı ve hüzünlü aşk. Hepsi çok güçlü. Hepsi çok yalın. Gecenin içinde vuruyor beni bu duygular…
En kötüsü ise anılarım. Hep baskı altında tutulan.Hep ezilen. Hep engellenen ve istenmeyen. İstemesem. Düşünmesem. Uzanmasam onlara doğru, siyahlara bürünüyor çevrem ve gece nefes nefese geliyor üstüme, yine yakalıyor beni.
Sonra pişmanlıklarım acı olup birer birer dikiliyor karşıma.
Acılarımı paylaşmak istiyorum bir kez daha. Sen yoksun…
Bu aslında ilk mektubum değil sana. Bunu sen de biliyorsun…
Hani bir gece çıkmıştık ya ayrı ayrı şehrin sokaklarına. Yürümüştük sen Ankara da ben İstanbul da, loş sokak ışıklarının kaldırım uzantılarına basmaya çalışarak, hızlı adımlarla ıssız bir sahil kıyısında yürür gibi. Şehrin kirece bulanmış o ay ışığı sokaklarında doyasıya yürümüştük o gece. Sen başka bir sokakta, ben başka bir sokaktaydım. Farklı şehirlerde ve üstelik yalnızdık. Yabancıydık. Ama yine de beraberdik.
Bu dünyaya ait olmayan gidici misafirlerdik. Mutsuzduk. Umutluyduk.
Yağmurun yağışını seyretmiştik bir süre. Yine buz gibi bir hava vardı, her bir yağmur damlası tokatlıyordu adeta şehrin kasvet döşenmiş yollarını. Sessizlik hakimdi garip bir şekilde yine şehrin sokaklarına.. Ne kalabalığıyla yüzyıllardır didişen ikiyüzlü hayatlarından ve ne de zenginlikleriyle övündükleri sahte tarihlerinden eser yoktu o gece. Sadece rüzgar bir o yana bir bu yana çarpıyordu önüne gelen her şeyi acımasızca. Ve parçalanmış mutlulukların sahte sevinç çığlıkları yankılanıyordu adım attığımız her kaldırımda….
İşte o geceydi ilk sana yazmaya karar verdiğim an. Çünkü unutulmuş bir gecenin derin maviliğinde seni bulmuş ve o gece sana dokunmuştum….
Belki de o güne kadar yaşadıklarım seni mutlu etmek içindi. Seni buluşum ise sadece var olduğumu anlamak içindi.
Sahip olduğumuz şey o gece; polis arabalarının siren sesleri, yüksek sesle müzik dinleyen aptallar, yanmış evler, sokak fahişeleri, tezler ve antitezlerdi…
Biliyor musun? Her şeye rağmen hayatı ve seni sevmeye o gece karar vermiştim... Ve o gece sınırlar çoktan kalkmıştı bu şehirde. Seni düşünmüştüm; her şey yapılabilirdi o gece. Şiir yazılabilirdi mesela…Herkes aranabilir. Herkesle konuşulabilirdi.
Sınırsız içilebilirdi. Sana inanılabilirdi. Sana inanmak toplumsal bir dönüşüme inanmaktı aynı zamanda. Seni düşüne düşüne her şey olabilirdi o gece. Sen gibiydi çünkü herşey. Sonra ayrılmıştık. Kopup gitmiştik. Bir mucizeyi anlamak gibiydi devamı…
*************************************************
Şimdi ise “buradayım hala” demek için belki de bunları sana yazıyorum.
Ve sahip olduğumuz şey bu gece İstanbul’ unarka sokaklarında intihar etmekte olan bir aşk. İşe yaramaz felsefeler, Sevgisiz sözler.
Tüm ümitlerin tükenişi. Tüm ümitlerin tükenişi ve tüm ümitlerin yeniden dirilişi...
