1
Bir şehir düşünüyorum, unutulmuş bir şehir. Ve eğer bir çocuk şehrini terk etmişse, çocukluğunun şehrinden göç etmek zorunda bırakılmışsa, işte o çocuk yaşı ne olursa olsun, o şehri her ziyaretinde yaralı bir türküyü yeniden söyler.
Bir şehir düşünüyorum, unutulmuş bir şehir. Kış zamanlarından kalma, karların eksik olmadığı, kızak kayan çocukların sesleriyle dolup taşan bir şehir. Yaralıların, mazlumların, gariplerin, unutulmuşların, kimsesizlerin şehri. Aylarca sürüp giderdi karakış. Yollar kapanır, evlerin, ahırların, damların önünü beyaz gelinlik gibi süslerdi kar. Tezek tutuşturulan sobalardan tüttükçe dumanlar, babaannemin buğday kavurgası süslerdi düşlerimi. Bir mevsimin tutsağında kalmışta olsak, alışmıştık böylesi yaşamayı. Şikayet etmeden, daha iyisinin düşünü bile kurmadan dalıp gidiyorduk zemherinin, kışın sonsuz misafirliğine…
2
Bir şehir düşünüyorum, unutulmuş bir şehir. Gazetelerin, televizyonların ve radyoların hep geri kalmışlığından şikayet ettiği, insanlarının cahil, görgüsüz, kaba ve pis olduğunu söyledikleri şehir. Ermenilerin, Kürtlerin, Türklerin, Rusların, Azerilerin, Çerkezlerin ve daha unutulmaya yüz tutmuş nice kavmin, halkın yurtluğunu yapmış şehir. Mozaik yapısı, içinde bin bir mimariyle süslenmiş; avluları, evleri, ahırları, hayatları(bahçe) ile iç içe geçmiş bir şehir. Her dilin sözcüklerinin iç içe geçtiği, düğünlerinde birbirlerinin türküleriyle halaya durmuş şehir. Artık eski zamanlarda kalmış; şimdi nefretin, öfkenin, kinin, acının, gözyaşının, kırımın, göçün merkezi haline gelmiş bir şehir. Cahil bırakılmış, çoğu kavim ve halklarıyla hor görülmüş bir şehir…
3
Bir şehir düşünüyorum, unutulmuş bir serhat şehri. Çocukluğumun hüzünlü şahidi. Yarım yamalak hevesler içinde, sobada kavrulan kavurganın kıtır kıtır sesleri ile yankılanan çocukluğumun… sonu gelmeyen kış mevsiminde, şenlik havasında geçen kaz kesim haftalarında, kesilmesine dayanamadığım ama tadından vazgeçemediğim kazlar ve kadim eti; virane ve uzak köy soframızın bulunmaz nimetiydi. Birde soframızdan eksik olmayan bulgur pilavı ve kayısı hoşafını padişah sofrasına değişmezdik. Kızak kaymanın yorgunluğu, kaz etinin paha biçilmez lezzetiyle, başımı dizine koyduğum babaannemin masalları ile dalar giderdim uykuların ülkesine. Evimizde konuşulan dil Türkçeydi. Türkçe kelimeler, Türkçe sözcükler, Türkçe masallarla büyüyordum. Oysa etrafımızda konuşmalarından anlamadığım tanıdıklarımız vardı. Onlar niçin Türkçe konuşmuyorlar diye hayıflanıyor, yada ben niye onlar gibi konuşamıyorum diye kızıyordum kendime. Kürtçeyi ilk o zamanlar duymuştum. Ve babamın atalarınında İran’dan gelen Kürtler olduğunu o zaman öğrenmiştim. Peki öyleyse, ben, babam ve amcalarım neden Kürtçe konuşmuyordu ki? Bu soruma hiç cevap alamadım. Oysa annem ahıska Türküydü ve Türkçeyi hepimiz konuşuyorduk. Şikayet etmedim Türkçe konuşmaktan ama neden Kürtçeyi bilmiyordum, o dilide öğrensem, bilsem ne olurdu ki? Böyle soru ve cevap şeklinde geçen çocukluğumda Türkçemi zenginleştiriyor, kelimelerimi büyütüyordum. Kars şehrinin tarih kokan sokakları, köyleri, ışıkları ve şehrin en büyük tepesinden, şehrin her köşesine gülümseyen Kars Kalesi… Petrofka ve Nemis adlarını Ermenice ve Rusça’dan almış olan köyümüz sonradan Paşaçayırı adını alarak merkeze bağlı bir mahalle olmuştu. Paşaçayırı adının kaynağı da yine tarihin tozlu sayfalarının arasından gelmekteydi. Mahallemizden köy olarak bahsedersem –ki, bu yerinde olur- köyümüz üç kısımın oluşturduğu bir şekildeydi. Bir