Sevileyim derken erkenden soldum Bin bir dertlere tek ortak ben oldum Sardın her yanımı sen ile doldum Bir kez olsun halimi görmedin yar
Bir özüm vardı kalmadı eridi Güzel yüzün gözlerime fer idi Hep bilenler böyle olur der idi Bir kez olsun halimi bilmedin yar
Duam oldun yalvarırım her gece Dilimde bilmecesin hece hece Divaneyim dönerim gündüz gece Bir kez olsun halimi sormadın yar
Lale, nergis hoş kokan sümbül müsün? Yaktın bağrımı yoksa sen gül müsün? Gül bahçemde ağlayan bülbül müsün? Bir kez olsun halimi duymadın yar
Zehra Yılmaz
-
Birisi bana çocukluğumun ilk hatıralarını sorsa hayatımın bazı acı sergüzeştlerini bir yana bırakıp şu oturduğumuz kocaman evin kocamış halini anlatırdım herhalde. Çocukken kapısından ilk girişimde bu evin bana neler göstereceğini hayatımın acı yanı bol olan hengâmelerini yaşatacağını ve burada bu kadar çok kalacağımı kaldıkça alışıp seveceğimi ayrılık vaktini hiç düşünmemiştim demekte ilk sözlerim olurdu tabiî ki. Ev şehrin en eski mahallelerinden birinde ve o mahallenin en güzel yerindeydi. Ben küçükken bu ev o kadar büyüktü ki dünya sadece bu mahalle ve bu evden ibaret zannederdim. Ben büyüdükçe bu evinde büyüyeceğini sonradan anlayacaktım. Ama yinede dede yadigârı olan bu evin diğer bütün evlere inat güzellikleri vardı. Mesela kale kapısına benzeyen o zamanlar gözüme büyük mü büyük görünen öyle bir kapısı vardı ki iki tane vuruşlu olan tokmakları çalındığında mahalleyi inim inim inletirdi. Evet, iki vuruşlu diyorum. Çünkü bu ev bir Osmanlı şaheseriydi. İnce düşünceli o büyük mimar dedelerimizin bilinçli olarak yaptığı bu vuruşlardan ince ses çıkaranı kadınlar kalın ses çıkaranı erkekler içindi ki hane halkı kapıyı ona göre açsın. Tabi ben bunları sonradan öğrendim benim ilk gördüğümde bu güzel Osmanlı işlemeli tokmaklar hane halkını sinirlendirmek için yapılan birer oyun edevatı idi. Neden mi boş zamanlarımda kapıyı çalıp bu tokmakların o güzel seslerini dinlemek çok eğlenceliydi de ondan. Kapıdan içeriye girilince beton arma küçük bir avlu vardı Avlunun sonunda enli enli üç basamak merdivenle inilen Arnavut kaldırımlarına benzeyen daha büyük bir avlu vardı ki burası evin en göz alıcı yerlerinden biriydi. Mesela iki tane karşılıklı dikilmiş dut ağacı vardı. Bunlardan birisi siyah diğeri ise beyaz duttu. Ben büyüdükçe büyüyen bu dut ağaçlarının zamanla kesileceğini dallarına kurduğumuz salıncakların ben on sekiz yaşıma geldiğimde birer anı olarak kalacağını anımsamak bile istemiyorum. Ve bu avlunun öyle bir havuzu vardı ki işte önceleri bu evin kalbi bu havuzdan atarmış. Köpük köpük kaynayan suyu öyle tazyikli akarmış ki evin bütün damarlarına can verir can verdikçe sevinir komşuların kıskanmalarına rağmen bu suya göz nazar değmez güzelim havuz dolup dolup taşarmış. Tabi bütün bunlar o çağlayanlar gibi oluk oluk akan suya belediye el koymadan önceymiş. Şimdi o havuzcağız küçük bir belediye musluğu ile yetinmek zorunda bırakıldı. Ne acı değil mi. Dede yadigârı olan ve belinin bükük hali orasına burasına çakılan direkleriyle de elinde bastonla gezen ihtiyarlamış