Ama bu asla son değil ve de son olmayacak. Bunu da biliyorum. Çünkü her seferinde ben sesleneceğim ve sen cevap vereceksin. “Buradayım” diyeceksin. ‘Buradayım’ diyeceksin her şeye rağmen. Sessiz olacak seslerin. Aldatıcı sesler… Sadece ben duymak istediğim zaman duyacağım. Sesini sadece tanımak istediğim zaman tanıyacağım. Ve sen seslendiğinde ben konuşacağım.“Buradayım” diyeceğim. Sen yanımda var görünürken ve yok olduğun zamanlarda da. Sıradan hayatlardaki anlamsızlıklar artık sana sıkıcı geldiğinde. Yaşananlar. Dayatılanlar. Her şey. Saçma. Sapan. Sessiz. Karanlık olduğunda. Odanda yalnız kaldığında ve bir anlam ararken duyacaksın sesimi. Buradayım diyeceğim. “Buradayım ben…”
İçinde gezindiğim bu kalabalıklar arasında beni gören ve yalnızlığımı bilen bir tek sen varsın. Bir de ben… Ve ben sessizce kırılgan bir köprüde sana doğru yürüyorum. Sana ulaşmak istiyorum. Kelimelerim sana değsin ve sen bana bir daha dokun istiyorum… Beni ara. Çekinme. Her şeye rağmen görüşelim. Çünkü adı yoktur bu mektubun… çünkü her şeye rağmen affediliyor bütün yalanlar… çünkü ben her şeye rağmen seviyorum seni… çünkü ben ikimiz adına düşler kurmuştum… çünkü ben koca bir kent inşa ettim… kendimce sağlam olduğuna inandığım…çünkü ben, çünkü ben bir kadınım… çünkü ben affediciyim…
'Delal, her du çavên min qesra te ne
Nav du çavên min cihê piyên te ne
Ditirsim tu xafil gav bavêjî û
Bi mijangê min biêşin piyên te”
Bêdeng
Bêdeng dima tu û berf dibariya
Di çavên te de dest pê dikir şevê Di pirtûkên nîvcomayî de didomiya Kêreke ko bû roja ku li ser eniya me dihat tûjkirin Wext awêneyên şikestî bûn
Bêdeng dima tu bênavber bêdeng dima Û berf dibariya Rêbendan porê min ê gewrbûyî bû, dicemidîm Sibat ewladekî bêxêr bû, qaçax bû Û dûr bû havîn dêyek bû Şopên adarê li ser bedena min e Roj wek cêwiyên heman xeberoşkê bûn Nîsan di porê min de şil dibû tim
Bêdeng dima tu bênavber bêdeng dima Û baranê dest pê dikir Em pir li hêviya xwe hiştin Qet di wextê xwe de nehat Gulan Pûşper Aram bû ango kesekî wisa bû Wek dermankirina birînan bû Belkî Tîrmeh xewnek bû Tebax bi stêrkan digirt ser şeva me Gulek di ser sûc de dihat zeftkirin Îlon qîrînên zarokekî bû
Bêdeng dima tu bênavber bêdeng dima Û bê dest pê dikir
Wek pelekê rêya xwe windakirî bû Cotmeh Me xwe bi wexêrî sirgûnan dikir Gelo yên mayî em bûn an yên çûyî, nedihat zanîn Mijdar di bê de pêşrewek bû Û hebekî Itrî Berfanbar bi dengê xwe dilerizî
Her çi qas wek xewnekê bêhnçikyayî bibuhure jî Tu demsal bi qasî çavên te Bêmerhamet bi kar neanî neşter
Bêdeng dima tu bênavber bêdeng dima Û berf dibariya
Gözlerinde başlardı gece Yarım kalmış kitaplarda biterdi. Alnımızda bilenen kör bir bıçaktı zaman Kırılmış aynalardı
Susardın, durmadan susardın Ve kar yağardı
Ocak ağaran saçlarımdı Şubat hayırsız bir evlattı, kaçaktı Ve uzaktı yaz bir anaydı Mart'ın izlerini taşırım bedenimde Aynı masalın ikizleri gibiydi günler Nisan saçlarımda ıslanırdı hep
Susardın, durmadan susardın Ve yağmurlar başlardı
Çok bekletti bizi, Hiç vaktinde gelmedi mayıs Haziran Aram'dı ya da öyle biriydi Temmuz bir düştü belki
Yaraları sarar gibiydi Ağustos yıldızlarla basardı gecemizi Bir gül suçüstü yakalanırdı Eylül bir çocuğun çığlıklarıydı
Susardın, durmadan susardın Ve rüzgârlar başlardı
Yolunu yitirmiş bir gezgin gibiydi ekim Sürgünlere uğurlardık kendimizi Kalan mı bizdik, giden mi Bilinmezdi Kasım rüzgârda bir yapraktı Ve biraz ıtri Kendi sesiyle irkilirdi Aralık günlerin son neferi
Soluk bir düş geçse de Hiçbir mevsim gözlerin kadar Acımasız kullanmadı neşteri
Karanlıkta görünen bir çift göz,
Beyaz bir örtünün altında
düşlere dalmıştı yine
Uzaktan gelen tınılar
daha da uzağa götürüyordu
Kah güneşin ülkesine,
kah başka hayatların diyarına
Güneşin ülkesinde iyi ve kötü yaşıyordu
İki koca hikaye
Biri sürgünde,
dağlar ülkesinin kus konmaz, kervan geçmez
Asi ve çetin mağaralarında
Aşksız,
Düşlerin yasak olduğu
aydınlık düşüncelerin de.....
