OPERASYON BAŞLIYOR -Arkadaşlaaarr, operasyon vaaarr! Herkes kalksın! Uykusunun ortasında duyduğu bu sesi anlamaya çalıştı. Gözlerini açıp, etrafına baktığında, herkesin aceleyle giyindiğini gördü. “Acele edin, daha hızlı daha hızlı! ” Herkes hazırdı anında. Bağırışlar, çığlıklar, koşturmacalar; kurşun, balyoz, kompresör ve bomba seslerine karışıyordu.
BİR YAZAR Gece uykuya daldıklarında, gergindiler. Bir haber bekliyorlardı. Hapishanelerde ölüm orucu altmış günü doldurmuştu. Saat 05:00’te telefon çaldı. Telefona bakan arkadaşı “Tamam, tamam” derken o ise ağzından çıkacak haberi bekliyordu. Televizyonu açtılar, haber doğruydu. Bir yerlere haber vermek, operasyonun durdurulması için gereken ne varsa yapmak gerekiyordu. Bir yandan ise soğukkanlılığını korumak... Bu çok zordu. Aradığı telefonlar kapalıydı. Saat altıya geliyor gün aydınlanıyordu. Telefonu açan uykulu seslere operasyonu anlatyor ve “lütfen, bir şeyler yapın” diyordu. Bir gazeteci yazara ulaştı ilkin. Olan biteni anlattı, “Hayır! hayır inanmıyorum! ” diyordu gazeteci yazar. Sonra bir sinema oyuncusuna ulaştı. “Hapishaneler” diyebildi. Sinema oyuncusu ise daha sözünün bitmesini bile beklemeden konuşmaya başladı. “Bakın ben Adalet Bakanlığı yetkilileri ile görüştüm. Yakında bir heyet gönderecekler” bu sefer O, sinema oyuncusunun sözünün bitmesini beklemeden atıldı. “Öldürüyorlar! Siz neden bahsediyorsunuz! Hepsini öldürüyorlaaaar! ” “Hayır! Hayır! olamaz öyle bir şey, bu imkansız” diyerek telefonu kapattı. Bütün takatı tükenmişti. Hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Televizyon haberleri operasyonu görüntülü olarak veriyordu. Bir sanatçı olmaktan öte, bir dost olarak gördüğü yazarı aradı. “Abii... hepsini öldürüyorlar. Yakıyorlar! Bir şeyler yapalım! operasyonu durduralım! ” Yazarın sesi gür ve toktu. “Operasyon durmaz! Yavrum sakin ol! Durmaz operasyon! Durmaaaaaz! ” İkiside bir an sustu. O ağlamayı, yazar ise bağırmayı kesti. Yazarın son cümleleri şunlardı: “Metanetli olmalıyız. Yoldaşlarımızı öldürdüler. Onları unutmayacağız. Bu katliamın hesabını ömrümüz boyunca soracağız, Sakin ol, sakin...“ ‘Yoldaşlarımız’. Böyle demişti yazar. Bu kelime bir anda şaşırıp kalmasına yetmişti. Telefonu usulca kapattı.
BİR ANA Günlerdir sabah erkenden televizyon başında oluyordu. Birkaç gün önce ki son ziyarette, bir şeyler olabileceğini sezmişti sanki. O günde erkenden kalktı. Kalktığında önce çay koyuyor sonra televizyonu açıyordu. Ama o gün, mutfağa gitmeden önce televizyonu açtı. Açar açmaz o manzarayla karşılaştı. Donup kaldı o an. O kanaldan o kanala dolanıyordu, her yerde aynıydı gördüğü. Eli ayağına dolaştı. Kalkıyor, telefona sarılıyor sonra kapatıyor, tekrar televizyonun başına oturuyordu. Gözü karşı duvardaki hapishanedeki oğlunun resmine takıldı. Yaşadığını bilerek son kez bakışıydı oğlunun resmine. Sonraki bakışları, yitirdiği evladın hasret ve acısıyla dolu olacaktı.
TAYAD Numarayı çevirirken eli titriyordu. Oldukça sakin bir ses tonuyla konuşmak zorundaydı. Çünkü arayacağı tutuklu yakını hastaydı. Aniden vereceği bu haberle şoka girebilirdi. -Merhaba nasılsın? -İyiyim n’oldu sabah sabah? Söylesene ne oldu? -Bak önce sakin ol, lütfen bir yere otur. -N’olduuuuu! - Hapishanelere operasyon yapıyorlar. Alo? Alo? Cevap versene Alooo! Karşı taraftan hiç ses gelmiyordu. Korktuğu başına gelmişti. Karşı taraftaki bayılıp, boylu boyunca yere yığılmıştı.
BERRİN- YASEMİN “Teslim olun” bağırtıları ve ayak sesleriyle uyandılar. Anlamışlardı. Bekliyorlardı zaten. Yataktan doğrulur doğrulmaz yanındakini uyandırdı biri. Koşarak yukardaki direnişçilerin yanına yöneldiler. Robocoplarla yanyana koşuyorlardı. Onlardan önce varmalıydılar. Hem koşuyor hem de “arkadaşlaaarr operasyoonn” diye bağırıyorlardı. Merdiven dönüşündeki ayakkabılığı devirmeleri, ara kapıyı kapatıp arkasına dolabı sürmeleri saniyeler sürmüştü sadece. Koğuşa girdiler. Ranza, dolap, masa ve sandalyeleri arkasına yığdılar. Direnişçiler en köşedeki Sevgi Abla’larının yatağının etrafına dizilmişlerdi. İki kişi yarım yamalak kurdukları barikatın üzerine çıkmışlardı. Berrin kolonya arıyordu. Barikatın üzerindeki biri durmuş onu izliyordu. Kapının diğer tarafından ayak sesleri yaklaşmıştı. Berrin bulduğu kolonyayı üzerine dökerken yere düşürmüştü. Zorluyorlardı kapıyı. Barikatın üzerindekiler sallanıyorlardı. Diğerleri de koşup, yükleniyorlardı barikata, yıkılmasın diye. Ama fayda etmiyordu. Üzerindekiler “barikatı tutamıyoruz” dediler. Bütün gözler Berrin’ e çevrildi o an.
ZEHRA Daha hava yeni aydınlanıyordu ki telefonu çaldı. Hem uykunun ortasında sıçramanın paniği hem de sabahın bir saati olmasının verdiği tedirginlikle telefona uzandı. Açtığında karşısındaki Zehra’ydı. “Baba hapishanelere operasyon var. Hemen hapishaneye gidin. Birilerine de haber ver” diyordu telaşlı sesiyle Zehra. Söyleyebildiği bu oldu sadece. Hapishane önüne koştu babası hemen. Yaklaştıkça boğuluyordu, yaklaştıkça ağırlığını hissediyordu karşılaşacaklarının. Bir el uzanıyordu O’na, ağlayan gözleriyle, kaskatı kesilmiş bedeniyle, “yavrum, oğlum gidiyor” diye haykıran bakışlarıyla bir ananın eliydi bu.
OPERASYON Bombalar hiç durmamıştı. Sürekli tarıyorlardı bir yandan da. Onlarda barikata malzeme taşıyorlardı durmadan. Girdikleri koğuşta kalan son ranzaları da aldılar. Barikata yaklaşıyorlardı ki yaylım ateşi başladı. Anında kendilerini yere attılar. Sonra dönüp arkalarındaki duvara baktıklarında delik deşik olduğunu gördüler ve “iyi kurtardık” diye düşündüler. Tekrar kalkıp barikata yöneldiler. O sırada “eğilerek yürüyün, vurulacaksınız” diye bağırdı biri. Ve kurşunların altında barikata vardılar. Ateş edilen camları battaniyelerle kapatıyorlardı ve anında paramparça oluyordu battaniyeler. O kurşunlar altından sağlam çıkmaları mucizeydi gerçekten. Bir yoldaşları öndeki barikata gitmiş ama hala gelmemişti. Tam bunu düşünüyorlardı ki, onun vurulduğu ve şehit düştüğü haberi geldi. Sanki o hapishane başlarına yıkılmıştı. Onun şehit düştüğünü hayal bile edemiyorlardı. Hemen orada saygı duruşunda durup, kısa bir anmasını yaptılar. Durmak, sızlanmak olmazdı. Tekrar barikatlarının başındaydılar. Aniden bir çığlık koptu “yaşıyor, ölmemiş yaşıyor, işte orada” diye. Hepsi o yöne baktılar. Gerçekten yaşıyordu ve sürünerek onlara doğru yaklaşıyordu. O an öyle bir sevinç çığlıkları yayıldı ki. O koşullar altında aldıkları en güzel haber buydu herhalde.
ALTI KADIN -Havlun nerde? -Bilmiyorum ki düşmüş, bulamıyorum. -Al benim havlumun bir ucunu da sen kapat ağzına. Yine birlikteydiler. Yaşamda ve ölümde. Yaşamı ve ölümü, ciğerlere doldurulacak temiz bir nefesi bile paylaşmanın hazzıydı yaşadıkları. Birazdan öleceklerdi. Bunu biliyorlardı.