dedelere benzeyen bu evde odaların çok olması hesabiyle çok insan yaşarmış. Aşağı kattaki odalarda yukarı katta insan yaşayan odalara karşılık yine dededen kalma meslek olan dokumacılık süre getirilirmiş. Biz bu eve gelmeden önce memleketin en güzel kumaş dokumaları bu evden çıkarmış. Şimdi boş duran bu odalarda sadece kırılmış dokuma tezgâhları duymak isteyenlere de bu tezgâhların sesleri var. Bize gelen yaşlı misafirlerimizin gözleri gençliklerini arar eve baktıkça anıları tazelenir ve de anlatmaya başlarlardı en güzel hatıralarını. Masal gibi dinlerdim anlatılan anlatıldıkça özlenen o gençlik hezeyanlarını. Kimi gelin gelişini kimi gelin gidişini anlatırdı bu evden. Doğan çocuklar onların ebeleri kim bilir kaç bebek dünyaya gözünü açmıştı bu evde. Kavgaların küskünlüklerin pişmanlıkları başlamış bu evden çıkınca o insanlarda. Ölenlerin acısı kat kat artmış yüreklerinde. Her senenin özel günlerinde ve özelliklede on iki şubat- kurtuluş günümüzde-geleneksel davet verirmiş dedelerimiz. İleri gelen aileler şehrin yönetici erkânı ve fakirlerden oluşan insan gurupları bu davetlere icabet edermiş. Çeşit çeşit yemekler yapılır akın akın gelen insanlara sunulurmuş. Bu güzel anıları öyle güzel anlatırlardı ki evin duvarlarına baksam bir resim gibi o günleri göreceğimi zannederdim. Sonraları bu evin o ihtişamlı günleri bitmiş. Ölenler çoğaldıkça evin tadı kaçmış. İnsanları para ve ayrı ayrı evde oturma hırsı bürüdükçe güzelim evi teker teker terk etmişler. Kırık dökük kerpiç duvarlı çardakları çatlak bu evi bir başına bırakmışlar. Bir müddet kimse oturmamış. İşte bu kıimsenin oturmadığı zamanlarda evin mirasçılarından olan Mahmut dedem şimdi rahmetli oldu diğer mirasçıların parasını verip evi üzerine almış. Dokuma dokunan odaları birer ahır haline getirip hayvancılık yapmaya başlamış. İnek besler süt satarlarmış. O inekler biz bu eve geldiğimizde de vardı satılan sütlerden epeyce nasibimizi almışız herhalde. Dedem iri yarı kocaman bir adamdı bağırır çağırır sinirlenirdi ama çokta korkak bir adamdı. Anneannem çok güzel bir kızmış. Dedem anneanneme âşık olmuş bunu herkes bir efsane gibi anlatır. Dedem eski nişanlısını bırakıp anneannemi bu eve gelin olarak getirdiğinde Onatlı anneannemde on dört yaşındaymış. Dedem askere gittiğinde tam iki çocukları varmış. Onlarda herkes gibi bu evin şaşaasından nasiplenmişler. Anneannemin gelin olarak geldiği bu evden annem gelin çıkmış. Babamla yedi mutlu yıl geçirmişler bu yıllar içerisinde kardeşim ve ben dünyaya gelmişiz. Bu zamanlar bu evin boş kaldığı zamanlara denk geliyor. İşte o günlerde ben beş yaşındayken annemle babam babaannemlerden ayrılmaya karar vermişler. Bu boş duran ev onlar için biçilmiş kaftan olmuş ve bu eve taşınmışlar. Taşındığımız günü hatırlıyorum. Kıştı yılbaşına tam bir ay vardı. Güç bela yerleşmiş Sonraları ne badireler atlatacağımız odamıza soba kurup oturmuştuk. Ellerim üşümüş kıpkırmızı kesilmişti. O anda hatırladığım uyurken ellerimin babamın elleri arsında olduğudur. Bir ay güzel geçti annemle babam kendilerine ait bir evleri olduğu için çok