«Odama girdim; kapıyı kapadım; ağlamaya başladım:
O gün akşama kadar İslâm’ın garibliğine,
müslümanların inhitâtına ağladım, ağladım...»
Sebîlürreşâd
Şimal müslümanlarından Atâullah Behâeddin
Görünmez âşinâ bir çehre olsun reh-güzârında;
Kalplerinde aşk işaretiyle doğar kimileri... Yeryüzüne gönül indiremez onlar... Hayatı ve insanları anlarlar,hayata ve insanlara merhamet duyarlar,ama hayatın ve onun içindeki insanların yaşadıkları gibi yaşamazlar.
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...
Devamını Oku
Aşk işareti ile doğanlar yaşarken dünyaya talip olmazlar...Bilirler ki ne isteseler,neyi ansalar,ne kazansalar aşkın dışında hiçbir şey avutmaz onları,teselli etmez...Gönüllü sürgündür onlar...Gizliden gizliye hissederler bunu...Sonsuz bir ışıktan kopup gelmişlerdir geldikleri yere...Kopup geldikleri ışığa inançları ne kadar büyükse,içlerinde ki acı da o kadar derindir...Bu acı hatırlatır onlara kopup geldikleri yeri...Bu acı hatırlatır onlara kim olduklarını ve niye varolduklarını...
Kalplerinde aşk işaretiyle doğsa da bazı günler yorulur insan karşılıksız sevgilerinden...Yorulur kendisini anlatamamaktan...Sevgilim der,sevgilim der,ama,sevgilim dediği yanında değildir,bilir...Bazı günler insan soluksuz kalır,içindeki sevgili olmasa bile karşısındakine deliler gibi sarılır...O olmadığını bile bile sonsuz bir umutsuzlukla sarılır...İnsan soluksuz kalmaya görsün,sevgili diye bütün yanlışlarına,bütün kaçışlarına,kendine yaptığı ihanetlere sarılır...İnsan bir kere içindeki aşktan umudunu kesmeye görsün,her şey olmak,her yere yetişmek için bu hayat düşer...Her şey olduğunu,her yere yetiştiğini sandığı anda,ortada kendisi yoktur artık...Kaybolmuşluğa çok yakındır...Kopup geldiği ışığa inancı azalmıştır...Daha az acı çekiyordur artık...Ama daha mutsuzdur eskisinden....Daha mutsuzdur,o ışığı acı çekerek özlediği günlerden...
Soluksuz kaldığım kendime bile sakladığım günlerden bir gündü...Kaybolmuşluğa yakındım...İçimdeki acı hızla eksiliyordu...Işık soluyordu,soluyordu tıpkı sesim gibi...Soluyordu içimdeki aşk işareti gibi...Öylesine kaybolmuştum ki bulamıyordum artık içimde neyi yitirdiğimi,neyi kirlettiğimi...Öyle uzaklaşmıştım ki kendimden,kendimi bulmak için birine ihtiyacım vardı...
Onunla nerede ve nasıl tanıştığımız önemli değil....Gerçekten değil...Kaybolmuş insanlar birbirini çabuk buluyor....Umutsuzluk umutsuzluğu çağırıyor...
Konuşmaya susamıştık...Sanki ikimizde dilini,kültürünü bilmediğimiz uzak ülkelerden henüz dönmüş gibiydik bu ülkeye...Oysa böyle bir şey yoktu...Hep buradaydık...Hep o ışığımızdan kaybolduğumuz yerde...O ışığı orada bırakıp bu dünyaya,bu hayata gönül indirdiğimiz,her şey ve her yerde olduğumuzu sandığımız yerde...Hep o soluksuz kaldığımız yerde...Daha vakit var,o ışığa sonra dönerim, dediğimiz bu yerdeydik ikimizde...
Hadis zedelere, meal zedelere biraz da hayalperestlere sofra kurmuşsun günün şiir'i:) kadınlların, çocuk gelinlerin çocukların hesabını soramayanlar buyursun öğüt versin
Bu milletin dinlerini bu denli terk etmesinin baş müsebbipleri,halkların nazar-ı dikkatlerini Kur'a nın mana ve mealine çekerek onu hayatlara hayat yaptırmak yerine, onu sadece ölülere okunan ya da kendisiyle fal bakılan, efsun yapılan bir kitap haline dönüştürenlerdir. Ne zaman ki insanların nazarları yeniden Kur'anın her birisi bir saadet-i dareyn formülü olan ayetlerinin mana ve mealine çevirilip de hayatlara hayat yapılırsa merhum'un şekva ettiği bu garabetler ve vahametler ortadan kalkacaktır.
"DİN HAYATIN HAYATI, HEM NURU HEM ESASI, İHYAY-I DİNLE OLUR BU MİLLETİN İHYASI." -Kelam-ı kibar-
"MARİZ BİR ASRIN, HASTA BİR UNSURUN VE ALİL BİR UZVUN REÇETESİ: İTTİBA-I KUR'ANDIR."- Kelam-ı kibar-
...
''Gezerken tavr-ı istîlâ alıp meydanda bin münker
Şu milyonlarca îman «nehye kalkışsam» demez, ürker!
Ömürlerdir bir alçak zulme miskin inkıyâdından,
Silinmiş emr-i bi’l-ma’rûfun artık ismi yâdından.