“Göğsüme başını yasla, nefes alabiliyor musun? “Zor...” “Bak beni bırakıp gitme hemen. Özleeem duydun mu? Yok öyle erken gitmek! ” “Camları kıralım! İçeri hava girsin! ” Camları eline geçirdiği bir demir boru yardımıyla kırıyordu. Şefinur ve Seyhan atılan bombaları geri atıyordu. Sürekli tavanları deliyor ve değişik gazlar atıyorlardı. Direnişçilerin hepsini güvenli yere toplamışlardı. Karşı çatıda oldukları için koğuşun camlarından hareketlerini kontrol ediyorlardı. Onlar ne tarafa yönelirse, o taraftan tavanı deliyor ve ateş ediyorlardı. Şefinur eline aldığı demir bir boru parçasıyla camları kırıyordu. Kalorifer borularını parçalayarak akan suyla yatakları ve yastıkları ıslattılar.
İBİLİ İlk anda haberlerini almışlardı diğer yerlerinde. Televizyon başındakiler duydukları isimleri slogan atarak duyuruyordu diğerlerine. Altı kadının yakılışını duymuşlardı. Bedenini tutuşturanları da. Vakit kalmamıştı artık. Zamanı gelip çatmıştı... “Kura çekelim” diye önerdi İbili, kabul etti herkes. 15 tane kağıt hazırlayıp, herkesin isimlerini yazdı. Tek tek katlayıp avucunda salladı. Çekmeden hepsinin yüzüne baktı tek tek. Son kez sallayıp, çekti bir kağıdı. Sakince açtı katlı kağıdı. Anında bir gülümseme yayıldı yüzüne. Tekrar hepsine baktı ve kağıttaki ismi okudu; “Ahmet İbili”. Yüz ifadeleri değişti her birinin. Hem “ben” olamamanın üzüntüsü, hem de İbili’nin olmasının hüznü. Mutluydu İbili. Her zaman ki çocuk saflığındaki gülümseyişi yayılmıştı yüzüne. Ayrılacaktı birazdan onlardan. Yoldaşları için tutuşturacaktı bedenini. Toplandı bütün yoldaşları yanına. Bir bir kelimeler dökülüyordu ağzından “bir canım var. Bu canım halkıma ve vatanıma feda olsun”. Üst maltada yakacaktı kendini. Döndü ve merdivenlere yöneldi. Ardında bıraktıklarının her biri bir köşeye çeklidiler. Sakin sakin çıkıyordu merdivenleri. Ardındakiler ağlamaklı oluyorlardı. Bir yoldaşı onunla gitmek istedi son yerine kadar. Yürüyorlardı yanyana. Dayanamadı yanındaki “neden haksızlık yaptın” dedi İbili’ye. “Yoo, haksızlık değil, demokratik hakkımı kullandım” diye cevapladı İbili. Kura çektiğinde kendi ismini yazdığı kağıdı parmaklarına arasına sıkıştırmış ve onu çekmişti. Vedalaştılar birbirleriyle. “Sizleri seviyorum” dedi ve maltaya çıktı. Bidondaki sıvıyı üzerine düküyordu. Öyle rahat, öyle sakindi ki, sanki her zaman yaptığı bir işi yapıyordu. Elini cebine attı ve çakmağı çıkardı. Bir çaktı yanmadı çakmak, iki yaktı yine yanmadı. “Hay aksi” dedi gülerek. Başka bir çakmak çıkardı ve alevler sardı bedenini. Ateşten bir şelalenin altındaydı sanki. Derken maltanın diğer ucuna doğru koşmaya başladı. Slogan atarak koşuyordu üzerlerine. Bir süre sonra yere düştü ama öylece kalmadı. Son gücünü toplayıp tekrar kalktı ve koşmaya devam etti. Kurşunlar yağıyordu İbili’nin alevler içindeki bedenine. Durdu İbili artık. Kaşık tokuşturur gibi havadaydı kolları. Silifke oynar gibi döndü yerinde ve boylu boyunca yığıldı yere alevler içinde.
FIRAT Güldede’nin başından kan sızıyordu. Eğilip yüzünü öptü. Mazgallardan sürekli ateş ediliyor yaralananlar oluyordu. Megafonla sürekli “Teslim olun” çağrıları yapılıyordu. Şebeke tarafındaki koridora barikat kuracaklardı. Koğuşta bulunan masa ve sıraları bir türlü alamıyorlardı. Çünkü koğuş yaylım ateşi altındaydı. Bu arada Fırat; üzerine tiner dökmüş bir halde sakince bekliyordu. Barikata doğru ilerlemeye başladı. Kendini ateşleyerek zafer işaretleri içinde barikatı aştı.
HURİYE ANA Dumanlar durmuyordu hiç. Yanık et kokuları, kurşun sesleri... Meraklı bekleyiş, çaresiz bakışlar. Haykırışlar, ağıtlar karışıyordu birbirine. Dumanlar yükseliyordu bir yandan. Bir çığlık koptu o an, yürekten bir çığlık, belki bir yakarış “ Öl Fıratım, öl ama teslim olma onlara. Onursuzluğu kabul etme, öölll! ”. Anasını duyuyordu sanki Fırat. Ölüm yolunda ölünürdü ancak. Yüzlerce bombalarla silahlarla gelmişlerdi. Onlara karşı koyabilecekleri bir bedenleri vardı. Açlığa yatmaları yetmiyordu belli ki. Onlar içindi bu operasyon. Nasıl ki yoldaşları onları koruyorsa, onlarda korumalıydı yoldaşlarını. İbili’nin alevleri Fırat’ı sarmıştı şimdi. Yürüyordu Fırat alevler içinde... Huriye ananın gözleri duvarların ardını görmesede yüreği bütün bu olup biteni hissediyordu.
AŞUR Çakmağı Mesut’ a uzattı. Bir tek cümle etti. “Gözüm arkada kalmayacak” Mesut çakmağa baktı, birde Aşur’un gözlerine. Sonra saatini çıkardı. Onu başka bir yoldaşına uzattı. Sonra kalemini bir başkasına. Herkese bir hatıra bırakmak istiyordu. Üstünü başını yokladı, başka bir şey bulamadı. Her birini sıkı sıkı kucakladı. Elindeki tiner şişesiyle Ondördüncü Koğuşa girdi.
.....
Çakmağın yanması ve saçlarının tutuşması bir oldu. Alev saçlarından boynuna, vücuduna yayılıyordu. Barikat devrilmek üzereydi o sırada. Barikatın üzerindekiler indiler ve köşeye çekilerek direnişçilerin etrafına dizildiler. Bir iki yüklenmeyle içeri girdiler askerler ve girdiklerinde gördükleri, koğuşun ortasınad, ayakta alevler içinde yanan Berrin’in bedeni oldu.
ALTI KADIN Çırpınmasına engel olamıyordu. Elini ayağını kontrol edemiyor sinir gazının etkisiyle bütün vücudu kasılıyordu. Bütün hepsinin durumu aynıydı. Bayılıp ayılamayanlar oluyordu. Artık yüzlerindeki havlularda etki etmiyordu. Havlular bir anda yoğun ısının etkisiyle kuruyordu. Seyhan’ı farketti. Seyhan, tüm uyarılara aldırmıyor, gazlardan korunmak için yüzüne sarması gereken havluyla, kızgın bombaları tutarak dışarı atıyordu. O sırada sarı duman yayan gaz bombası ve yangın bombaları atılmaya başlandı. Ranzalar yanmaya başlamıştı. Gülser ranzaları söndürmeye çalışıyordu. Bayılanlar olmuştu. Yanlarına yöneldi bir kaçı ama kaldıramadılar. Diğerilerine bağırıp yardım istediler ama herkes birilerini kaldırmaya çalışıyordu. Mazgallardan alev püskürtmeye başladılar. Artık pervazlar dahil herşey yanıyordu. Hamide, Gülseren ve Birsen yan yana yatıyordu. Koğuşun kapısındaki dolabı çekmek için kalktı. Çıkacaklardı ama kapıya dayadıkları iki dolabı çekemiyorlardı. Birkaç kişi ancak küçük bir aralık açabilmişti. Ateş gibiydi dolap ve dokunamıyorlardı. Koğuşu boşaltmaya karar verdiler. Çıkmaya başladılar. Kendinde olan bir kaçı baygın yada yaralı olanları sürükleyerek çıkarabiliyordu ancak. Çıkarlarken üzerlerine kurşun yağıyordu. İki kişi ağır şekilde yanmıştı. Özellikle baş ve elleri yanmıştı. Onları taşıyarak, sürükleyerek havalandırmaya indiler. Çeşmeye götürüp önce suyun altına tuttular kafalarını. Daha sonra yanık yerlerine merhem sürüyorlardı. Çıkanlar sürekli öksürerek kendini yere atıyordu. Birden “ arkadaşlar yukarıda kalanlar, yangının içinden çıkamayanlar var” diye bir ses duydular. Telaşla birbirlerini kontrol ediyorlardı. Kimlerin kaldığını anlayamadılar. Yukarıya koştu bir kaçı. Kapının önünde dolapların arasına sıkışmış yanıyordu biri. Önce dumandan farkedemedi kim olduğunu. Eğilip çekmeye çalıştı. Gülser’ di bu.