mutlulardı tabi bende. Ama kaderin bize neler hazırladığını ve hangi çeşit bir imtihanla karşılaşacağımızı bilmiyorduk. Bu bir ayın sonunda başımıza neler geleceğini seksen yedinin yılbaşı gecesinde anladık. Babam beyin kanaması nedeniyle hayatını kaybetmişti. O günleri pek fazla anımsamak istemiyorum. İşte o günden sonra bu eski evin kaderi yeniden değişti. Gelin çıktığı eve iki çocukla dönen annem bu koca evde tek başına yaşayamazdı.bu sebepten anneannemle dedem yeniden bu eve taşındılar.O zamanlar fatih dayım bekardı şimdi oda rahmetli oldu.onunla beraber altı kişi bu evi paylaşıyorduk.dayımla kardeş gibi büyüdük.tam on yıl onlarla oturduk biz büyümüştük ve annem artık yalnız kalmaktan korkmuyordu.onuncu senenin sonunda onlardan ayrıldık.Sanki kader bu evi bize bağlıyordu ki evden onlar gitti biz kaldık.Ve altı yıldır da mutlu mutsuz ne varsa yaşadığımız bu evde üç kişi oturuyoruz.Hayatımın ilk hatıralarını bu evde yaşamamın ve onları hatırlamamın nedenlerini şimdi daha iyi anlıyorum.ve biz bu sene bu ahşap evden çıkmayı düşünüyoruz.kim bilir biz çıkınca neler gelecek zavallı evimizin başına şu güzelim havuzu kimler seyredecek,ayazından görünen tüm şehrin gündüzleri yeşil ağaçlarla geceleri parıl parıl yanan ışıklı manzarası kimleri kandıracak,çatısına yağan yağmurların sesleri kimleri mest edecek,gömme dolaplı odaları kimleri barındıracak merdivenleri kedileri kuşları boyası dökülen duvarları musandalaları ve daha bilmem ne kadar güzelliği kimlerin alacak.Kim katlanacak akan tavanına kim her rüzgarda yıkıldı yıkılacak diye uykusunu kaçıracak ve yazın dolup taşan misafirlerini kim ağırlayacak ya bu ev yıkılırsa o kadar anıyı hangi duvarlara sığdıracağız.Sanırım her şeye rağmen bu evi özleyeceğim.son kez bakmak bu evi içimde taşımama yetecek mi.? Öyle tahmin ediyorum ki biz bu evden ayrılırken bir romanın son sayfaları kopacak.
2002
Babasızlık farkı
Çocukluğumda hiç kimse bana anneni mi daha çok seviyorsun yoksa babanı mı diye bir soru yöneltmedi. Çünkü hayat bana sadece annemi sevmemi söyledi. Ben sadece bana ait olan bu kuralı hiç kimseye söylemiyordum zaten hiç kimse de hatırlatmıyordu. Bu iyi bir şey oluyordu belki de çünkü bu sayede ben bu katı kuralı tepiyor annemi de babamı da çok seviyor ve kendi kendime bana asla sorulmayacak olan o soruya akıllıca bir cevap buluyordum. Benden böyle bir cevabı duymadıkları içinde akıllı bir çocuk olduğumu hiç kimse fark etmiyordu.
Zaman hızla geçiyor ve ben çocuklara bu tatlı sorudan başka şeyler söylendiğini de öğreniyordum. Tabi başka başka içinde kardeşim ve ben olmayan çocuklara, yaramazlık yapan çocuklara oysa bizde yaramazlık yapıyorduk. Ama hiç kimse bize sol elinin o uzun ince işaret parmağını gözümüz hizasında sallayıp göstererek akşam baban gelince görüşürüz babana söyleyeyim de gör ya da babası şu çocuğuna baksana gibisinden can sıkıcı ve gereksiz bir laf kalabalığı bahşetmiyordu. Belki de bu yüzden kalabalık değil yalnız geçti her günümüz. Bütün çocuklar hayatın gereksiz hengâmelerini öğreniyorken biz hayattayken yapmamız gerekenleri öğrendik hep.
