“Sen adam olmazsın! ” Her hata edişimde benim de duymak zorunda kaldığım çocukluk kâbusumu bir okurum yeniden hatırlattı… Böylece kâbusun yıkıcı etkilerini tekrar tekrar düşünme fırsatı buldum. Nasıl da incinir, yamulur insanın çocuksuluğu; özgüvenini yitirip tutunamayacağı karamsarlığına nasıl da kapılır… Halbuki söyleyen için tek cümleciktir söylenen, öylesine atılmıştır ortaya, öfke bulutunun geçmesi adına, öylesine söylenmiş bir sözcükler dizisidir. Bu cümleyi söyleyenin yüreği soğurken, söylenenin yüreği tutuşur. Söyleyen söyleyip gider, gitmesiyle etkisi bitti zanneder. Söylenen ise katılır kalır, bu etkisi yıllarca sürecek yıkılmışlığın katılmışlığıdır. Bu yüzden Murat Soyugezer’in mektubundan çok etkilendim: “Babam, ne zaman, ona göre yanlış bir şey yapsam ya da verdiği herhangi bir işi istediği zaman içinde istediği gibi sonuçlandıramasam, tek cümlelik iğrenç bir yafta asar boynuma: ‘Sen adam olmazsın’ yaftası! Kırk yaşında bir inşaat mühendisi olmama rağmen, hiç eğitim almamış babamın bu cümlesinin etkisini, üstelik kendi evimde, eşimin ve çocuklarımın gözlerinin önünde, hâlâ üzerimde denemeye kalkışması karşısında kendimi zaptedemedim. Sonradan benim de yadırgadığım çok sert bir tepki gösterdim. Sonra incittiğimi düşünüp çok üzüldüm. Biraz düşünseler olmaz mı? Düşünseler ki; çocukluğumuzu bu sözlerle zehir ediyorlar bize. Kendi başarısızlığımızdan kendimize ders çıkarabileceğimiz yaşa ve eğitime geldiğimiz zamanlarda bile aynı tekerleme dayatılıyor: ‘Sen adam olmazsın! ’ Sonra da babalığını koz olarak kullananların dört elle sarıldığı meşhur hikâyeyi belki yüzüncü defa anlatmaya başlıyor: - Efendim, çocuğun birine, babası, sık sık ‘Sen adam olamazsın’ dermiş. Çocuk okumuş, yazmış vali olmuş. Ve bir gün babasını huzuruna çağırıp sormuş: ‘Bana adam olmazsın derdin ya baba, bak işte vali oldum.’ Babası, vali koltuğunda oturan oğlunun suratına şöyle küçümseyerek baktıktan sonra: ‘Adam olmazsın demiştim oğlum, vali olamazsın dememiştim. Nitekim vali oldun, ama adam olamadın. Gerçekten adam olsaydın babanı ayağına çağırmazdın.’ O gün kendimi tutamadım, babamın hikâyesi bitince dedim ki: ‘Adam olamazsın diye diye büyütülen bir çocuktan ancak bu kadar adam olur baba.’ Bütün gece somurtup oturdu. Sanırım anlatmak istediğimi anlamıştır. Sadece paylaşmak istedim.” Anlıyorum sevgili dostum; sizi inciten şey, derece derece hepimizin çocukluğunu, hatta gençliğini inciten şeydir. Ne hikmetse, iyi yetişmemiş kimi yetişkinler, kendi çocuklarını incitmekte üstünlük ararlar. Halbuki babanın evlatlarına üstünlük kurmak gibi bir mecburiyetleri yoktur. Babalar “yargıç” olmak zorunda değil, “öğretmen” olmak zorundadırlar… Özellikle de sevmeyi öğretmeye çalışmalıdırlar. Sevmeyi öğretmenin en iyi yolu sevmekten geçer! • “Filanca çok para kazandı, büyük adam oldu” derler... Yani “adam olmak”, bizde ya cebi dolu olmak ya da yüksek bir makamda bulunmak anlamına geliyor. Ya “insan” olmanın anlamı? .. Her para sahibi, her makam-mevki sahibi “insan” mı sanki? .. Bakın gazetelere: İnsanlıktan çıkmış kaç makam-mevki sahibi, kaç servet-şöhret sahibi “insan” göreceksiniz her gün. Aslında “insanlık” parayla, pulla, makamla, mevkiyle ölçülemez. İslâm tefekküründe, gerçek insan, “kulluk” şuurunda özgürleşmiş kişidir. Ölçü makam-mevki ya da servet-şöhret değil, sadece “takva”dır... Ölçü “Allah’a yakın olma” ölçüsüdür... Bu anlamda, dünyasını küçük bir