Diğeri aydınlığı karanlığa satmış,
Düşleri paramparça etmiş,
Gerçek hayaller kuran üniformalı!
Aşk içinde aşk yaşayan
Hayatını yanlızca yaşamak uğruna
koca bir halkı yoketmeye adayanü
(Sen!!!)
Oysa o da Güneşin ülkesindendi
Unutmuştu mazlumu
Unutmuştu ezilenden yana olmayı
Unutmuştu aşkı
Aşka düşmandı,
Bir halka düşman olduğu gibi
Aşk, her sabah başka bir yatakta uyanmaktı
Varolmayana kıymaktı,
Üniformalı için.... Jiyan
(Kendi kalemimden ) Sürgün Çocukluğum
Ben küçükkene, - hakikaten el kadardım o zaman - henüz mektepli olmaya epey bir zaman var, babam 12 Eylül darbesinin akabinde fena halde darbe yemiş adamlardan biri olarak görevinden alınmış..tabi ben o vakit büyümek işiyle meşgul olduğum için babamın görevinden alınmış, sürgün edilmiş bir öğretmen olduğunun farkında bile değildim, ki bende bir sürgün çocuğu olmaya hazırlanırken..
Hayat bizim için sadece bir oyun bahçesiydi ' o zaman ' larda..Babayla birlikte oynayacağımız sürgünlük bahçesine giderken, üç beş parça eşya taşıyan koca kamyonun ardından dökülen bir kova gözyaşıydı, ardımızda bıraktıklarımızdan anlayabil (me)diğim bir kova gözyaşıydı...
Şimdi, babayla oynadığımız sürgünlük oyunundan aklımda kalan sadece birkaç kare..oturduğumuz kocaman apartmanın bizim gibi veledler için işkenceye dönen merdivenlerinden, ' o zaman ' ın modası olan sivri topuklu tahta takunyalarla, olabildiğince gürültülü ve asansörü bozacağımız korkusuyla binmemize izin vermeyen kapıcıyı çıldırtan bir patırtıyla inmekti..kulağımda kalan takunya sesleri..tak tak taka taka tak...bu serüvende ablamın merdivenlerden takunyalarıyla birlikte yuvarlanmasıyla son bulmuştu...ve üst katımızda oturan üniversiteli abilerle birbirimize tükürük atmak, tabi biz alt katta olduğumuz için tükürüklerimiz abilerinkiyle karışarak tekrar bize dönüyordu..içinizden ıııyy! dediğinizi duyar gibiyim, a-ma biz da-ha çocuktuk ' o zaman ' ...ve sanırım çocukluk biraz delilik biraz da aptallık halidir en sevimli ve sümüklü yanıyla...tabi bu karede delilik ve aptallık hali biz sümüklülerde mi yoksa koca koca üniversiteli abilerde mi ( bence evrimlerini tamamlamamışlardı ) takdiri size kalmıştır..şimdi hatırladığım bir ayrıntı, sanırım biz abilere kürdçe küfür etmiştik o sümüklü ve bacaksız halimizle, galiba onların delilik ve aptallık hallerini kamçılamıştık...Ablacıklarım birazcık mektepli olduklarından Türkçe bilirlerdi yarım yamalak olsa da, fakat bencağız bir gün öğrenmek zorunda kalacağımı bilmeden o ' memlekette ' meramımı anlatabilecek kadar, hatta ve hatta paşalar gibi kürdçe konuşurmuşum...' o zaman 'ları hatırlamıyorum bile bundan utanç duyarak...