Sonraları okul denen başka bir şey daha çıktı karşımıza. Bütün çocukları babaları götürürken bizi ilk amcamız götürüyordu okula. Bir başka amcamız defter kalem veriyor, biz kardeşimle silgiyi bıçakla ikiye bölüyorduk paylaşmak için. Herkes çifter çifter silgiler kullanırken bizim elimizi değil belki ama yüreğimizi kanatıyordu o hain bıçaklar. Okula alışıyorduk yavaş yavaş öğretmenlerin babanız ne iş yapıyor soruları ara sıra gerçekte olsa genellikle yalanla yanıtlanıyordu. Ağır geliyordu herkesin içinde gerçeği söylemek. Veli toplantılarına kimi zaman amcalar gidiyor kimi zamanda hiç bir şeyden haberi bile olmayan dayılar ama çoğu zaman hiç kimse. Zayıf getirmekten korkmuyorduk karnede ya da istemiyorduk çok çalışıp takdir teşekkür almak, çünkü ne birileri kızıyordu zayıf karneyi görünce ne de bebek bisiklet müjdesi veriliyordu takdir teşekkür getirince. İzin almadan gidiyorduk her yere, kayboluyorduk bir gün bir parkta kardeşimle oyuna dalıp bulmaya başkaları geliyordu. Bir numara büyük gelse de bize hayat, dolaşıyorduk mahallenin her yerini diğer bütün çocuklarına inat. Komşular seviyordu bizi asıl sevmesi gerekenlerin yerine. Annem çaresiz,hatasız riyasız ve yalansız büyütmeye çalışıyordu bizi,günler aylar yıllar geçiyor bir yanımız kırık bir yanımız eksik bir yanımız sessiz büyüyorduk büyüdük.... Liseyi bitirdik yalanlarla gerçekler arasında hayat bir angaryadan ibaretmiş öğrendik. Ve küçükken hatırlatılmayan kuralları gün geldi hayat hatırlattı. Hadi hayat size babanızın öldüğünü hatırlatmadan siz onu hatırlayın. koşun kucaklayın..........................
Zehra Yılmaz
-
Tesadüf
Sanma ki âşık olunma sırası sana gelmişti Hayır Sadece âşık olma sırası bana gelmişti Ve karşıma sen çıkmıştın
Sevileyim derken erkenden soldum
Bin bir dertlere tek ortak ben oldum
Sardın her yanımı sen ile doldum
Bir kez olsun halimi görmedin yar
Bir özüm vardı kalmadı eridi
Güzel yüzün gözlerime fer idi
Hep bilenler böyle olur der idi
Bir kez olsun halimi bilmedin yar
Duam oldun yalvarırım her gece
Dilimde bilmecesin hece hece
Divaneyim dönerim gündüz gece
Bir kez olsun halimi sormadın yar
Lale, nergis hoş kokan sümbül müsün?
Yaktın bağrımı yoksa sen gül müsün?
Gül bahçemde ağlayan bülbül müsün?
Bir kez olsun halimi duymadın yar
Zehra Yılmaz
-
Birisi bana çocukluğumun ilk hatıralarını sorsa hayatımın bazı acı sergüzeştlerini bir yana bırakıp şu oturduğumuz kocaman evin kocamış halini anlatırdım herhalde. Çocukken kapısından ilk girişimde bu evin bana neler göstereceğini hayatımın acı yanı bol olan hengâmelerini yaşatacağını ve burada bu kadar çok kalacağımı kaldıkça alışıp seveceğimi ayrılık vaktini hiç düşünmemiştim demekte
ilk sözlerim olurdu tabiî ki.
Ev şehrin en eski mahallelerinden birinde ve o mahallenin en güzel yerindeydi. Ben küçükken bu ev o kadar büyüktü ki dünya sadece bu mahalle ve bu evden ibaret zannederdim. Ben büyüdükçe bu evinde büyüyeceğini sonradan anlayacaktım. Ama yinede dede yadigârı olan bu evin diğer bütün evlere inat güzellikleri vardı. Mesela kale kapısına benzeyen o zamanlar gözüme büyük mü büyük görünen öyle bir kapısı vardı ki iki tane vuruşlu olan tokmakları çalındığında mahalleyi inim inim inletirdi. Evet, iki vuruşlu diyorum. Çünkü bu ev bir Osmanlı şaheseriydi. İnce düşünceli o büyük mimar dedelerimizin bilinçli olarak yaptığı bu vuruşlardan ince ses çıkaranı kadınlar kalın ses çıkaranı erkekler içindi ki hane halkı kapıyı ona göre açsın. Tabi ben bunları sonradan öğrendim benim ilk gördüğümde bu güzel Osmanlı işlemeli tokmaklar hane halkını sinirlendirmek için yapılan birer oyun edevatı idi. Neden mi boş zamanlarımda kapıyı çalıp bu tokmakların o güzel seslerini dinlemek çok eğlenceliydi de ondan.