AŞUR Ondördüncü koğuşun kapısı kalabalıktı. Herkes Aşur’ a bakıyordu. Üzerine tineri boca etti. Açılan havalandırma kapısından dışarıya baktı önce. Çakmağı çaktı. Alevler içinde havalandırmaya çıktı. Üç beş adım sonra dönüp son bir kez yoldaşlarına baktı. Kapının önündeki kalabalığın içindeydi. Aşur’a bakarken bir şiir mırıldanıyordu:
“Ağla yoldaş ağla Hüzünlüdür bütün ayrılıklar bilirsin Bütün ayrılıklarda Hüzün akar yüreklerden damla damla Başını omzuma yasla Ağla yoldaş ağla Ağla ağlayabildiğin kadar Gözyaşım, gözyaşlarına karışsın Sarıl yoldaş sarıl doyasıya Doysun yüreğim doyabildiği kadar Kanasın... Bırak kanasın yüreğim ne çıkar Bilirsin hüzünlüdür bütün ayrılıklar Zoruna gitmesin yaşamak Yükün ağır, Hayata layık olmaktır şimdi omuzlarımızdaki. Güle güle yoldaş, güle güle Yalnız... Yavaş git biraz, Doysun gözlerim sana “
HAPİSHANE İÇİ Günler ilerledikçe aldıkları şehit haberleri de artıyordu. Maltaya kocaman bir bez asılmıştı. Ellerinde ayakkabı boyası kendini feda edenlerin isimlerini yazıyorlardı; “Ahmet İbili, Fidan Kalşen, Fırat Tavuk, İrfan Ortakçı, Hasan Güngörmez, Halil Önder...” uzayıp gidiyordu liste. Tek tek isimleri okuyup “ölümsüzdür” diye slogan atıyorlardı. Bir süre sonra sığmaz oldu oraya isimler. “Aşur Korkmaz... Ölümsüzdür”...
ALTI KADIN Yukarı çıkamıyoruz! Gülserenler yukarda kaldı! Arapça ağıdı yükseliyor Hamide’nin. Hamide ellerini dizlerine vuruyor.
Gülserenler yukarda! Alevler her tarafı sardı yaklaşamıyoruz Ama... Gülserenler yukarda! Hayır! Hayır kalmış olamazlar kurtaralım onları! Arkadaşları onu güçlükle engelledi. Koğuşun içine girmeye kalksa onuda kaybedeceklerdi. Havalandırmanın ortasında elele tutuştular.
“Halkımızın gelini kınalamış elini Haydi halay çekelim Zılgıtlar sarsın bizi”
Bombalar ve tazyikli suyun altında halay çekiyorlardı. Koğuş, artık tamamen yanıyordu. Yangının ısısından pencere parmaklıklarının eğildiğini farkettiler.
MUSTAFA -CENGİZ- ALİ Kurşunlar üzerine yağıyordu. Canı yanıyordu. Sol bacağındaki şarapnel parçalarını temizledi. Bacağı kanıyordu. O sırada Mustafa’yı gördü. Bacağından yaralanmıştı. “Aşur, havalandırmanın ortasında kendini yaktı” dedi birisi. Koğuşun demir kapısına sürekli kurşun yağıyordu. Hep birlikte havalandırmaya çıktılar. Kurşun yağmurları altında halaya başladılar. “Halkımızın gelini, kınalamış elini...” Halayın tam ortasında iki kişi zeybek oynuyordu. Yaralılar da bu halayın ortasında yatıyorlardı. Operasyon timleri gördükleri manzara karşısında donup kaldılar bir an. Yoğun gaz bombası atışlarının ardından koğuşa girdiler. Koğuşa girerlerken yine tarama başladı. Cengiz’in bacağından vurulduğunu gördü. Öğlen oluyordu. Tekrar dışarıya çıkmaya karar verdiler. Tam da o sırada kapı mazgalından seri olarak tarandılar. Mustafa ikinci kez vuruldu. “Mustafa...” “.............” “Mustafa” “.............” Mustafa cevap vermiyordu. Ardından Cengiz ikinci kez yaralandı. Her ikisi de ölmüştü. Ali’nin yerde yattığını gördü. Başında alın bandı, sessizce yatıyordu. Ölmüştü. Yaralılar ve şehitleri dışarı çıkardılar. “Dayan yoldaşım...” “................” Murat Ördekçi’nin durumu iyice ağırlaşmış, son anlarını yaşıyordu.
TAYAD Klavyenin tuşlarına değen eli titriyordu. Harflere bir bir basıyor; operasyonda ölenlerin isimlerini basına fakslanacak olan metne yazıyordu. Aşur Korkmaz Fırat Tavuk Mustafa Yılmaz Cengiz Çalıkoparan Gülser Tuzcu Özlem Ercan Telefon sürekli çalıyor, yeni gelen isimleri listeye ekliyordu. Avukatla yaptığı telefon görüşmesinde son ismi bir daha tekrarlattı. Şefinur Tezgel... Listeye O’nuda ekledi. Yutkundu. Tekrar bilgisayarın başına geçti. Gözleri doluyor, yazdıklarını ekranda göremez hale gelinceye kadar eli gözlerine gitmiyordu. Kimseye farkettirmeden gözyaşlarını siliyor, dernekte çalışan arkadaşlarına yapılması gereken işleri söylüyordu. “Televizyon sürekli açık kalsın” “Haber muhabirlerinin cep telefonlarına ulaşmaya çalışalım” “Hapishane önündeki ailelerin de cep telefonlarına ulaşalım” “İnternete girmeyi ihmal etmeyelim”
Yıllar önce örgütlü olarak mücadeleye başladığında; bir gün gelipte arkadaşlarının katledildiği bu anları yaşayacağını bilse dayanma gücünü kendinde bulacağına asla ama asla inanmazdı. Şimdi ise ayaktaydı ve buna hala inanamıyor, duygularını bastırabilmek için olağanüstü bir çaba sarfediyordu. Duyguları ağır bassa hala katledilmekte olan yoldaşları için hiç bir şey yapamazdı. Haberler! dedi arkadaşı. Gözlerini televizyona çevirdi. Sağlık görevlileri ve jandarmalar arasında götürülen kadın tutsak “diri diri yaktılar” diye bağırıyordu kendisini görüntüleyen kameralara...
ERCAN “Uyuma, uyuma kalk. Kendine gel hadi, uyumaaa! ”. Arada gözlerini açıyor, gülümsüyor tekrar kapatıyordu gözlerini. “Hadi Ercan, n’olur uyuma.” Birşeyler söylemeye çalışıyor Ercan. Sesi çıkmıyor, anlaşılmıyor ne dediği. Ümüş başındaydı Ercan’ın “bizi korurken sen gittin. Bizim gitmemiz gerekirdi” diyor sürekli. Kendinden geçiyordu Ercan “Ercaann, uyan, uyan Ercan. Gitme Ercan, gitme” Duramadı daha Ercan, çok geçmeden son nefesini verdi. Bulundukları yerde duramazlardı artık. Herkes konferans salonuna çekildi. Ercan’ı da yanlarında taşıyarak oraya götürdüler. Salondaki sahne yaralılarla doluydu. Ercan’ı da yanlarına çıkardılar. Bir köşede yatan Rıza, Ercan’a bakıyordu. Hiçbir şey söylemiyordu. Yarası ağırdı onunda. Bayrağa sardılar Ercan’ı. Bir çoğu orada duydu şehit düştüğünü. Sonra tek tek gidip alnından öpüyorlardı Ercan’ın. Direnişçiler alın bantlarını bırakıyorlardı Ercan’ın üzerine. Çok istemişti Ercan’da alın bandını kuşanıp ölüme yatmayı. O zaman olmamıştı ama şimdi onların sırasını kapmıştı. Sazcısı, türkücüsüydü hapishanenin Ercan. Her zaman çıkardı o sahneye. Şimdi ise şehitliğiyle son kez yine o sahnedeydi.
OPERASYON Her yer yanıyordu. Artık gidecek yer kalmamış, küçücük bir yemekhaneye sıkışmıştı iki yüzden fazla insan. Direnişçiler alt katta daha güvenli bir yerdeydiler. Sürekli anonslar yapılıyordu megafonlardan. Üst üsteydiler orada. Duvarlara dokunulamıyordu. Her taraftan yakılıyorlardı. Tavanlardan açılan deliklerden gaz bombaları atılıyordu. Bir anons duyuldu o sıra “hiç biriniz sağ çıkamayacaksınız buradan. Hepiniz yanacaksınız. İki yüz tane kefen hazırladık, burada bekliyor” dedi o metal ses. Hiç düşünmeden anında cevap verdi içerden biri “biz burada üç yüz kişiyiz. İki yüz az gelir, yüz kefen daha hazırlayın”. Kesilmişti megafondaki ses. Bombaların peşinden farklı bir duman veriyorlardı deliklerden. Peşinden çoğu baygınlık geçiriyor ve çırpınmaya başlıyordu istem dışı. Ağzından köpük çıkanlar, kusanlar, sayıklayanlar. Tam bir cehennem yeri gibiydi. “Suu, suuu” diye sayıklıyordu herkes. Ama su yoktu. Bulundukları yerden çıkmak imkansızdı. Yanlarına aldıkları bir kaç serum suyu vardı ama bunlarda yaralılara gerekiyordu. Bir uçtan diğer uçta ki yaralılara uzatıyorlardı elden ele serumu. Yanıyor, susuzluktan ölüyorlardı ama serumu öylece ellerinden uzatıyorlardı diğerlerine. Biri de uzanıp içmeye çalışmadı onu. Önce yaralılardı önemli olan ve ağırları vardı aralarında. Saatlerce öylece o ateşlerin ortasında beklediler. Hiçbiri oradan sağ çıkacağını düşünmüyordu. Birden bir ses duyulmaya başladı “Yoldaşlar sizleri seviyoruuuzz”. Alt katta ki direnişçilere sesleniyorlardı. Ardından tek tek isimleri sayarak hep birlikte bağırmaya başladılar; “Veli Güneeşş... Sizi seviyoruuzz”, “Ali Rıza Demiiirr... Sizi seviyoruuuzz”... Böyle devam ediyorlardı. Karşılık verdi direnişçilerde onlara “Bizlerde sizi çok seviyoruuuzz”...
