Unutulamayanlar, ‘Kırmızı Zambak’ Ve Ana ...

A. Esra Yalazan
198

ŞİİR


3

TAKİPÇİ

Unutulamayanlar, ‘Kırmızı Zambak’ Ve Anatole France

Kadim şehri kucaklayan camilerin kuşattığı bir meydanda yaşlanan çınarların altında mırıl mırıl konuşuyorduk. Titrek yaprakların kızıl taş duvarlara yansıyan gölge oyunlarını seyrederken işittiğim boğuk sesten memnundum. Odunkömürüyle yanan tütünü içime çektiğimde gündelik sıkıntılar nargile şişesinin içinde bir süre fokurdadıktan sonra dudaklarımın arasından, burnumdan yavaşça çıkıp bir daha hiç gelmemek üzere bedenimden, zihnimden uzaklaşıyordu. Kalabalığın uğultusuna rağmen hırçın ruhum da uysallaşmıştı sanki. Üzerinde oturduğumuz gülünç tahtlar beni hem eğlendiriyor hem de garip bir güven hissi veriyordu. Arada hortumların uzantısındaki uzun ince gövdeleri kucağımıza koyup hayatı zorlayan dertlere karşı dervişçe susuyorduk. Bir an hayat hep öyle kadife gibi yumuşacık olsun, kendiliğinden akıp gitsin istedim. Serince bir bahar esintisi, samimi sohbetiyle sağlam tutan bir dost ve derin fokurtulara eşlik eden düşünceler...

Arada tahtımıza uğrayan ateşçi sönen korları yenilerken, dünyanın bildik ritminden azade, binlerce yıldır kirletilen ‘dilden’, genetik kodlarla alışkanlıklarını miras alan insanın tutsaklığından, ‘kavuşamamanın’ dayanılmaz çekiciliğinden ve buna benzer birbirlerine uzaktan dokunan mevzulardan bahsedip durduk. Bir ara yolda okumaya başladığım, ismi güzel (Öğle Uykusu Bir Sanattır) akademik dili nedeniyle kendisi biraz sıkıcı olan kitabın çağrıştırdığı hislerle iyice gevşedim, göz kapaklarım ağırlaştı. ‘Öğle uykusu hazzının’ çocukluk yıllarına, tembelliğe, ülkelerin coğrafi özelliklerine hapsedilme koşullarını düşünce, anaokulu yıllarımda öğle uykusuna direnen küçük kızın beyaz pikenin altındaki hülyalı saatlerini ve onun geleceğe dair puslu hayallerini hatırladım. O günler hem çok yakınımdaydı, hem de çok uzakta... Çok uzun gibi görünen bu ‘aralıkta’ olabilecek ne varsa yaşayıp görmüştüm; buna biraz çocukça ama içtenlikle inanıyordum hakikaten o anda. Ürpertici bir kesinlikle, “yine de güzeldi” dedim kısık sesle. Kısa sessizliklerde, öğle uykularına yakışan romanların yazarlarını zihnime çağırırken Anatole France, konuşmamıza uygun, basit ama iç burkan hain cümlesini söyleyiverdi: “İnsanlar doğar, acı çeker ve ölürler.”


Yıldızı hiç sönmedi...

Geçen yüzyılda sanat, felsefe, tiyatro, anı, hikaye, şiir, roman gibi farklı türlerde pek çok eser bırakmasına rağmen, en çok Kırmızı Zambak isimli romanıyla hatırlanan Anatole France, itibar edilen bir edebiyat eleştirmeniymiş. 1875’ten itibaren Le Temps’da yazdığı eleştiriler sonradan Edebiyat Hayatı başlığıyla dört cilt halinde yayımlanmış. Türkçeye çevrilen bütün romanlarını eğlenceli bulduğum ironik yazarın hırçın eleştirilerini de okumak isterdim doğrusu.

Dreyfus olayı başladığında Emil Zola’nın hazırladığı bildiriye ilk imzayı atan yazar, 1921’de Nobel’i aldıktan sonra Fransa’nın önemli düşünürlerinden biri olarak hatırlanmış, ancak birinci dünya savaşından sonra unutulur gibi olmuş. Kitabın çevirmeni Tahsin Yücel, onun ne Balzac gibi hep aynı ilgiyle okunan büyük yazarlardan, ne de eleştirmenler ve okur tarafından yüceltildikten sonra yıldızı sönenlerden biri olduğunu söylüyor.

Kırmızı Zambak, evlilik ve sanatçılar hakkındaki tartışmalarıyla, siyasi hayata ayna tutan portreleriyle dönemin sosyolojik fotoğrafını da çeken bir roman, dolayısıyla sadece trajik bir aşk hikâyesi diye tanımlamak doğru değil. Üstelik gerçeğe dayanan dedikodulu bir hikâyesi de var. Bu romanı Paris’in ünlü edebiyat salonlarından birin sahibi olan Madam de Caillavet ile yaşamaya başladıktan sonra ondan esinlenerek yazdığı söyleniyor.


Aşk da sofuluk gibidir...