bohçaya sığdırabilen kişidir “gerçek insan…” Yine o kişidir “büyük adam”. Tefekkür insanları, dünyalarını bohçalamış, bohçayı koltuklarının altına sıkıştırmış, tüm fani dünyalarını gittikleri yere koltuklarının altında götürmüşler. Ne zaman “dünyasını bohçaya sığdıran adam” tipini düşünmeye başlasam, Bediüzzaman Said Nursî gözlerimin önüne gelir. Orta yaşı devrik bir çağda sürgüne gönderilirken, koltuğunun altında bir bohça vardı: Bütün maddî dünyasını küçük bir bohçaya sığdırmıştı. İçinde yamalı bir cübbe, bir sarık, bir tas, iki çay bardağı, bir tahta kaşık, bir miktar çay, şeker ve çok az bir para vardı. (Öldüğünde bohçasından bunlar çıkmıştı.) Ama yaşarken çok zulüm, çok baskı gördü... Zindan zindan dolaştırıldı... Yıllar boyu bir bohçalık dünyalığının hesabı soruldu ondan... Bir zamanlar bu ülkede, dünyalıklarını dünyalara sığdıramayanlar, dünyalarını bir bohçaya sığdıranlardan hesap soruyordu. Dünyalarını bohçaya sığdıranlar, dünyalıklarını dünyaya sığdıramayanlardan daha kolay hesap verirler, Mahkeme-i Kübra’da, Allah’a... Orada, mazlumlar ödüllendirilir, zalimler ise cezalandırılır: Bakarsınız ki mazlum hizmetçi, zalim efendisine efendi olmuş... “Zalimler için yaşasın cehennem! ” diyor, Bediüzzaman. Makamına-mevkiine, servetine-şöhretine güvenip mazlumun ahını alanların cezalandırılacağı Mahkeme-i Kübra bin yaşasın!
Her hata edişimde benim de duymak zorunda kaldığım çocukluk kâbusumu bir okurum yeniden hatırlattı…
Böylece kâbusun yıkıcı etkilerini tekrar tekrar düşünme fırsatı buldum.
Nasıl da incinir, yamulur insanın çocuksuluğu; özgüvenini yitirip tutunamayacağı karamsarlığına nasıl da kapılır…
Halbuki söyleyen için tek cümleciktir söylenen, öylesine atılmıştır ortaya, öfke bulutunun geçmesi adına, öylesine söylenmiş bir sözcükler dizisidir.
Bu cümleyi söyleyenin yüreği soğurken, söylenenin yüreği tutuşur.
Söyleyen söyleyip gider, gitmesiyle etkisi bitti zanneder. Söylenen ise katılır kalır, bu etkisi yıllarca sürecek yıkılmışlığın katılmışlığıdır.
Bu yüzden Murat Soyugezer’in mektubundan çok etkilendim:
“Babam, ne zaman, ona göre yanlış bir şey yapsam ya da verdiği herhangi bir işi istediği zaman içinde istediği gibi sonuçlandıramasam, tek cümlelik iğrenç bir yafta asar boynuma: ‘Sen adam olmazsın’ yaftası!
Kırk yaşında bir inşaat mühendisi olmama rağmen, hiç eğitim almamış babamın bu cümlesinin etkisini, üstelik kendi evimde, eşimin ve çocuklarımın gözlerinin önünde, hâlâ üzerimde denemeye kalkışması karşısında kendimi zaptedemedim. Sonradan benim de yadırgadığım çok sert bir tepki gösterdim. Sonra incittiğimi düşünüp çok üzüldüm. Biraz düşünseler olmaz mı? Düşünseler ki; çocukluğumuzu bu sözlerle zehir ediyorlar bize. Kendi başarısızlığımızdan kendimize ders çıkarabileceğimiz yaşa ve eğitime geldiğimiz zamanlarda bile aynı tekerleme dayatılıyor: ‘Sen adam olmazsın! ’
Sonra da babalığını koz olarak kullananların dört elle sarıldığı meşhur hikâyeyi belki yüzüncü defa anlatmaya başlıyor:
- Efendim, çocuğun birine, babası, sık sık ‘Sen adam olamazsın’ dermiş. Çocuk okumuş, yazmış vali olmuş. Ve bir gün babasını huzuruna çağırıp sormuş: ‘Bana adam olmazsın derdin ya baba, bak işte vali oldum.’ Babası, vali koltuğunda oturan oğlunun suratına şöyle küçümseyerek baktıktan sonra: ‘Adam olmazsın demiştim oğlum, vali olamazsın dememiştim. Nitekim vali oldun, ama adam olamadın. Gerçekten adam olsaydın babanı ayağına çağırmazdın.’