HAPİSHANE ÖNÜ Zaptedemiyorlardı bir türlü. Bir kaçı kolunu kavrıyor geri çekiyordu. Ama onları da itekleyerek atılıyordu tekrar. O sırada peşpeşe ambulanslar geldi hapishaneye. Ambulansları görünce artık sadece o değil bir çoğu o tarafa gitmek istiyordu. Geçemiyorlardı. İzin verilmiyordu evlatlarına koşmalarına. Yolun kenarında, yanındakinin kolunda yere yığıldı bir ana. “Yavrularım yavrularım. Biriniz, biriniz kurtulun. Bari biri allahım, biri kurtulsun” diye sayıklıyordu yığıldı yerde. Günlerdir oradaydılar. Günlerdir yağmurun altında aç, uykusuz evlatlarını bekliyorlardı. Kurşun bomba seslerine alışmışlardı ama yoğunlaşınca feryat kopuyordu. “Şimdi şimdi benim oğlum, benim oğlum gitti” diye feryat ediyorlardı. Son gündü. Siren sesleri ve ardından ambulanslar çıkmaya başladı. Ambulansı görünce çömeldiği yerden fırlayıp önüne atladı. Peşinden koşup çekmeye çalıştılar ama başaramadılar. Ambulans yavaşlamıştı. Hafiften çarptı ama çekilmedi önünden. Kapılarına vurmaya başladı. Diğerleri de koşmuştu ambulansın önüne. İlerleyemiyordu araç. Sonunda yardı ama, ana arkasındaki demirlerden tutunarak araçla beraber koşuyordu. Bir yerde tökezleyip yere yığıldı. Ağlıyor, bağırıyordu. Her çıkan ambulansı, durdurmaya çalışıyor, vuruyorlardı. Kimbilir hangisinin oğlu-kızı vardı o ambulanlarda. Ardından ringler çıkmaya başladı hızla. Peşinden hastanelere koştular onlarda. Kimi o acı haberi duymuştu, kimi yaralı olmasına şükretti. Kimi de daha sonra meskenleri olacak “F tipleri” ne koştular.
HAPİSHANE Kuruyan dudaklarından bir damla su sızdı ağzına. Hayat olmuştu o bir damla su. Ama sonra etki etmiyordu oda. Kan kaybı çok fazlaydı. Hepsine yetmesi için damla damla veriliyordu serum suyu. Kendinden geçiyordu artık. Üst üste bayılmıştı herkes. Yan tarafta biri, yanındakilerin ellerini sıkarak uyanık tutmaya çalışıyordu. Bir eli birinde diğeri ötekinde. Dumandan göremiyorlardı birbirlerini. Dokunarak hissediyorlardı ancak. O ellerini sıkınca onlarda onun elini sıkarak karşılık veriyordu. Bir ara yanındakilerden biri elini sıkmamıştı. O daha sıkı kavradı onun elini ve daha kuvvetli sıktı. Yine ondan tepki yoktu. Panikledi ve onu sarsmaya başladı “kendine geeell, uyuma, uyan uyan hadi” diyerek. Kıpırdamıyordu hala. Diğer yanındakinin elini de bırakamıyordu bir türlü. Sonra öteki elini sıktı ve gülmeye başladı. Bayılma numarası yapmıştı. O an sevniçte, kızgınlıkta birbirine karışmıştı. “Deli, korkuttun beni. Bende...” dedi, tamamlayamadı sözünü.
BİR ANA “İşte şu bak, mavi montlunun arkasındaki” “Hayır o değil. Bu esmer, o olamaz” “O işte O. Yaşıyor yaşıyor” diye diretiyordu oğluna. Kendisi de benzetemiyordu ama inanmak istiyordu. Bunun üzerine diretmedi daha da. “O değil ama birşey olmamıştır O’na, merak etme” diyordu bir yandan oğlu. Aynı gün nereye sevk olduğunu öğrendiler. İhtiyacı olabileceği şeyleri düşünüyor, hazırlık yapıyorlardı. O gün bir lif örmeye başladı hemen. “Şimdi ne haldedir. Temiz temiz yıkansın bari” diyordu. O gece örüp bitirdi. Ertesi gün oğluyla eşi hapishaneye gittiler. Akşam geç olmuş, ne gelmiş ne aramışlardı. Hapishanede bulamıyorlardı O’nu. Hastaneleri dolaşmaya başladılar. Listeler asılmıştı kapılarına hastanelerin. Ölenler ve yaralı olup orada olanlar. Yaralıların arasında da yoktu ismi. Sonra zor bela buldular ismini. Morgta diye yazıyordu. Morga gittiler daha sonra. “İnşallah burada değildir. İnşallah korktuğumuz başımıza gelmez” diyorlardı içlerinden. Ama birbirlerine hiçbir şey diyemiyorlardı. Kapısına geldiler morgun. Gencecik oğullarını, o buz gibi yerde cansız yatarken buldular. Anası ne gidip görebildi oğlunu, ne dokunabildi ondan kalan eşyalara. Bu yüzden hiç bir zaman inanmıyordu öldüğüne. Kaç gece kapıya çıkıp “acaba geç kaldı da kapı da mı kaldı” diye dolaşıyordu. Her gelenin arkasına bakıyordu, belki çıkıp gelmiştir diye. Ama geri gelmiyordu bir türlü. Anlattırmıyordu kimseye O’nun son halini. Çok acı çektiğini düşünüyor, dayanamıyordu. Yalnızca O’nu son gördüğü gibi hatırlamak istiyordu.
FİDAN Üzerine benzin döktü. Aklında olan tek şey yoldaşlarının hayatını kurtarmaktı. Herkesle vedalaştı. Çok mutlu olduğunu söyledi. Barikata doğru ilerledi. Sonra tekrar geri döndü. Çakmak almayı unutmuştu. Barikatın başına vardı. Operasyon timlerine operasyonu durdurmalarını söyledi. Operasyonu durdurmazlarsa kendini ateşe verceğini söyledi. Çakmağı çaktı. Önce saçları sonra bütün bedeni tutuşmuştu. Alevlerin içinde on dakika boyuca durdu. İki eliyle zafer işareti yapıyordu. Operasyon timleri şaşkınlık içindeydiler...
ÇANKIRI -Sular niye kesik? -Kaloriferlere su basılıyor ondan kesik, bi şey yok yatın siz! Onbeş dakika sonra askerlerin alt koridora dolduğunu gördüler. Suların kesilmesinin nedeni anlaşılmıştı. Havalandırmaya çıktıklarında üzerlerine kiremit ve gaz bombaları yağmaya başladı. Hasan Güngörmez saldırıyı durdurmazlarsa kendini yakacağını söyleyerek, kendini ateşe verdi. Ardından İrfan ortakçı.... İrfan ortakçının yanan bedenine tazyikli su ve kiremit atıyorlardı çatılardaki askerler. Sinir gazından dolayı bütün vücudu kasılıyordu. Kafasına ağır bir darbe aldı. Bilinci gidip geliyordu. Bir sesle irkildi “bu ölü, buna vurmayın” Ölmüş müydü? Yoksa yaşıyor muydu? Bilmiyordu. Yoğun bir acı hissediyordu. Vucüduna inen tekmeleri hissediyordu. Ölüler acı duyar mı? Ölmemişti. Konuşmak istedi ama konuşamadı. Sesi çıkmıyordu. “bu daha ölmemiş” diye bir ses duydu. Demk ki yaşıyordu. Bir arca bindirildi. Nereye götürülüyor bilmiyordu. Başından sürekli kan sızıyordu.
İLKER - İlker... İlker! Hadi kendine gel. - İlker, iyi misin?
Çok derinden duyduğu bu seslere tepki verme isteğiyle doluydu. Ne gözünü açabiliyor ne kıpırdayabiliyordu. Atılan gaz bombalarının etkisiyle genzi yanıyor, ağır bir uyku bastırıyordu. Çocukluğunda dışarda koştuğu Gültepe sokaklarından Yener’le tanıştığı günlere dalıp gidiyor. Sonra bir cümlede buluşuyor anıları. “Benim mezarım Yener’in de mezarı olacak! Yoldaşlarının sesiyle dönüyor o ana yine; - İlker! .. İlker hadi bir tepki ver. Cevap veremiyor
OPERASYON BAŞLIYOR
-Arkadaşlaaarr, operasyon vaaarr! Herkes kalksın!