Kapıdan içeriye girilince beton arma küçük bir avlu vardı Avlunun sonunda enli enli üç basamak merdivenle inilen Arnavut kaldırımlarına benzeyen daha büyük bir avlu vardı ki burası evin en göz alıcı yerlerinden biriydi. Mesela iki tane karşılıklı dikilmiş dut ağacı vardı. Bunlardan birisi siyah diğeri ise beyaz duttu. Ben büyüdükçe büyüyen bu dut ağaçlarının zamanla kesileceğini dallarına kurduğumuz salıncakların ben on sekiz yaşıma geldiğimde birer anı olarak kalacağını anımsamak bile istemiyorum. Ve bu avlunun öyle bir havuzu vardı ki işte önceleri bu evin kalbi bu havuzdan atarmış. Köpük köpük kaynayan suyu öyle tazyikli akarmış ki evin bütün damarlarına can verir can verdikçe sevinir komşuların kıskanmalarına rağmen bu suya göz nazar değmez güzelim havuz dolup dolup taşarmış. Tabi bütün bunlar o çağlayanlar gibi oluk oluk akan suya belediye el koymadan önceymiş. Şimdi o havuzcağız küçük bir belediye musluğu ile yetinmek zorunda bırakıldı. Ne acı değil mi.
Dede yadigârı olan ve belinin bükük hali orasına burasına çakılan direkleriyle de elinde bastonla gezen ihtiyarlamış dedelere benzeyen bu evde odaların çok olması hesabiyle çok insan yaşarmış. Aşağı kattaki odalarda yukarı katta insan yaşayan odalara karşılık yine dededen kalma meslek olan dokumacılık süre getirilirmiş. Biz bu eve gelmeden önce memleketin en güzel kumaş dokumaları bu evden çıkarmış. Şimdi boş duran bu odalarda sadece kırılmış dokuma tezgâhları duymak isteyenlere de bu tezgâhların sesleri var.
Bize gelen yaşlı misafirlerimizin gözleri gençliklerini arar eve baktıkça anıları tazelenir ve de anlatmaya başlarlardı en güzel hatıralarını. Masal gibi dinlerdim anlatılan anlatıldıkça özlenen o gençlik hezeyanlarını. Kimi gelin gelişini kimi gelin gidişini anlatırdı bu evden. Doğan çocuklar onların ebeleri kim bilir kaç bebek dünyaya gözünü açmıştı bu evde. Kavgaların küskünlüklerin pişmanlıkları başlamış bu evden çıkınca o insanlarda. Ölenlerin acısı kat kat artmış yüreklerinde.
Her senenin özel günlerinde ve özelliklede on iki şubat- kurtuluş günümüzde-geleneksel davet verirmiş dedelerimiz. İleri gelen aileler şehrin yönetici erkânı ve fakirlerden oluşan insan gurupları bu davetlere icabet edermiş. Çeşit çeşit yemekler yapılır akın akın gelen insanlara sunulurmuş. Bu güzel anıları öyle güzel anlatırlardı ki evin duvarlarına baksam bir resim gibi o günleri göreceğimi zannederdim.