Hayâ sıyrılmış, inmiş: Öyle yüzsüzlük ki her yerde
Ne çirkin yüzler örtermiş meğer bir incecik perde!''
...
RUHU ŞAD OLSUN MEKANI CENNET OLSUN İNŞALLAH
Bizi de götürsün fecr-i maksûda...
Allah rahmet eylesin
Mekânı cennet olsun büyük yazarın sonu hazin olmamaliydi
MEHMET AKİF ERSOY
(20 Aralık 1873 - 27 Aralık 1936)
Şair, yazar, hatip, baytar, öğretmen, görevli temsilci, milletvekili, mütercim, seyyah…
İttihat Terakkici, Cumhuriyet kurulduktan sonra laikliği benimseyemeyen, bir dönemden sonra görevlerinden azade, kırgın, yalnız, parasız – pulsuz, sefil ve milli şair olarak vefatında cenazesini üç beş öğrencinin kaldırdığı gariban(!)…
SAHİP ÇIKILMASI ELZEM VE MUHAKKAK OLANA SAHİP ÇIKMAYAN YÖNETİCİLER…
…
Yaşadığı yıllarda Osmanlı’nın içinde bulunduğu felaketler… Felaketler…
Bazılarını sıraladım.
1. Babıali Baskını (23 Ocak 1913) –
2. 1. Dünya Savaşı (1914-1918) –
3. Mondros Mütarekesi (30 Ekim 1918) –
4. İstanbul'un işgali (15 Mart 1919) –
5. Antep'te Fransız işgali (5 Kasım 1919) –
6. Kurtuluş Savaşı (1919-1922) –
7. 1. İnönü Savaşı (9-11 Ocak 1921) –
8. Koçgiri Ayaklanması (6 Mart 1921-17 Haziran 1921) –
9. 2. İnönü Savaşı (23 Mart 1921) –
10. Sevr Anlaşması (10 Ağustos 1921)
…
BİR DE ESERLERİNE VE YAZILDIKLARI TARİHLERE BAKALIM.
(Alıntılanarak verilmiştir.)
İlk eserini 1895 yılında, 7 beyitlik gazeli “Kur’an’a Hitab”ı yazar.
Şairin SAFAHAT adı altında toplanan şiirleri 8 kitaptan oluşmuştur.
Şair, İstiklâl Marşı’nı Safahat’a koymamıştır. Nedenini ise şöyle açıklar: “Çünkü ben onu milletimin kalbine gömdüm”.
Safahat (1911): 44 manzume içerir. Siyasal olaylar, mistik duygular, dünyevi görevlerden bahsedilir.
Süleymaniye Kürsüsünde (1912): Süleymaniye Camisi’ne giden iki kişinin söyleşileri ile başlar, kürsüde Seyyah Abdürreşit İbrahim’in konuşturulduğu uzun bir bölümle devam eder.
Hakkın Sesleri (1913): Topluma İslami mesajı yaymaya çalışan on manzumedir.
Fatih Kürsüsünde (1914): Fatih Camisi’ne giden iki kişinin söyleşileri ile başlar, vaizin uzun konuşması ile devam eder.
Hatıralar (1917): Âkif’in gezdiği yerdeki izlenimleri ve toplumsal felaketler karşısında Allah’a yakarışını içerir.
Asım (1924): Hocazade ile Köse İmam arasındaki konuşmalar şeklinde tasarlanmış tek parça eserdir.
Gölgeler (1933): 1918-1933 arasında yazılmış 41 adet manzumeyi içerir. Her biri, yazıldıkları dönemin izlerini taşır.
[Safahat (Toplu Basım) (ilki 1943) – 6 Safahatını bir araya getirilir.]
*
BÖYLESİ KORKUNÇ ŞARTLAR ALTINDA YAZILAN ESERLERİ DÜŞÜNEBİLİYOR MUSUNUZ?
GÜNÜMÜZDE BU ŞARTLARDAN HEMEN HEMEN HİÇBİRİ OLMAMASINA RAĞMEN, NE DİN KALMIŞ, NE DİYANET!..
NE MİLLET KALMIŞ, NE DE MİLİ VE MANEVİ DEĞERLER, DUYGULAR!..
YIPRATILMIŞ ADETA, TÖRPÜLENMİŞ…
Sözüm meclisten dışarı desem sanırım anlaşılır.
.
ALLAH SONUMUZU HAYREYLESİN.
Ruhun şâd, mekânın cennet olsun, değerli şair.
Mehmet Akif Ersoy, İstiklal Marşımız dâhil şiirlerini aruzla yazmış Milli Şairimizdir. Bu şiiri incelendiğinde mefâîlün mefâîlün mefâîlün mefâîlün veznini kullandığı görülmektedir. Bu tür vezinlerle bir dize yazmak bile kişileri çok zorlarken Türkçeyi ustaca kullanıp böyle milli ve manevi değerleri yüksek eserler verebilmek olsa olsa Allah'ın verdiği bir yetenek olsa gerek. Allah rahmet eylesin. Mekanı cennet olsun.
İnsanın dini maddenin bilimi değil mi?
Bak şu dağın taşın durumuna, nehirler kirli sahiller çer çöp
Dahası nükleer atık.
İnsanlarda doğadaki canlılar gibi kurban.
Madde bilindikçe bilim inançlar din bilindikçe iyilik kötülük bir arada devasa.
Bu şiir ile ilgili 8 tane yorum bulunmakta