Uykusunun ortasında duyduğu bu sesi anlamaya çalıştı. Gözlerini açıp, etrafına baktığında, herkesin aceleyle giyindiğini gördü. “Acele edin, daha hızlı daha hızlı! ” Herkes hazırdı anında. Bağırışlar, çığlıklar, koşturmacalar; kurşun, balyoz, kompresör ve bomba seslerine karışıyordu.
BİR YAZAR
Gece uykuya daldıklarında, gergindiler. Bir haber bekliyorlardı. Hapishanelerde ölüm orucu altmış günü doldurmuştu. Saat 05:00’te telefon çaldı. Telefona bakan arkadaşı “Tamam, tamam” derken o ise ağzından çıkacak haberi bekliyordu. Televizyonu açtılar, haber doğruydu. Bir yerlere haber vermek, operasyonun durdurulması için gereken ne varsa yapmak gerekiyordu. Bir yandan ise soğukkanlılığını korumak... Bu çok zordu.
Aradığı telefonlar kapalıydı. Saat altıya geliyor gün aydınlanıyordu. Telefonu açan uykulu seslere operasyonu anlatyor ve “lütfen, bir şeyler yapın” diyordu. Bir gazeteci yazara ulaştı ilkin.
Olan biteni anlattı, “Hayır! hayır inanmıyorum! ” diyordu gazeteci yazar. Sonra bir sinema oyuncusuna ulaştı. “Hapishaneler” diyebildi. Sinema oyuncusu ise daha sözünün bitmesini bile beklemeden konuşmaya başladı. “Bakın ben Adalet Bakanlığı yetkilileri ile görüştüm. Yakında bir heyet gönderecekler” bu sefer O, sinema oyuncusunun sözünün bitmesini beklemeden atıldı. “Öldürüyorlar! Siz neden bahsediyorsunuz! Hepsini öldürüyorlaaaar! ”
“Hayır! Hayır! olamaz öyle bir şey, bu imkansız” diyerek telefonu kapattı. Bütün takatı tükenmişti. Hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Televizyon haberleri operasyonu görüntülü olarak veriyordu. Bir sanatçı olmaktan öte, bir dost olarak gördüğü yazarı aradı.
“Abii... hepsini öldürüyorlar. Yakıyorlar! Bir şeyler yapalım! operasyonu durduralım! ”
Yazarın sesi gür ve toktu.
“Operasyon durmaz! Yavrum sakin ol! Durmaz operasyon! Durmaaaaaz! ”
İkiside bir an sustu. O ağlamayı, yazar ise bağırmayı kesti.
Yazarın son cümleleri şunlardı:
“Metanetli olmalıyız. Yoldaşlarımızı öldürdüler. Onları unutmayacağız. Bu katliamın hesabını ömrümüz boyunca soracağız, Sakin ol, sakin...“ ‘Yoldaşlarımız’. Böyle demişti yazar. Bu kelime bir anda şaşırıp kalmasına yetmişti. Telefonu usulca kapattı.
BİR ANA
Günlerdir sabah erkenden televizyon başında oluyordu. Birkaç gün önce ki son ziyarette, bir şeyler olabileceğini sezmişti sanki. O günde erkenden kalktı. Kalktığında önce çay koyuyor sonra televizyonu açıyordu. Ama o gün, mutfağa gitmeden önce televizyonu açtı. Açar açmaz o manzarayla karşılaştı. Donup kaldı o an. O kanaldan o kanala dolanıyordu, her yerde aynıydı gördüğü. Eli ayağına dolaştı. Kalkıyor, telefona sarılıyor sonra kapatıyor, tekrar televizyonun başına oturuyordu. Gözü karşı duvardaki hapishanedeki oğlunun resmine takıldı. Yaşadığını bilerek son kez bakışıydı oğlunun resmine. Sonraki bakışları, yitirdiği evladın hasret ve acısıyla dolu olacaktı.
TAYAD
Numarayı çevirirken eli titriyordu. Oldukça sakin bir ses tonuyla konuşmak zorundaydı. Çünkü arayacağı tutuklu yakını hastaydı. Aniden vereceği bu haberle şoka girebilirdi.
-Merhaba nasılsın?
-İyiyim n’oldu sabah sabah? Söylesene ne oldu?
-Bak önce sakin ol, lütfen bir yere otur.
-N’olduuuuu!
- Hapishanelere operasyon yapıyorlar. Alo? Alo? Cevap versene Alooo!
Karşı taraftan hiç ses gelmiyordu. Korktuğu başına gelmişti. Karşı taraftaki bayılıp, boylu boyunca yere yığılmıştı.
BERRİN- YASEMİN
“Teslim olun” bağırtıları ve ayak sesleriyle uyandılar. Anlamışlardı. Bekliyorlardı zaten. Yataktan doğrulur doğrulmaz yanındakini uyandırdı biri. Koşarak yukardaki direnişçilerin yanına yöneldiler. Robocoplarla yanyana koşuyorlardı. Onlardan önce varmalıydılar. Hem koşuyor hem de “arkadaşlaaarr operasyoonn” diye bağırıyorlardı.
Merdiven dönüşündeki ayakkabılığı devirmeleri, ara kapıyı kapatıp arkasına dolabı sürmeleri saniyeler sürmüştü sadece. Koğuşa girdiler. Ranza, dolap, masa ve sandalyeleri arkasına yığdılar. Direnişçiler en köşedeki Sevgi Abla’larının yatağının etrafına dizilmişlerdi. İki kişi yarım yamalak kurdukları barikatın üzerine çıkmışlardı.
Berrin kolonya arıyordu. Barikatın üzerindeki biri durmuş onu izliyordu. Kapının diğer tarafından ayak sesleri yaklaşmıştı. Berrin bulduğu kolonyayı üzerine dökerken yere düşürmüştü. Zorluyorlardı kapıyı. Barikatın üzerindekiler sallanıyorlardı. Diğerleri de koşup, yükleniyorlardı barikata, yıkılmasın diye. Ama fayda etmiyordu. Üzerindekiler “barikatı tutamıyoruz” dediler. Bütün gözler Berrin’ e çevrildi o an.
ZEHRA
Daha hava yeni aydınlanıyordu ki telefonu çaldı. Hem uykunun ortasında sıçramanın paniği hem de sabahın bir saati olmasının verdiği tedirginlikle telefona uzandı. Açtığında karşısındaki Zehra’ydı. “Baba hapishanelere operasyon var. Hemen hapishaneye gidin. Birilerine de haber ver” diyordu telaşlı sesiyle Zehra. Söyleyebildiği bu oldu sadece. Hapishane önüne koştu babası hemen. Yaklaştıkça boğuluyordu, yaklaştıkça ağırlığını hissediyordu karşılaşacaklarının.
Bir el uzanıyordu O’na, ağlayan gözleriyle, kaskatı kesilmiş bedeniyle, “yavrum, oğlum gidiyor” diye haykıran bakışlarıyla bir ananın eliydi bu.
OPERASYON
Bombalar hiç durmamıştı. Sürekli tarıyorlardı bir yandan da. Onlarda barikata malzeme taşıyorlardı durmadan. Girdikleri koğuşta kalan son ranzaları da aldılar. Barikata yaklaşıyorlardı ki yaylım ateşi başladı. Anında kendilerini yere attılar. Sonra dönüp arkalarındaki duvara baktıklarında delik deşik olduğunu gördüler ve “iyi kurtardık” diye düşündüler. Tekrar kalkıp barikata yöneldiler. O sırada “eğilerek yürüyün, vurulacaksınız” diye bağırdı biri. Ve kurşunların altında barikata vardılar. Ateş edilen camları battaniyelerle kapatıyorlardı ve anında paramparça oluyordu battaniyeler. O kurşunlar altından sağlam çıkmaları mucizeydi gerçekten.
Bir yoldaşları öndeki barikata gitmiş ama hala gelmemişti. Tam bunu düşünüyorlardı ki, onun vurulduğu ve şehit düştüğü haberi geldi. Sanki o hapishane başlarına yıkılmıştı. Onun şehit düştüğünü hayal bile edemiyorlardı. Hemen orada saygı duruşunda durup, kısa bir anmasını yaptılar. Durmak, sızlanmak olmazdı. Tekrar barikatlarının başındaydılar. Aniden bir çığlık koptu “yaşıyor, ölmemiş yaşıyor, işte orada” diye. Hepsi o yöne baktılar. Gerçekten yaşıyordu ve sürünerek onlara doğru yaklaşıyordu. O an öyle bir sevinç çığlıkları yayıldı ki. O koşullar altında aldıkları en güzel haber buydu herhalde.
ALTI KADIN
-Havlun nerde?
-Bilmiyorum ki düşmüş, bulamıyorum.
-Al benim havlumun bir ucunu da sen kapat ağzına.
Yine birlikteydiler. Yaşamda ve ölümde. Yaşamı ve ölümü, ciğerlere doldurulacak temiz bir nefesi bile paylaşmanın hazzıydı yaşadıkları. Birazdan öleceklerdi. Bunu biliyorlardı.
“Göğsüme başını yasla, nefes alabiliyor musun?
“Zor...”