Sonraları bu evin o ihtişamlı günleri bitmiş. Ölenler çoğaldıkça evin tadı kaçmış. İnsanları para ve ayrı ayrı evde oturma hırsı bürüdükçe güzelim evi teker teker terk etmişler. Kırık dökük kerpiç duvarlı çardakları çatlak bu evi bir başına bırakmışlar. Bir müddet kimse oturmamış. İşte bu kıimsenin oturmadığı zamanlarda evin mirasçılarından olan Mahmut dedem şimdi rahmetli oldu diğer mirasçıların parasını verip evi üzerine almış. Dokuma dokunan odaları birer ahır haline getirip hayvancılık yapmaya başlamış. İnek besler süt satarlarmış. O inekler biz bu eve geldiğimizde de vardı satılan sütlerden epeyce nasibimizi almışız herhalde. Dedem iri yarı kocaman bir adamdı bağırır çağırır sinirlenirdi ama çokta korkak bir adamdı. Anneannem çok güzel bir kızmış. Dedem anneanneme âşık olmuş bunu herkes bir efsane gibi anlatır. Dedem eski nişanlısını bırakıp anneannemi bu eve gelin olarak getirdiğinde Onatlı anneannemde on dört yaşındaymış. Dedem askere gittiğinde tam iki çocukları varmış. Onlarda herkes gibi bu evin şaşaasından nasiplenmişler.
Anneannemin gelin olarak geldiği bu evden annem gelin çıkmış. Babamla yedi mutlu yıl geçirmişler bu yıllar içerisinde kardeşim ve ben dünyaya gelmişiz. Bu zamanlar bu evin boş kaldığı zamanlara denk geliyor. İşte o günlerde ben beş yaşındayken annemle babam babaannemlerden ayrılmaya karar vermişler. Bu boş duran ev onlar için biçilmiş kaftan olmuş ve bu eve taşınmışlar. Taşındığımız günü hatırlıyorum. Kıştı yılbaşına tam bir ay vardı. Güç bela yerleşmiş Sonraları ne badireler atlatacağımız odamıza soba kurup oturmuştuk. Ellerim üşümüş kıpkırmızı kesilmişti. O anda hatırladığım uyurken ellerimin babamın elleri arsında olduğudur. Bir ay güzel geçti annemle babam kendilerine ait bir evleri olduğu için çok mutlulardı tabi bende. Ama kaderin bize neler hazırladığını ve hangi çeşit bir imtihanla karşılaşacağımızı bilmiyorduk. Bu bir ayın sonunda başımıza neler geleceğini seksen yedinin yılbaşı gecesinde anladık. Babam beyin kanaması nedeniyle hayatını kaybetmişti. O günleri pek fazla anımsamak istemiyorum. İşte o günden sonra bu eski evin kaderi yeniden değişti.
Gelin çıktığı eve iki çocukla dönen annem bu koca evde tek başına yaşayamazdı.bu sebepten anneannemle dedem yeniden bu eve taşındılar.O zamanlar fatih dayım bekardı şimdi oda rahmetli oldu.onunla beraber altı kişi bu evi paylaşıyorduk.dayımla kardeş gibi büyüdük.tam on yıl onlarla oturduk biz büyümüştük ve annem artık yalnız kalmaktan korkmuyordu.onuncu senenin sonunda onlardan ayrıldık.Sanki kader bu evi bize bağlıyordu ki evden onlar gitti biz kaldık.Ve altı yıldır da mutlu mutsuz ne varsa yaşadığımız bu evde üç kişi oturuyoruz.Hayatımın ilk hatıralarını bu evde yaşamamın ve onları hatırlamamın nedenlerini şimdi daha iyi anlıyorum.ve biz bu sene bu ahşap evden çıkmayı düşünüyoruz.kim bilir biz çıkınca neler gelecek zavallı evimizin başına şu güzelim havuzu kimler seyredecek,ayazından görünen tüm şehrin gündüzleri yeşil ağaçlarla geceleri parıl parıl yanan ışıklı manzarası kimleri kandıracak,çatısına yağan yağmurların sesleri kimleri mest edecek,gömme dolaplı odaları kimleri barındıracak merdivenleri kedileri kuşları boyası dökülen duvarları musandalaları ve daha bilmem ne kadar güzelliği kimlerin alacak.Kim katlanacak akan tavanına kim her rüzgarda yıkıldı yıkılacak diye uykusunu kaçıracak ve yazın dolup taşan misafirlerini kim ağırlayacak ya bu ev yıkılırsa o kadar anıyı hangi duvarlara sığdıracağız.Sanırım her şeye rağmen bu evi özleyeceğim.son kez bakmak bu evi içimde taşımama yetecek mi.?