İnsanlığın sürgünlük tarihinden payıma düşeni almıştım ve ' o zaman' ı bir oyun bahçesine çevirmiştim, iyiki öyle yapmıştım...
Ve dönüş vakti ; babam her defasında yenik düştüğü rövanşlardan birini sonunda kazanabilmişti beton yüzlü mahkemelere karşı, insanlığın sürgünlük tarihinden payımıza düşen ' o zaman ' ın yarısını kullanmış ve artık ' bizim memlekete ' geri dönüyorduk, arkamızda bırakarak ' o açık hava zindanı memleketi' .. ardından kürdçe bir küfür mırıldanarak sümüklü ve bacaksız halimle, ayağımda sivri topuklu tahta takunyalarla...ardımızdan dökülen bir kova gözyaşını kurutmalıydık artık...
Hadi bu seferlik çocukluk bende kalsın, benim olmayan sürgünlüğümün benim olan oyun bahçesi...büyük yüreklerin özgürlük mezarı...hoşçakal...
Bi Hevre
Xwazdî ez tu hevre bin
Bi hevreherin xorînê
Wer dê bihêrin kotra bin
Bang dîn bi hevre narînê
Dwînî kotra hêra bûm
Awaz ji cir dixwînê
Fîrabîl û beyaban
Hawar ji dest evînê
Ez tu watu yek dil wîn
Hêzan cwadi wînê
Vêra pêkra hıfne wîn
Bircînê ya binvînê
M.Ö. 330
Boraboz
Adı yoktur bu mektubun
Sana bu mektubu dağınık bir masada ve soğuk bir İstanbul gecesinde yazıyorum.
Ben uykusuz ve yorgun geceyi örterken üstüme, gece tüm sessizliğini kemiren tıkırtılarıyla, tanıdık korkular düşürmekte içime. Tanıdık korkular… Çocukluğumdan kalma korkular. Bilirsin. Ve sen bu mektubu okurken, şehrin zehirli kılıcıyla intihar girişiminde bulunuyor olacak, ütopik hayallerine yenilmiş bir sofi daha...
Neden sana yazmak istedim diye merak ediyorsundur belki…
Ama inan bu sorunun cevabını ben de bilmiyorum. Düşünmek istemiyorum.. Çünkü gecenin içinde kaçıncı iç çekisim bu? Düzensiz iç çekisler. Ağır ve büyük kaygılar. Sınırsız kimsesizliğim. Yalnız savruluşlar. Telaşlı ve hüzünlü aşk. Hepsi çok güçlü. Hepsi çok yalın. Gecenin içinde vuruyor beni bu duygular…
En kötüsü ise anılarım. Hep baskı altında tutulan.Hep ezilen. Hep engellenen ve istenmeyen. İstemesem. Düşünmesem. Uzanmasam onlara doğru, siyahlara bürünüyor çevrem ve gece nefes nefese geliyor üstüme, yine yakalıyor beni.
Sonra pişmanlıklarım acı olup birer birer dikiliyor karşıma.
Acılarımı paylaşmak istiyorum bir kez daha. Sen yoksun…
*******************************************************
Bu aslında ilk mektubum değil sana. Bunu sen de biliyorsun…
Hani bir gece çıkmıştık ya ayrı ayrı şehrin sokaklarına. Yürümüştük sen Ankara da ben İstanbul da, loş sokak ışıklarının kaldırım uzantılarına basmaya çalışarak, hızlı adımlarla ıssız bir sahil kıyısında yürür gibi. Şehrin kirece bulanmış o ay ışığı sokaklarında doyasıya yürümüştük o gece. Sen başka bir sokakta, ben başka bir sokaktaydım. Farklı şehirlerde ve üstelik yalnızdık. Yabancıydık. Ama yine de beraberdik.