“Bak beni bırakıp gitme hemen. Özleeem duydun mu? Yok öyle erken gitmek! ”
“Camları kıralım! İçeri hava girsin! ”
Camları eline geçirdiği bir demir boru yardımıyla kırıyordu. Şefinur ve Seyhan atılan bombaları geri atıyordu. Sürekli tavanları deliyor ve değişik gazlar atıyorlardı. Direnişçilerin hepsini güvenli yere toplamışlardı. Karşı çatıda oldukları için koğuşun camlarından hareketlerini kontrol ediyorlardı. Onlar ne tarafa yönelirse, o taraftan tavanı deliyor ve ateş ediyorlardı.
Şefinur eline aldığı demir bir boru parçasıyla camları kırıyordu.
Kalorifer borularını parçalayarak akan suyla yatakları ve yastıkları ıslattılar.
İBİLİ
İlk anda haberlerini almışlardı diğer yerlerinde. Televizyon başındakiler duydukları isimleri slogan atarak duyuruyordu diğerlerine. Altı kadının yakılışını duymuşlardı. Bedenini tutuşturanları da. Vakit kalmamıştı artık. Zamanı gelip çatmıştı...
“Kura çekelim” diye önerdi İbili, kabul etti herkes. 15 tane kağıt hazırlayıp, herkesin isimlerini yazdı. Tek tek katlayıp avucunda salladı. Çekmeden hepsinin yüzüne baktı tek tek. Son kez sallayıp, çekti bir kağıdı. Sakince açtı katlı kağıdı. Anında bir gülümseme yayıldı yüzüne. Tekrar hepsine baktı ve kağıttaki ismi okudu; “Ahmet İbili”. Yüz ifadeleri değişti her birinin. Hem “ben” olamamanın üzüntüsü, hem de İbili’nin olmasının hüznü.
Mutluydu İbili. Her zaman ki çocuk saflığındaki gülümseyişi yayılmıştı yüzüne. Ayrılacaktı birazdan onlardan. Yoldaşları için tutuşturacaktı bedenini. Toplandı bütün yoldaşları yanına. Bir bir kelimeler dökülüyordu ağzından “bir canım var. Bu canım halkıma ve vatanıma feda olsun”. Üst maltada yakacaktı kendini. Döndü ve merdivenlere yöneldi. Ardında bıraktıklarının her biri bir köşeye çeklidiler. Sakin sakin çıkıyordu merdivenleri. Ardındakiler ağlamaklı oluyorlardı. Bir yoldaşı onunla gitmek istedi son yerine kadar. Yürüyorlardı yanyana. Dayanamadı yanındaki “neden haksızlık yaptın” dedi İbili’ye. “Yoo, haksızlık değil, demokratik hakkımı kullandım” diye cevapladı İbili. Kura çektiğinde kendi ismini yazdığı kağıdı parmaklarına arasına sıkıştırmış ve onu çekmişti.
Vedalaştılar birbirleriyle. “Sizleri seviyorum” dedi ve maltaya çıktı. Bidondaki sıvıyı üzerine düküyordu. Öyle rahat, öyle sakindi ki, sanki her zaman yaptığı bir işi yapıyordu. Elini cebine attı ve çakmağı çıkardı. Bir çaktı yanmadı çakmak, iki yaktı yine yanmadı. “Hay aksi” dedi gülerek. Başka bir çakmak çıkardı ve alevler sardı bedenini. Ateşten bir şelalenin altındaydı sanki. Derken maltanın diğer ucuna doğru koşmaya başladı. Slogan atarak koşuyordu üzerlerine. Bir süre sonra yere düştü ama öylece kalmadı. Son gücünü toplayıp tekrar kalktı ve koşmaya devam etti. Kurşunlar yağıyordu İbili’nin alevler içindeki bedenine. Durdu İbili artık. Kaşık tokuşturur gibi havadaydı kolları. Silifke oynar gibi döndü yerinde ve boylu boyunca yığıldı yere alevler içinde.
FIRAT
Güldede’nin başından kan sızıyordu. Eğilip yüzünü öptü. Mazgallardan sürekli ateş ediliyor yaralananlar oluyordu.
Megafonla sürekli “Teslim olun” çağrıları yapılıyordu.
Şebeke tarafındaki koridora barikat kuracaklardı. Koğuşta bulunan masa ve sıraları bir türlü alamıyorlardı. Çünkü koğuş yaylım ateşi altındaydı. Bu arada Fırat; üzerine tiner dökmüş bir halde sakince bekliyordu.
Barikata doğru ilerlemeye başladı. Kendini ateşleyerek zafer işaretleri içinde barikatı aştı.
HURİYE ANA
Dumanlar durmuyordu hiç. Yanık et kokuları, kurşun sesleri...
Meraklı bekleyiş, çaresiz bakışlar. Haykırışlar, ağıtlar karışıyordu birbirine. Dumanlar yükseliyordu bir yandan. Bir çığlık koptu o an, yürekten bir çığlık, belki bir yakarış “ Öl Fıratım, öl ama teslim olma onlara. Onursuzluğu kabul etme, öölll! ”.
Anasını duyuyordu sanki Fırat. Ölüm yolunda ölünürdü ancak. Yüzlerce bombalarla silahlarla gelmişlerdi. Onlara karşı koyabilecekleri bir bedenleri vardı. Açlığa yatmaları yetmiyordu belli ki. Onlar içindi bu operasyon. Nasıl ki yoldaşları onları koruyorsa, onlarda korumalıydı yoldaşlarını. İbili’nin alevleri Fırat’ı sarmıştı şimdi. Yürüyordu Fırat alevler içinde... Huriye ananın gözleri duvarların ardını görmesede yüreği bütün bu olup biteni hissediyordu.
AŞUR
Çakmağı Mesut’ a uzattı. Bir tek cümle etti. “Gözüm arkada kalmayacak” Mesut çakmağa baktı, birde Aşur’un gözlerine.
Sonra saatini çıkardı. Onu başka bir yoldaşına uzattı. Sonra kalemini bir başkasına. Herkese bir hatıra bırakmak istiyordu. Üstünü başını yokladı, başka bir şey bulamadı. Her birini sıkı sıkı kucakladı. Elindeki tiner şişesiyle Ondördüncü Koğuşa girdi.
.....
Çakmağın yanması ve saçlarının tutuşması bir oldu. Alev saçlarından boynuna, vücuduna yayılıyordu. Barikat devrilmek üzereydi o sırada. Barikatın üzerindekiler indiler ve köşeye çekilerek direnişçilerin etrafına dizildiler. Bir iki yüklenmeyle içeri girdiler askerler ve girdiklerinde gördükleri, koğuşun ortasınad, ayakta alevler içinde yanan Berrin’in bedeni oldu.
ALTI KADIN
Çırpınmasına engel olamıyordu. Elini ayağını kontrol edemiyor sinir gazının etkisiyle bütün vücudu kasılıyordu. Bütün hepsinin durumu aynıydı. Bayılıp ayılamayanlar oluyordu.
Artık yüzlerindeki havlularda etki etmiyordu. Havlular bir anda yoğun ısının etkisiyle kuruyordu. Seyhan’ı farketti. Seyhan, tüm uyarılara aldırmıyor, gazlardan korunmak için yüzüne sarması gereken havluyla, kızgın bombaları tutarak dışarı atıyordu. O sırada sarı duman yayan gaz bombası ve yangın bombaları atılmaya başlandı. Ranzalar yanmaya başlamıştı. Gülser ranzaları söndürmeye çalışıyordu. Bayılanlar olmuştu. Yanlarına yöneldi bir kaçı ama kaldıramadılar. Diğerilerine bağırıp yardım istediler ama herkes birilerini kaldırmaya çalışıyordu.
Mazgallardan alev püskürtmeye başladılar. Artık pervazlar dahil herşey yanıyordu. Hamide, Gülseren ve Birsen yan yana yatıyordu.
Koğuşun kapısındaki dolabı çekmek için kalktı. Çıkacaklardı ama kapıya dayadıkları iki dolabı çekemiyorlardı. Birkaç kişi ancak küçük bir aralık açabilmişti. Ateş gibiydi dolap ve dokunamıyorlardı.
Koğuşu boşaltmaya karar verdiler. Çıkmaya başladılar. Kendinde olan bir kaçı baygın yada yaralı olanları sürükleyerek çıkarabiliyordu ancak. Çıkarlarken üzerlerine kurşun yağıyordu.
İki kişi ağır şekilde yanmıştı. Özellikle baş ve elleri yanmıştı. Onları taşıyarak, sürükleyerek havalandırmaya indiler. Çeşmeye götürüp önce suyun altına tuttular kafalarını. Daha sonra yanık yerlerine merhem sürüyorlardı. Çıkanlar sürekli öksürerek kendini yere atıyordu. Birden “ arkadaşlar yukarıda kalanlar, yangının içinden çıkamayanlar var” diye bir ses duydular. Telaşla birbirlerini kontrol ediyorlardı. Kimlerin kaldığını anlayamadılar. Yukarıya koştu bir kaçı. Kapının önünde dolapların arasına sıkışmış yanıyordu biri. Önce dumandan farkedemedi kim olduğunu. Eğilip çekmeye çalıştı. Gülser’ di bu.
AŞUR
Ondördüncü koğuşun kapısı kalabalıktı. Herkes Aşur’ a bakıyordu.
Üzerine tineri boca etti. Açılan havalandırma kapısından dışarıya baktı önce. Çakmağı çaktı.