tarafı dağlarla kaplı, bir tarafı dağ eteklerinde basit düzlük şeklinde yerleşim bölgesi, onların hemen önünde ise çayırlar, tarlalar, kırlar ve kızboğulan çayı… Eskiden bir çok Osmanlı Paşası bu ucu bucağı olmayan dağlarda çadırlar kurup gününü gün ederlermiş. Köyümüzün kadim tepeleri Leylek ve Hazar Tepeleri –ki Leylek Tepe çoğu paşa, alim, din adamı, aydın, sürgün, tutsağın mekanı haline gelmiş, 1.Dünya Savaşı sırasında ağır topların zulmüne uğramış, mağrur bir tepeydi; artık sadece leyleklerin unutmadığı… Paşaların mekanı, çayırların ölçülemez büyüklüğü olan, şimdi bereketsizliğin ve düşmanlığın köyüne, onlara kucak açmış, kanlar vermiş, bedeller ödemiş Türk makamlarınca Paşaçayırı adı verilmişti…
4
Bir şehir düşünüyorum, unutulmuş bir şehir. Sürekli göç veren, yapayalnız, uzak, soğuk, yitik, esir, yenilmiş, yakılmış, yıkılmış bir şehir. İşsizlerin, güçsüzlerin, mahcupların, düşsüzlerin, umutsuzların şehri. Siyasetçilerin oyuncağı, güçlünün padişah yapıldığı, düşenin bir kez daha düşürüldüğü, gülüşlerin bittiği bir şehir. Kışın gitmek bilmediği, bacaların buzla dolduğu, geniş tahtalarla yapılmış tavanların damladığı, suyun damladığı yerlere teneke konulan, soğuk kış günlerinde kurt ulumalarının duyulduğu, silah seslerinin eksilmediği, anaların Türkçe, Kürtçe, Azerice, Ermenice ağıtlar yaktığı şehir. Toprak kazılarak dışarıya yapılan kapısız tuvaletlere gece gidilemediği için, odaya kova konulan ve kovaya işenilen şehir. Çocukluğumda araba kaportalarından kızak yaptığım, misketlerimi gömüp bir daha bulamadığım; babaannemin deyimiyle, yerden kalkan karın, misketlerimi de göğe yükselttiği, uçkurumuzu sıkı tutsun diye bağladığımız kemeri tezeklerin arasında saklayıp oyunlar oynadığımız, basmadaki dışkı kokusunu, kokumuz yaptığımız şehir…
5
Bir şehir düşünüyorum, babaannemin masalları gibi unutulmuş bir şehir. Ve eğer bir çocuk şehrini terk etmişse, çocukluğunun şehrinden göç etmek zorunda bırakılmışsa, işte o çocuk yaşı ne olursa olsun, o şehri her ziyaretinde unutulmuş bir türküyü yeniden söyler…
Ulvi KoçuKayıt Tarihi : 8.11.2009 23:51:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
28 Ekim 2009 Kars- Erzurum 'Unutulmuşların yoksul türküsünü yazmasaydım, eminim babaanem küserdi bana...'

Hayat mücadelesi,imkanlar,ekmek ve gurbet,terkedilen memleket ve duyulan özlem,şiirinizde imgelerle güzel anlatılmış,yüreğinize sağlık.Sevgi ile dost...
Bir şehir düşünüyorum, unutulmuş bir serhat şehri. Çocukluğumun hüzünlü şahidi. Yarım yamalak hevesler içinde, sobada kavrulan kavurganın kıtır kıtır sesleri ile yankılanan çocukluğumun… sonu gelmeyen kış mevsiminde, şenlik havasında geçen kaz kesim haftalarında, kesilmesine dayanamadığım ama tadından vazgeçemediğim kazlar ve kadim eti; virane ve uzak köy soframızın bulunmaz nimetiydi. Birde soframızdan eksik olmayan bulgur pilavı ve kayısı hoşafını padişah sofrasına değişmezdik. Kızak kaymanın yorgunluğu, kaz etinin paha biçilmez lezzetiyle, başımı dizine koyduğum babaannemin masalları ile dalar giderdim uykuların ülkesine. Evimizde konuşulan dil Türkçeydi. Türkçe kelimeler, Türkçe sözcükler, Türkçe masallarla büyüyordum. Oysa etrafımızda konuşmalarından anlamadığım tanıdıklarımız vardı. Onlar niçin Türkçe konuşmuyorlar diye hayıflanıyor, yada ben niye onlar gibi konuşamıyorum diye kızıyordum kendime. Kürtçeyi ilk o zamanlar duymuştum. Ve babamın atalarınında İran’dan gelen Kürtler olduğunu o zaman öğrenmiştim. Peki öyleyse, ben, babam ve amcalarım neden Kürtçe