Uludağ’ın ardına dolanmak

Uludağ’ın ardına dolanmak

Eller gider Mersin’e, biz gideriz tersine. Bu sefer öyle yaptık, deyimi haklı çıkarmak istercesine Uludağ’a arkasından dolandık. Ezberlenmiş güzergahtan değil, pek kimsenin bilmediği, sanırım bilmek de istemediği bir yoldan çıktık. Ama itiraf edelim, gözükaralık edip, kendimizi bilmediğimiz yollara atmadık. Bu gezinin fotoğraflarında imzası olan arkadaşım ve ortağım Ali İhsan, buraları iyi biliyordu. Çünkü kendisi değilse de babası, kıvrım kıvrım yollardan çıkılarak varılan, yemyeşilliğin içinde kaybolmuş bir köyde, zamanında Gürcistan bölgesinden gelip, buralara yerleşenlerin kurduğu Çiftlik köyünün Saray mahallesinde doğmuştu; Ali İhsan da orada bulunan evleri sayesinde sık sık gidiyordu.

Bu gezi, yazı konusu olsun diye çıkılmış bir gezi değildi. Ali İhsan bir gün, “Uludağ’ı iyi bilirsin, ama herkesin bildiği gibi bilirsin” dedi. “Seni Uludağ’ın bilmediğin yerlerine götüreyim de güzellik gör” diye de ekledi.

İddialı bir teklifti. Önce, Ali İhsan’ın kendi köylerinde yeni oluşturduğu armutluğu göstermek için can attığı geldi aklıma, biraz hınzırca. Ne yalan söyleyeyim, gittiğimiz akşamın sabahına varıncaya kadar da böyle düşündüm.

İstanbul’dan cumartesi öğleden önce çıkacaktık, aslına bakarsanız. Ama bir yığın telaş, binbir sorun, akşama kadar eteğimizden çekti; bırakmadı ki yolumuza gidelim.

İstanbul’dan çıktığımızda ortalık kararmaya başlamıştı. Araçta dört kişiydik ve hemen hepimiz erken çıkamadığımız için söyleniyorduk. Aslında birkaç saatlik bir yolculuğumuz vardı, ama yine de akşama kalmak kimseyi memnun etmemişti. Zira bir sürü yer vardı gezilecek ve bizim sadece pazar günümüz kalmıştı.

Feribot, karayolu derken, Bursa’ya girdik ve İnegöl yoluyla ilerlemeye başladık. Ali İhsan, aracı sessizce anayoldan sola, armut ve şeftali bahçelerinin arasına daldırdı. Diğer arkadaşımız Murat, bu yolculuğu ve yolculuk sırasında nerelere uğranacağını biliyordu, çünkü deneyimliydi.

Bir süre sonra anladım ki Ali İhsan, iddiasını kanıtlamak ve bu seyahati bizim için bir keyif yolculuğuna çevirmek istiyordu. Yemyeşil bahçelerin arasından, derelerin üzerine kurulmuş köprülerden geçerek, şirin bir köye girdik. Adı, Barakfaki. Sanırım Barak Fakih, yani Barak soylu din alimi adından değişime uğramış bir isim.

Biraz şaşkınlık geçirdim, zira Baraklar Güneydoğu’da Gaziantep, Hatay yörelerinde ve Suriye’nin sınır bölgelerinde yaşayan Beğdilli Türk boyuna bağlı bir oymak; Bursa’da rastlayacağım aklıma bile gelmezdi. Sonra düşündüm ki, din alimleri şehir şehir, köy köy dolaşmışlar ve beğendikleri yerde de konmuşlar. Barak Fakih de burayı çok beğenmiş olmalı. Haklı da. Bursa’ya çok uzak olmamasına rağmen, yeşilliklerin içinde saklanmış, adeta korunmuş bir yer.

Asıl güzelliğiyse kasap mekanları. Kasap dediğime bakmayın, aslında bildiğimiz kır restoranları. İçkisiz, sadece et yiyebileceğiniz bir yer, ama yiyeceğiniz şeyi kiloyla alıyorsunuz. Köfte (nedense İnegöl köftesi değil, ama çok lezzetli) , pirzola ve külbastı. Yanında sürahiyle ayran ve közlenmiş acı biber (Biber de pek acıydı be!) . Arkasından da tavşan kanı çaylar.