Öyle tahmin ediyorum ki biz bu evden ayrılırken bir romanın son sayfaları kopacak.
2002
Babasızlık farkı
Çocukluğumda hiç kimse bana anneni mi daha çok seviyorsun yoksa babanı mı diye bir soru yöneltmedi. Çünkü hayat bana sadece annemi sevmemi söyledi. Ben sadece bana ait olan bu kuralı hiç kimseye söylemiyordum zaten hiç kimse de hatırlatmıyordu. Bu iyi bir şey oluyordu belki de çünkü bu sayede ben bu katı kuralı tepiyor annemi de babamı da çok seviyor ve kendi kendime bana asla sorulmayacak olan o soruya akıllıca bir cevap buluyordum. Benden böyle bir cevabı duymadıkları içinde akıllı bir çocuk olduğumu hiç kimse fark etmiyordu.
Zaman hızla geçiyor ve ben çocuklara bu tatlı sorudan başka şeyler söylendiğini de öğreniyordum. Tabi başka başka içinde kardeşim ve ben olmayan çocuklara, yaramazlık yapan çocuklara oysa bizde yaramazlık yapıyorduk. Ama hiç kimse bize sol elinin o uzun ince işaret parmağını gözümüz hizasında sallayıp göstererek akşam baban gelince görüşürüz babana söyleyeyim de gör ya da babası şu çocuğuna baksana gibisinden can sıkıcı ve gereksiz bir laf kalabalığı bahşetmiyordu.
Belki de bu yüzden kalabalık değil yalnız geçti her günümüz. Bütün çocuklar hayatın gereksiz hengâmelerini öğreniyorken biz hayattayken yapmamız gerekenleri öğrendik hep.
Sonraları okul denen başka bir şey daha çıktı karşımıza. Bütün çocukları babaları götürürken bizi ilk amcamız götürüyordu okula. Bir başka amcamız defter kalem veriyor, biz kardeşimle silgiyi bıçakla ikiye bölüyorduk paylaşmak için. Herkes çifter çifter silgiler kullanırken bizim elimizi değil belki ama yüreğimizi kanatıyordu o hain bıçaklar.
Okula alışıyorduk yavaş yavaş öğretmenlerin babanız ne iş yapıyor soruları ara sıra gerçekte olsa genellikle yalanla yanıtlanıyordu. Ağır geliyordu herkesin içinde gerçeği söylemek. Veli toplantılarına kimi zaman amcalar gidiyor kimi zamanda hiç bir şeyden haberi bile olmayan dayılar ama çoğu zaman hiç kimse.
Zayıf getirmekten korkmuyorduk karnede ya da istemiyorduk çok çalışıp takdir teşekkür almak, çünkü ne birileri kızıyordu zayıf karneyi görünce ne de bebek bisiklet müjdesi veriliyordu takdir teşekkür getirince.
İzin almadan gidiyorduk her yere, kayboluyorduk bir gün bir parkta kardeşimle oyuna dalıp bulmaya başkaları geliyordu. Bir numara büyük gelse de bize hayat, dolaşıyorduk mahallenin her yerini diğer bütün çocuklarına inat. Komşular seviyordu bizi asıl sevmesi gerekenlerin yerine.
Annem çaresiz,hatasız riyasız ve yalansız büyütmeye çalışıyordu bizi,günler aylar yıllar geçiyor bir yanımız kırık bir yanımız eksik bir yanımız sessiz büyüyorduk büyüdük....
Liseyi bitirdik yalanlarla gerçekler arasında hayat bir angaryadan ibaretmiş öğrendik.
Ve küçükken hatırlatılmayan kuralları gün geldi hayat hatırlattı.
Hadi hayat size babanızın öldüğünü hatırlatmadan siz onu hatırlayın.
koşun kucaklayın..........................
Zehra Yılmaz
-
Tesadüf
Sanma ki âşık olunma sırası sana gelmişti
Hayır
Sadece âşık olma sırası bana gelmişti
Ve karşıma sen çıkmıştın
Zehra Yılmaz