konuşmuyordu ki? Bu soruma hiç cevap alamadım. Oysa annem ahıska Türküydü ve Türkçeyi hepimiz konuşuyorduk. Şikayet etmedim Türkçe konuşmaktan ama neden Kürtçeyi bilmiyordum, o dilide öğrensem, bilsem ne olurdu ki? Böyle soru ve cevap şeklinde geçen çocukluğumda Türkçemi zenginleştiriyor, kelimelerimi büyütüyordum. Kars şehrinin tarih kokan sokakları, köyleri, ışıkları ve şehrin en büyük tepesinden, şehrin her köşesine gülümseyen Kars Kalesi… Petrofka ve Nemis adlarını Ermenice ve Rusça’dan almış olan köyümüz sonradan Paşaçayırı adını alarak merkeze bağlı bir mahalle olmuştu. Paşaçayırı adının kaynağı da yine tarihin tozlu sayfalarının arasından gelmekteydi. Mahallemizden köy olarak bahsedersem –ki, bu yerinde olur- köyümüz üç kısımın oluşturduğu bir şekildeydi. Bir tarafı dağlarla kaplı, bir tarafı dağ eteklerinde basit düzlük şeklinde yerleşim bölgesi, onların hemen önünde ise çayırlar, tarlalar, kırlar ve kızboğulan çayı… Eskiden bir çok Osmanlı Paşası bu ucu bucağı olmayan dağlarda çadırlar kurup gününü gün ederlermiş. Köyümüzün kadim tepeleri Leylek ve Hazar Tepeleri –ki Leylek Tepe çoğu paşa, alim, din adamı, aydın, sürgün, tutsağın mekanı haline gelmiş, 1.Dünya Savaşı sırasında ağır topların zulmüne uğramış, mağrur bir tepeydi; artık sadece leyleklerin unutmadığı… Paşaların mekanı, çayırların ölçülemez büyüklüğü olan, şimdi bereketsizliğin ve düşmanlığın köyüne, onlara kucak açmış, kanlar vermiş, bedeller ödemiş Türk makamlarınca Paşaçayırı adı verilmişti…
Merhaba Ulvi Koçu kardeşim kalemine bins selâm dost şiirini beğeniyle okurken sen beni aldın senelerdir özlemini çektiğim tüm halklara yürtlük yapmış onlarca imparatorluklar gören Medlerin ,Kürtlerin anavatanı olan Mezopotamyanın topraklarına güzel şehirlerden biri olan Kars diyarına yani benim memleketime ,güzel sılama ve Malagan-Acem-Tat-Karapapak-Türkmen –Zaza-Ermeni ve her mezhep ve dinden halkların olduğu tarihi şehirine..Tandırda pşirilen Kete yada Xengel kukusu sinmiş Kürt çatırlarına.Dost kars-Kağızman Şabanköyü yani 6 yaşıma kadar havasınu solukladığım ve ,soğuk sularını içtiğim yoksul
Yoksul köye.O dönemde Kürtçeden başka tek lisan bilmediğim zamana.Ninemin tandırbaşında bizelere ( Çîroklar ) masallar anlatığı ana gitti geldim ..Ben de o dönemlerde Türk bilmezdim Malagan bilirdim(Beyaz Rus)Beyam da oturan sarı insanları
Türkmenleri bilirdim (Alevi Türkleri)Ninemle beraber Kağızmana gittiğimde Türk dostlarımızda geceledik.Türkçe bilmediğ-
imden şehir çocuklarıyla oynamamanın acısını hissetmiştim..Daha sonra İstambul’da gittiğim ilkokulda Türkçem zayif olduğu
ndan ötürü öğretmenimde yediğim tokatların acısını ömrüm böynca hep hissetim ..İşte o zaman ben Kürt olduğumu anladım…
Sonraki yıllarımda okuduğum dönemlerde Atarürkü anma günlerinde artık hiç ağlamadım ve üzülmedim.Büyüdüm ,serpildim
Ben beni buldum insan olduğumu kavradım…Ezilen emekçilerin,halkların,ulusların gönülü kardeşleri oldum ,Canım kardeşim
Irkçilik halkların her şeyden önce insanliğin düşmanidir…..Türk-Kürt-Eremeni –Türkmen kardeşliğiyle yanan bu yüreğimle sizi tekrar selâmlarken ,şiirleriniz daim,geleceğiniz Kızıl aydınlık olsun .Devrimci duygularla sizi kucaklarım….
Saygılarımla
Mehmet Çobanoğlu
Ve soğuk taş yapılar...
Perdesi açılmamış pencereler, kilidi açılmamış kapılar...
Belki bir-ikisinin bacasından tüten duman...
Bir çocuğun ıssız ve tek başına duruşu, üşümüş elleri cebinde, bir türkü yüreğinde ...
O çocuk hangimiz değiliz ...
Kutluyorum sevgili Ulvi Koçu..
TÜM YORUMLAR (7)