Alevler içinde havalandırmaya çıktı. Üç beş adım sonra dönüp son bir kez yoldaşlarına baktı.
Kapının önündeki kalabalığın içindeydi. Aşur’a bakarken bir şiir mırıldanıyordu:
“Ağla yoldaş ağla
Hüzünlüdür bütün ayrılıklar bilirsin
Bütün ayrılıklarda
Hüzün akar yüreklerden damla damla
Başını omzuma yasla
Ağla yoldaş ağla
Ağla ağlayabildiğin kadar
Gözyaşım, gözyaşlarına karışsın
Sarıl yoldaş sarıl doyasıya
Doysun yüreğim doyabildiği kadar
Kanasın...
Bırak kanasın yüreğim ne çıkar
Bilirsin hüzünlüdür bütün ayrılıklar
Zoruna gitmesin yaşamak
Yükün ağır,
Hayata layık olmaktır şimdi
omuzlarımızdaki.
Güle güle yoldaş, güle güle
Yalnız...
Yavaş git biraz,
Doysun gözlerim sana “
HAPİSHANE İÇİ
Günler ilerledikçe aldıkları şehit haberleri de artıyordu. Maltaya kocaman bir bez asılmıştı. Ellerinde ayakkabı boyası kendini feda edenlerin isimlerini yazıyorlardı; “Ahmet İbili, Fidan Kalşen, Fırat Tavuk, İrfan Ortakçı, Hasan Güngörmez, Halil Önder...” uzayıp gidiyordu liste. Tek tek isimleri okuyup “ölümsüzdür” diye slogan atıyorlardı. Bir süre sonra sığmaz oldu oraya isimler. “Aşur Korkmaz... Ölümsüzdür”...
ALTI KADIN
Yukarı çıkamıyoruz! Gülserenler yukarda kaldı!
Arapça ağıdı yükseliyor Hamide’nin. Hamide ellerini dizlerine vuruyor.
Gülserenler yukarda!
Alevler her tarafı sardı yaklaşamıyoruz
Ama... Gülserenler yukarda!
Hayır! Hayır kalmış olamazlar kurtaralım onları!
Arkadaşları onu güçlükle engelledi. Koğuşun içine girmeye kalksa onuda kaybedeceklerdi.
Havalandırmanın ortasında elele tutuştular.
“Halkımızın gelini kınalamış elini
Haydi halay çekelim
Zılgıtlar sarsın bizi”
Bombalar ve tazyikli suyun altında halay çekiyorlardı.
Koğuş, artık tamamen yanıyordu. Yangının ısısından pencere parmaklıklarının eğildiğini farkettiler.
MUSTAFA -CENGİZ- ALİ
Kurşunlar üzerine yağıyordu.
Canı yanıyordu. Sol bacağındaki şarapnel parçalarını temizledi. Bacağı kanıyordu. O sırada Mustafa’yı gördü. Bacağından yaralanmıştı.
“Aşur, havalandırmanın ortasında kendini yaktı” dedi birisi.
Koğuşun demir kapısına sürekli kurşun yağıyordu.
Hep birlikte havalandırmaya çıktılar. Kurşun yağmurları altında halaya başladılar. “Halkımızın gelini, kınalamış elini...” Halayın tam ortasında iki kişi zeybek oynuyordu. Yaralılar da bu halayın ortasında yatıyorlardı.
Operasyon timleri gördükleri manzara karşısında donup kaldılar bir an.
Yoğun gaz bombası atışlarının ardından koğuşa girdiler. Koğuşa girerlerken yine tarama başladı. Cengiz’in bacağından vurulduğunu gördü.
Öğlen oluyordu. Tekrar dışarıya çıkmaya karar verdiler. Tam da o sırada kapı mazgalından seri olarak tarandılar.
Mustafa ikinci kez vuruldu.
“Mustafa...”
“.............”
“Mustafa”
“.............”
Mustafa cevap vermiyordu. Ardından Cengiz ikinci kez yaralandı. Her ikisi de ölmüştü.
Ali’nin yerde yattığını gördü. Başında alın bandı, sessizce yatıyordu. Ölmüştü.
Yaralılar ve şehitleri dışarı çıkardılar.
“Dayan yoldaşım...”
“................”
Murat Ördekçi’nin durumu iyice ağırlaşmış, son anlarını yaşıyordu.
TAYAD
Klavyenin tuşlarına değen eli titriyordu. Harflere bir bir basıyor; operasyonda ölenlerin isimlerini basına fakslanacak olan metne yazıyordu.
Aşur Korkmaz
Fırat Tavuk
Mustafa Yılmaz
Cengiz Çalıkoparan
Gülser Tuzcu
Özlem Ercan
Telefon sürekli çalıyor, yeni gelen isimleri listeye ekliyordu.
Avukatla yaptığı telefon görüşmesinde son ismi bir daha tekrarlattı.
Şefinur Tezgel...
Listeye O’nuda ekledi. Yutkundu. Tekrar bilgisayarın başına geçti. Gözleri doluyor, yazdıklarını ekranda göremez hale gelinceye kadar eli gözlerine gitmiyordu. Kimseye farkettirmeden gözyaşlarını siliyor, dernekte çalışan arkadaşlarına yapılması gereken işleri söylüyordu.
“Televizyon sürekli açık kalsın”
“Haber muhabirlerinin cep telefonlarına ulaşmaya çalışalım”
“Hapishane önündeki ailelerin de cep telefonlarına ulaşalım”
“İnternete girmeyi ihmal etmeyelim”
Yıllar önce örgütlü olarak mücadeleye başladığında; bir gün gelipte arkadaşlarının katledildiği bu anları yaşayacağını bilse dayanma gücünü kendinde bulacağına asla ama asla inanmazdı. Şimdi ise ayaktaydı ve buna hala inanamıyor, duygularını bastırabilmek için olağanüstü bir çaba sarfediyordu. Duyguları ağır bassa hala katledilmekte olan yoldaşları için hiç bir şey yapamazdı.
Haberler! dedi arkadaşı. Gözlerini televizyona çevirdi.
Sağlık görevlileri ve jandarmalar arasında götürülen kadın tutsak “diri diri yaktılar” diye bağırıyordu kendisini görüntüleyen kameralara...
ERCAN
“Uyuma, uyuma kalk. Kendine gel hadi, uyumaaa! ”.
Arada gözlerini açıyor, gülümsüyor tekrar kapatıyordu gözlerini. “Hadi Ercan, n’olur uyuma.” Birşeyler söylemeye çalışıyor Ercan. Sesi çıkmıyor, anlaşılmıyor ne dediği. Ümüş başındaydı Ercan’ın “bizi korurken sen gittin. Bizim gitmemiz gerekirdi” diyor sürekli. Kendinden geçiyordu Ercan “Ercaann, uyan, uyan Ercan. Gitme Ercan, gitme” Duramadı daha Ercan, çok geçmeden son nefesini verdi. Bulundukları yerde duramazlardı artık. Herkes konferans salonuna çekildi. Ercan’ı da yanlarında taşıyarak oraya götürdüler.
Salondaki sahne yaralılarla doluydu. Ercan’ı da yanlarına çıkardılar. Bir köşede yatan Rıza, Ercan’a bakıyordu. Hiçbir şey söylemiyordu. Yarası ağırdı onunda. Bayrağa sardılar Ercan’ı. Bir çoğu orada duydu şehit düştüğünü. Sonra tek tek gidip alnından öpüyorlardı Ercan’ın. Direnişçiler alın bantlarını bırakıyorlardı Ercan’ın üzerine. Çok istemişti Ercan’da alın bandını kuşanıp ölüme yatmayı. O zaman olmamıştı ama şimdi onların sırasını kapmıştı.
Sazcısı, türkücüsüydü hapishanenin Ercan. Her zaman çıkardı o sahneye. Şimdi ise şehitliğiyle son kez yine o sahnedeydi.
OPERASYON
Her yer yanıyordu. Artık gidecek yer kalmamış, küçücük bir yemekhaneye sıkışmıştı iki yüzden fazla insan. Direnişçiler alt katta daha güvenli bir yerdeydiler. Sürekli anonslar yapılıyordu megafonlardan. Üst üsteydiler orada. Duvarlara dokunulamıyordu. Her taraftan yakılıyorlardı. Tavanlardan açılan deliklerden gaz bombaları atılıyordu. Bir anons duyuldu o sıra “hiç biriniz sağ çıkamayacaksınız buradan. Hepiniz yanacaksınız. İki yüz tane kefen hazırladık, burada bekliyor” dedi o metal ses. Hiç düşünmeden anında cevap verdi içerden biri “biz burada üç yüz kişiyiz. İki yüz az gelir, yüz kefen daha hazırlayın”. Kesilmişti megafondaki ses.
Bombaların peşinden farklı bir duman veriyorlardı deliklerden. Peşinden çoğu baygınlık geçiriyor ve çırpınmaya başlıyordu istem dışı. Ağzından köpük çıkanlar, kusanlar, sayıklayanlar. Tam bir cehennem yeri gibiydi. “Suu, suuu” diye sayıklıyordu herkes. Ama su yoktu. Bulundukları yerden çıkmak imkansızdı. Yanlarına aldıkları bir kaç serum suyu vardı ama bunlarda yaralılara gerekiyordu. Bir uçtan diğer uçta ki yaralılara uzatıyorlardı elden ele serumu. Yanıyor, susuzluktan ölüyorlardı ama serumu öylece ellerinden uzatıyorlardı diğerlerine. Biri de uzanıp içmeye çalışmadı onu. Önce yaralılardı önemli olan ve ağırları vardı aralarında.