Bu dünyaya ait olmayan gidici misafirlerdik. Mutsuzduk. Umutluyduk.
Yağmurun yağışını seyretmiştik bir süre. Yine buz gibi bir hava vardı, her bir yağmur damlası tokatlıyordu adeta şehrin kasvet döşenmiş yollarını. Sessizlik hakimdi garip bir şekilde yine şehrin sokaklarına.. Ne kalabalığıyla yüzyıllardır didişen ikiyüzlü hayatlarından ve ne de zenginlikleriyle övündükleri sahte tarihlerinden eser yoktu o gece. Sadece rüzgar bir o yana bir bu yana çarpıyordu önüne gelen her şeyi acımasızca. Ve parçalanmış mutlulukların sahte sevinç çığlıkları yankılanıyordu adım attığımız her kaldırımda….
********************************************************************
İşte o geceydi ilk sana yazmaya karar verdiğim an. Çünkü unutulmuş bir gecenin derin maviliğinde seni bulmuş ve o gece sana dokunmuştum….
Belki de o güne kadar yaşadıklarım seni mutlu etmek içindi. Seni buluşum ise sadece var olduğumu anlamak içindi.
Sahip olduğumuz şey o gece; polis arabalarının siren sesleri, yüksek sesle müzik dinleyen aptallar, yanmış evler, sokak fahişeleri, tezler ve antitezlerdi…
Biliyor musun? Her şeye rağmen hayatı ve seni sevmeye o gece karar vermiştim... Ve o gece sınırlar çoktan kalkmıştı bu şehirde. Seni düşünmüştüm; her şey yapılabilirdi o gece. Şiir yazılabilirdi mesela…Herkes aranabilir. Herkesle konuşulabilirdi.
Sınırsız içilebilirdi. Sana inanılabilirdi. Sana inanmak toplumsal bir dönüşüme inanmaktı aynı zamanda. Seni düşüne düşüne her şey olabilirdi o gece. Sen gibiydi çünkü herşey. Sonra ayrılmıştık. Kopup gitmiştik. Bir mucizeyi anlamak gibiydi devamı…
*************************************************
Şimdi ise “buradayım hala” demek için belki de bunları sana yazıyorum.
Ve sahip olduğumuz şey bu gece İstanbul’ un arka sokaklarında intihar etmekte olan bir aşk. İşe yaramaz felsefeler, Sevgisiz sözler.
Tüm ümitlerin tükenişi. Tüm ümitlerin tükenişi ve tüm ümitlerin yeniden dirilişi...
Ama bu asla son değil ve de son olmayacak. Bunu da biliyorum. Çünkü her seferinde ben sesleneceğim ve sen cevap vereceksin. “Buradayım” diyeceksin. ‘Buradayım’ diyeceksin her şeye rağmen. Sessiz olacak seslerin. Aldatıcı sesler… Sadece ben duymak istediğim zaman duyacağım. Sesini sadece tanımak istediğim zaman tanıyacağım. Ve sen seslendiğinde ben konuşacağım.“Buradayım” diyeceğim. Sen yanımda var görünürken ve yok olduğun zamanlarda da. Sıradan hayatlardaki anlamsızlıklar artık sana sıkıcı geldiğinde. Yaşananlar. Dayatılanlar. Her şey. Saçma. Sapan. Sessiz. Karanlık olduğunda. Odanda yalnız kaldığında ve bir anlam ararken duyacaksın sesimi. Buradayım diyeceğim. “Buradayım ben…”