O gün kendimi tutamadım, babamın hikâyesi bitince dedim ki: ‘Adam olamazsın diye diye büyütülen bir çocuktan ancak bu kadar adam olur baba.’
Bütün gece somurtup oturdu. Sanırım anlatmak istediğimi anlamıştır. Sadece paylaşmak istedim.”
Anlıyorum sevgili dostum; sizi inciten şey, derece derece hepimizin çocukluğunu, hatta gençliğini inciten şeydir. Ne hikmetse, iyi yetişmemiş kimi yetişkinler, kendi çocuklarını incitmekte üstünlük ararlar. Halbuki babanın evlatlarına üstünlük kurmak gibi bir mecburiyetleri yoktur. Babalar “yargıç” olmak zorunda değil, “öğretmen” olmak zorundadırlar…
Özellikle de sevmeyi öğretmeye çalışmalıdırlar.
Sevmeyi öğretmenin en iyi yolu sevmekten geçer!
•
“Filanca çok para kazandı, büyük adam oldu” derler... Yani “adam olmak”, bizde ya cebi dolu olmak ya da yüksek bir makamda bulunmak anlamına geliyor. Ya “insan” olmanın anlamı? ..
Her para sahibi, her makam-mevki sahibi “insan” mı sanki? ..
Bakın gazetelere: İnsanlıktan çıkmış kaç makam-mevki sahibi, kaç servet-şöhret sahibi “insan” göreceksiniz her gün.
Aslında “insanlık” parayla, pulla, makamla, mevkiyle ölçülemez. İslâm tefekküründe, gerçek insan, “kulluk” şuurunda özgürleşmiş kişidir.
Ölçü makam-mevki ya da servet-şöhret değil, sadece “takva”dır...
Ölçü “Allah’a yakın olma” ölçüsüdür...
Bu anlamda, dünyasını küçük bir bohçaya sığdırabilen kişidir “gerçek insan…”
Yine o kişidir “büyük adam”.
Tefekkür insanları, dünyalarını bohçalamış, bohçayı koltuklarının altına sıkıştırmış, tüm fani dünyalarını gittikleri yere koltuklarının altında götürmüşler.
Ne zaman “dünyasını bohçaya sığdıran adam” tipini düşünmeye başlasam, Bediüzzaman Said Nursî gözlerimin önüne gelir.
Orta yaşı devrik bir çağda sürgüne gönderilirken, koltuğunun altında bir bohça vardı: Bütün maddî dünyasını küçük bir bohçaya sığdırmıştı. İçinde yamalı bir cübbe, bir sarık, bir tas, iki çay bardağı, bir tahta kaşık, bir miktar çay, şeker ve çok az bir para vardı. (Öldüğünde bohçasından bunlar çıkmıştı.)
Ama yaşarken çok zulüm, çok baskı gördü... Zindan zindan dolaştırıldı...
Yıllar boyu bir bohçalık dünyalığının hesabı soruldu ondan...
Bir zamanlar bu ülkede, dünyalıklarını dünyalara sığdıramayanlar, dünyalarını bir bohçaya sığdıranlardan hesap soruyordu.
Dünyalarını bohçaya sığdıranlar, dünyalıklarını dünyaya sığdıramayanlardan daha kolay hesap verirler, Mahkeme-i Kübra’da, Allah’a...
Orada, mazlumlar ödüllendirilir, zalimler ise cezalandırılır: Bakarsınız ki mazlum hizmetçi, zalim efendisine efendi olmuş... “Zalimler için yaşasın cehennem! ” diyor, Bediüzzaman. Makamına-mevkiine, servetine-şöhretine güvenip mazlumun ahını alanların cezalandırılacağı Mahkeme-i Kübra bin yaşasın!