Genç yaşında zorunlu bir evlilik yapmak mecburiyetinde kalan bir kadının yaşadığı tutkulu ilişkileri anlatan bu kitabı hayatın hakikatine dokunan dili ve can acıtan mizahıyla hatırlıyorum. Bu romanın bende bıraktığı en kuvvetli iz, ‘kontrolsüz büyüyen ihtiraslı aşkların insanı nefes alamaz hale getirip bir gün ansızın mantıklı hiçbir neden olmadan uçup gittiği’ gerçeğiydi sanırım. İnsanın yıllar sonra neden bittiğini bile anlayamadığı ihtiraslı ilişkilerin aksak ritmini, koyu hüznünü, şiddet içeren öfkesini hatırlarken hissettiği boşluğu, aklı küçümsemeyen güçlü bir duygu zenginliğiyle anlatan sahiciliğini sevmiştim.

Yazar, büyük aşkların nasıl tükendiğini okuru acımasız sona hazırlayarak anlatırken fettan kahramanı Therese, romanın içinde başka bir roman okuyor: “Aşk da sofuluk gibidir. Geç gelir. İnsan yirmi yaşındayken ne o kadar âşık olur ne de sofu. Özel bir eğilimi, bir tür doğuştan ermişliği varsa o başka. Bir kadın, tutkuya, yalnızlıktan ürkmez olduğu yaşta boyun eğer çoğu zaman. Tutku dindışı bir keşişliktir... Bunun için büyük tutkun kadınlar, büyük çilekeşler kadar ender görülür. Hayatı, dünyayı iyi bilenler, kadınların zayıf göğüslerine gerçek bir aşkın dikenli gömleğini seve seve giymediğini bilirler.”


Bu yarışta hep hayat kazanıyor...

Ben daha gençken ‘büyük çilekeşler kadar ender görülen tutkulu kadınların, erkeklerin’ o kadar az olduğunu bilmiyordum. Belki de hiç azalmayacağını sandığım hayat coşkusuyla hakikati görmeyi reddediyordum. Evet, bütün dünya hiç durmadan ‘ihtiras tramvayıyla’ seyahat etmiyordu ama edebilenlerin hikâyeleri çok özeldi ve bana göre onlar hayata kattıkları renkli anlarla her daim hatırlanmaya değerdi.

Onca yıl sonra inancım neden ve nasıl köreldi bilmiyorum. Galiba insan biriktirdiği ağır tecrübelerle en güçlü duyguların bile bir gün iyi hatırlanamayan rüyalar gibi silikleşebileceğini tevekkülle kabullenmek zorunda kalıyor. Kim kimi ikna edecek yarışında nedense hep hayat kazanıyor. France, bu kitapta “Kaygılı, oynak, bencil, tutkulu, kendini vermeye düşkün, geri çekilmesi çabuk, yeryüzünde rastladığı her güzel şey içinde kendini cömertçe seven bir ruhun içinde olup bitenleri nereden bilebiliriz ki” diye soruyor. Bu soruya asla tam olarak cevap veremeyen ‘insanın’ tam da bu nedenle yazarlar için hiç tükenmeyen çok zengin bir malzeme olduğunu düşünüyorum. Hepimiz biraz öyleyiz çünkü. Ruhun o loş odasındaki önemsiz gibi görünen müphem kıpırtıların nedenlerini, duyguların kırılma anlarını hissedemediğimiz için her seferinde hiç bitmeyecekmiş gibi başlamaya cesaret edebiliyoruz muhtemelen.


‘Onu içimden sök al..’

Nargile fokurtularıyla başlayan günün sonunda, mavi saatlere eşlik eden bir uysallıkla çöken akşama boyun eğip hiç acele etmeden sahile doğru yürüdükten sonra bodur ağaçlara asılmış ampullerle süslenmiş salaş bir lokantada oturduk. Karanlık denizin üzerinde menevişlenen renkli ışıklara bakarken insanın hayatta kalma içgüdüsünün muazzam gücünden bahsediyorduk. Bir ara “o büyük aşkların öfkesi bile çok azalıyor zamanla değil mi, nasıl geçiyor” dedim ona. “Eğer hakikiyse yine de izi kalıyor biliyorsun” dedi. “Biliyorum ama yine de sonrasında boşlukta boğulmamak için her şeye rağmen o güçlü duyguya tutunmak istiyoruz bazen. Sonra ansızın yorulup sarıldığımız ağaçtan aşağı bırakıveriyoruz kendimizi. Bir gün nefes alamayacak kadar acıyla içerden çürüyen insan nasıl hayata devam edebiliyor öyleyse, hangisi gerçek” diye sayıklıyordum çocuk gibi. “Bu sıkıntılı hissini anlatan dizelerim var, kitaba almamıştım. Bak yeri geldi” dedi hınzırca. Eve döndüğümde Birhan Keskin’den ‘elektrikli’ bir not aldım. Sadece o dizeler vardı ve bazen saatler boyu konuşarak ifade edemediğimiz duygu karmaşasını usta bir şair sadece iki dizeyle karın boşluğumuza sapladığı bıçağı çevirerek, usulca anlatıyordu: “Her sabah ezanında duamdı Tanrı’ya/ onu içimden sök al, huzur ver yerine/ her gece geri aldım duamı/ dayanamam o boşluğa, huzur dediğim ne! ”

Kırmızı Zambak’ın ve o keskin dizelerin sancısıyla yatağa doğru giderken yüz yıl evvel yazılan romanının zavallı kahramanına aldırış etmemeye çalışıyordum; hiç durmadan son okuduğum cümleyi fısıldıyordu kulağıma: “Seni ancak sende unutabilirim, kendimi sadece sende kaybedebilirim.”

A. Esra Yalazan
Kayıt Tarihi : 5.3.2016 11:34:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

A. Esra Yalazan