İçinde gezindiğim bu kalabalıklar arasında beni gören ve yalnızlığımı bilen bir tek sen varsın. Bir de ben… Ve ben sessizce kırılgan bir köprüde sana doğru yürüyorum. Sana ulaşmak istiyorum. Kelimelerim sana değsin ve sen bana bir daha dokun istiyorum… Beni ara. Çekinme. Her şeye rağmen görüşelim. Çünkü adı yoktur bu mektubun… çünkü her şeye rağmen affediliyor bütün yalanlar… çünkü ben her şeye rağmen seviyorum seni… çünkü ben ikimiz adına düşler kurmuştum… çünkü ben koca bir kent inşa ettim… kendimce sağlam olduğuna inandığım…çünkü ben, çünkü ben bir kadınım… çünkü ben affediciyim…
'Delal, her du çavên min qesra te ne
Nav du çavên min cihê piyên te ne
Ditirsim tu xafil gav bavêjî û
Bi mijangê min biêşin piyên te”
Bêdeng
Bêdeng dima tu û berf dibariya
Di çavên te de dest pê dikir şevê
Di pirtûkên nîvcomayî de didomiya
Kêreke ko bû roja ku li ser eniya me dihat tûjkirin
Wext awêneyên şikestî bûn
Bêdeng dima tu bênavber bêdeng dima
Û berf dibariya
Rêbendan porê min ê gewrbûyî bû, dicemidîm
Sibat ewladekî bêxêr bû, qaçax bû
Û dûr bû havîn dêyek bû
Şopên adarê li ser bedena min e
Roj wek cêwiyên heman xeberoşkê bûn
Nîsan di porê min de şil dibû tim
Bêdeng dima tu bênavber bêdeng dima
Û baranê dest pê dikir
Em pir li hêviya xwe hiştin
Qet di wextê xwe de nehat Gulan
Pûşper Aram bû ango kesekî wisa bû
Wek dermankirina birînan bû
Belkî Tîrmeh xewnek bû
Tebax bi stêrkan digirt ser şeva me
Gulek di ser sûc de dihat zeftkirin
Îlon qîrînên zarokekî bû
Bêdeng dima tu bênavber bêdeng dima
Û bê dest pê dikir
Wek pelekê rêya xwe windakirî bû Cotmeh
Me xwe bi wexêrî sirgûnan dikir
Gelo yên mayî em bûn an yên çûyî, nedihat zanîn
Mijdar di bê de pêşrewek bû
Û hebekî Itrî
Berfanbar bi dengê xwe dilerizî
Her çi qas wek xewnekê bêhnçikyayî bibuhure jî
Tu demsal bi qasî çavên te
Bêmerhamet bi kar neanî neşter
Bêdeng dima tu bênavber bêdeng dima
Û berf dibariya
A.Hicri İzgören
Werger: Lal Laleş, Yaqob Tilermenî
Çavkanî: http://www.kovaraw.com
SUSKUN
Susardın ve kar yağardı
Gözlerinde başlardı gece
Yarım kalmış kitaplarda biterdi.
Alnımızda bilenen kör bir bıçaktı zaman
Kırılmış aynalardı
Susardın, durmadan susardın
Ve kar yağardı
Ocak ağaran saçlarımdı
Şubat hayırsız bir evlattı, kaçaktı
Ve uzaktı yaz bir anaydı
Mart'ın izlerini taşırım bedenimde
Aynı masalın ikizleri gibiydi günler
Nisan saçlarımda ıslanırdı hep
Susardın, durmadan susardın
Ve yağmurlar başlardı
Çok bekletti bizi,
Hiç vaktinde gelmedi mayıs
Haziran Aram'dı ya da öyle biriydi
Temmuz bir düştü belki
Yaraları sarar gibiydi
Ağustos yıldızlarla basardı gecemizi
Bir gül suçüstü yakalanırdı
Eylül bir çocuğun çığlıklarıydı
Susardın, durmadan susardın
Ve rüzgârlar başlardı
Yolunu yitirmiş bir gezgin gibiydi ekim
Sürgünlere uğurlardık kendimizi
Kalan mı bizdik, giden mi
Bilinmezdi
Kasım rüzgârda bir yapraktı
Ve biraz ıtri
Kendi sesiyle irkilirdi
Aralık günlerin son neferi
Soluk bir düş geçse de
Hiçbir mevsim gözlerin kadar
Acımasız kullanmadı neşteri
Susardın ve kar yağardı
A. Hicri İZGÖREN