Saatlerce öylece o ateşlerin ortasında beklediler. Hiçbiri oradan sağ çıkacağını düşünmüyordu. Birden bir ses duyulmaya başladı “Yoldaşlar sizleri seviyoruuuzz”. Alt katta ki direnişçilere sesleniyorlardı. Ardından tek tek isimleri sayarak hep birlikte bağırmaya başladılar; “Veli Güneeşş... Sizi seviyoruuzz”, “Ali Rıza Demiiirr... Sizi seviyoruuuzz”... Böyle devam ediyorlardı. Karşılık verdi direnişçilerde onlara “Bizlerde sizi çok seviyoruuuzz”...
HAPİSHANE ÖNÜ
Zaptedemiyorlardı bir türlü. Bir kaçı kolunu kavrıyor geri çekiyordu. Ama onları da itekleyerek atılıyordu tekrar. O sırada peşpeşe ambulanslar geldi hapishaneye. Ambulansları görünce artık sadece o değil bir çoğu o tarafa gitmek istiyordu. Geçemiyorlardı. İzin verilmiyordu evlatlarına koşmalarına. Yolun kenarında, yanındakinin kolunda yere yığıldı bir ana. “Yavrularım yavrularım. Biriniz, biriniz kurtulun. Bari biri allahım, biri kurtulsun” diye sayıklıyordu yığıldı yerde. Günlerdir oradaydılar. Günlerdir yağmurun altında aç, uykusuz evlatlarını bekliyorlardı. Kurşun bomba seslerine alışmışlardı ama yoğunlaşınca feryat kopuyordu. “Şimdi şimdi benim oğlum, benim oğlum gitti” diye feryat ediyorlardı.
Son gündü. Siren sesleri ve ardından ambulanslar çıkmaya başladı. Ambulansı görünce çömeldiği yerden fırlayıp önüne atladı. Peşinden koşup çekmeye çalıştılar ama başaramadılar. Ambulans yavaşlamıştı. Hafiften çarptı ama çekilmedi önünden. Kapılarına vurmaya başladı. Diğerleri de koşmuştu ambulansın önüne. İlerleyemiyordu araç. Sonunda yardı ama, ana arkasındaki demirlerden tutunarak araçla beraber koşuyordu. Bir yerde tökezleyip yere yığıldı. Ağlıyor, bağırıyordu. Her çıkan ambulansı, durdurmaya çalışıyor, vuruyorlardı. Kimbilir hangisinin oğlu-kızı vardı o ambulanlarda. Ardından ringler çıkmaya başladı hızla. Peşinden hastanelere koştular onlarda. Kimi o acı haberi duymuştu, kimi yaralı olmasına şükretti. Kimi de daha sonra meskenleri olacak “F tipleri” ne koştular.
HAPİSHANE
Kuruyan dudaklarından bir damla su sızdı ağzına. Hayat olmuştu o bir damla su. Ama sonra etki etmiyordu oda. Kan kaybı çok fazlaydı. Hepsine yetmesi için damla damla veriliyordu serum suyu. Kendinden geçiyordu artık. Üst üste bayılmıştı herkes.
Yan tarafta biri, yanındakilerin ellerini sıkarak uyanık tutmaya çalışıyordu. Bir eli birinde diğeri ötekinde. Dumandan göremiyorlardı birbirlerini. Dokunarak hissediyorlardı ancak. O ellerini sıkınca onlarda onun elini sıkarak karşılık veriyordu. Bir ara yanındakilerden biri elini sıkmamıştı. O daha sıkı kavradı onun elini ve daha kuvvetli sıktı. Yine ondan tepki yoktu. Panikledi ve onu sarsmaya başladı “kendine geeell, uyuma, uyan uyan hadi” diyerek. Kıpırdamıyordu hala. Diğer yanındakinin elini de bırakamıyordu bir türlü. Sonra öteki elini sıktı ve gülmeye başladı. Bayılma numarası yapmıştı. O an sevniçte, kızgınlıkta birbirine karışmıştı. “Deli, korkuttun beni. Bende...” dedi, tamamlayamadı sözünü.
BİR ANA
“İşte şu bak, mavi montlunun arkasındaki”
“Hayır o değil. Bu esmer, o olamaz”
“O işte O. Yaşıyor yaşıyor” diye diretiyordu oğluna. Kendisi de benzetemiyordu ama inanmak istiyordu. Bunun üzerine diretmedi daha da. “O değil ama birşey olmamıştır O’na, merak etme” diyordu bir yandan oğlu.
Aynı gün nereye sevk olduğunu öğrendiler. İhtiyacı olabileceği şeyleri düşünüyor, hazırlık yapıyorlardı. O gün bir lif örmeye başladı hemen. “Şimdi ne haldedir. Temiz temiz yıkansın bari” diyordu. O gece örüp bitirdi. Ertesi gün oğluyla eşi hapishaneye gittiler. Akşam geç olmuş, ne gelmiş ne aramışlardı.
Hapishanede bulamıyorlardı O’nu. Hastaneleri dolaşmaya başladılar. Listeler asılmıştı kapılarına hastanelerin. Ölenler ve yaralı olup orada olanlar. Yaralıların arasında da yoktu ismi. Sonra zor bela buldular ismini. Morgta diye yazıyordu. Morga gittiler daha sonra. “İnşallah burada değildir. İnşallah korktuğumuz başımıza gelmez” diyorlardı içlerinden. Ama birbirlerine hiçbir şey diyemiyorlardı. Kapısına geldiler morgun. Gencecik oğullarını, o buz gibi yerde cansız yatarken buldular.
Anası ne gidip görebildi oğlunu, ne dokunabildi ondan kalan eşyalara. Bu yüzden hiç bir zaman inanmıyordu öldüğüne. Kaç gece kapıya çıkıp “acaba geç kaldı da kapı da mı kaldı” diye dolaşıyordu. Her gelenin arkasına bakıyordu, belki çıkıp gelmiştir diye. Ama geri gelmiyordu bir türlü. Anlattırmıyordu kimseye O’nun son halini. Çok acı çektiğini düşünüyor, dayanamıyordu. Yalnızca O’nu son gördüğü gibi hatırlamak istiyordu.
FİDAN
Üzerine benzin döktü. Aklında olan tek şey yoldaşlarının hayatını kurtarmaktı.
Herkesle vedalaştı. Çok mutlu olduğunu söyledi.
Barikata doğru ilerledi. Sonra tekrar geri döndü. Çakmak almayı unutmuştu. Barikatın başına vardı. Operasyon timlerine operasyonu durdurmalarını söyledi. Operasyonu durdurmazlarsa kendini ateşe verceğini söyledi. Çakmağı çaktı. Önce saçları sonra bütün bedeni tutuşmuştu.
Alevlerin içinde on dakika boyuca durdu. İki eliyle zafer işareti yapıyordu. Operasyon timleri şaşkınlık içindeydiler...
ÇANKIRI
-Sular niye kesik?
-Kaloriferlere su basılıyor ondan kesik, bi şey yok yatın siz!
Onbeş dakika sonra askerlerin alt koridora dolduğunu gördüler. Suların kesilmesinin nedeni anlaşılmıştı. Havalandırmaya çıktıklarında üzerlerine kiremit ve gaz bombaları yağmaya başladı.
Hasan Güngörmez saldırıyı durdurmazlarsa kendini yakacağını söyleyerek, kendini ateşe verdi.
Ardından İrfan ortakçı.... İrfan ortakçının yanan bedenine tazyikli su ve kiremit atıyorlardı çatılardaki askerler.
Sinir gazından dolayı bütün vücudu kasılıyordu. Kafasına ağır bir darbe aldı. Bilinci gidip geliyordu. Bir sesle irkildi
“bu ölü, buna vurmayın”
Ölmüş müydü? Yoksa yaşıyor muydu? Bilmiyordu. Yoğun bir acı hissediyordu. Vucüduna inen tekmeleri hissediyordu. Ölüler acı duyar mı? Ölmemişti. Konuşmak istedi ama konuşamadı. Sesi çıkmıyordu.
“bu daha ölmemiş” diye bir ses duydu. Demk ki yaşıyordu. Bir arca bindirildi. Nereye götürülüyor bilmiyordu. Başından sürekli kan sızıyordu.
İLKER
- İlker... İlker! Hadi kendine gel.
- İlker, iyi misin?
Çok derinden duyduğu bu seslere tepki verme isteğiyle doluydu.
Ne gözünü açabiliyor ne kıpırdayabiliyordu. Atılan gaz bombalarının etkisiyle genzi yanıyor, ağır bir uyku bastırıyordu.
Çocukluğunda dışarda koştuğu Gültepe sokaklarından Yener’le tanıştığı günlere dalıp gidiyor. Sonra bir cümlede buluşuyor anıları.
“Benim mezarım Yener’in de mezarı olacak!
Yoldaşlarının sesiyle dönüyor o ana yine;
- İlker! .. İlker hadi bir tepki ver.
Cevap veremiyor