Çok aç gitmişseniz yandınız, çünkü doyduğunuzu fark etmiyorsunuz; sonra da o doldurduğunuz o koca mideyle sofradan kendinizi kaldıramıyorsunuz. Tok gittiyseniz de yazık ettiniz, çünkü böyle bir lezzeti doya doya içine sindirmekten mahrum kalmak da insanın yüreğine oturur.

Yemekten kalkıp, yola tekrar koyulduğumuzda gecenin yarısına yaklaşmıştık. Bir müddet gittikten sonra İnegöl'e girmeden sağa saptık. Ali İhsan’a yolda birkaç kez sormuştum, sabah için bir şeyler almayacak mıyız, diye. O da her seferinde, hallederiz demişti. Gecenin yarısı olmuştu ve biz son büyük yerleşim yeri olan İnegöl’ü de geçmiştik. Nasıl halledecektik?

Hallederiz derken neye güvendiğini Yeniceköy’ün içine girince anladım. Gecenin yarısı olmuştu, ama birçok büyük kentte bile açık bulamayacağımız dükkanlar açıktı. Market, kahvehane filan anlaşılır da kasaplar bile açıktı, o saatte ve kredi kartıyla da alışveriş yapabiliyorduk.

Birçok ilçeden bile daha gelişmiş; marketleri, kasabı, lokantaları, fırınları, eczanesi hatta beyaz eşyacısıyla orta halli bir kente dönüşmüş Yeniceköy beldesi. Yeni yapılmış, mütevazı bir anıt da olsa bir saat kulesi bile var. Fakat daha dikkat çekici olanı merkezdeki camisi. Bambaşka, ama etkileyici bir mimarisi var. Öyle değişik bir şey yapmak adına tasarlanmış, tuhaf denemelere benzemiyor. Kendi içinde bir tutarlılığı ve estetik bütünlüğü var. Camiye gelir sağlamak için altına yapılmış dükkanlar da olmasa kült olacak, bir mimari şaheser bile denilebilir.

Erzaklarımızı araca yükleyip, yeniden yol almaya başladığımızda, sabırsızlıkla sorduğum, 'daha ne kadar var' sorusuna, Ali İhsan’dan aldığım, 'az kaldı' cevabı bana beş on dakika daha gideceğimizi söylüyor gibi gelmişti. Ama ne mümkün? Kıvrım kımrım kıvrılan, kıvrıldıkça da uzayan yokuşlar bitmek bilmiyordu. Şikayetçi miydim? Hayır! Sadece merak.

Sonunda küçük bir köye ulaştık. Geldik, dedi Ali İhsan. Sonra da aracı bir bahçe duvarının önünde durdurdu.

İndik. Eşyalarımızı alıyorduk ki, ekip arkadaşım Safa, aracın kapısını iki parmağımın üzerine hızla kapattı.

Nasıl bir feryat çıktı ağzımdan. Hemen kapıyı açtı. Ama işaret parmağım sanki S biçimini almıştı ve büyük ihtimalle kırılmış olabilirdi. Çok canım yanıyordu. Bu arada önce kan toplayıp şişen parmağım birkaç dakika sonra kendi kendine patladı. Kan bir türlü durmuyordu.

Allah’tan, birkaç hafta önce giden Adem Amca (Ali İhsan’ın babası) evde bir düzen kurmuştu. Buzdolabında buz, evde de tentürdiyot ve sargı bezi vardı. Hareket ettirmeye çalıştım, parmağım kırılmamıştı, fakat canım çok acıyordu. Kanı durdurduk; ağrı da hafifledi.

Yorulmuştuk, saatte epey geç olmuştu. Herkes, yorgunluğun ve güzel havanın tesiriyle uyudu.

Sabah, kuş sesleriyle uyandık. Hemen, hepimiz kendimizi ılık rüzgarın kollarına atmak istercesine bahçeye koştuk. Bahçenin her köşesinden bir başka koku geliyordu. Üst yanında rengarenk güller, balkonlara tırmanmış hanımelleri, aşağıdan gelen çilek kokuları ve bahçenin her yanına dağılmış naneler.

Ev bir yokuşun yamacındaydı ve tüm İnegöl Ovası ayaklarımızın altında seriliydi. Yeniceköy de görünüyordu. Ne de yakındı öyle. Biz onca zaman yolları, kıvrıla kıvrıla geldiği için bitirememişiz.

O atmosferde de her şeyin keyfi, tadı bir başka oluyor. Kahvaltı mesela. Sarayda yesek o kadar keyifli gelir miydi? Aslında sarayda yapmıştık kahvaltıyı, çünkü bulunduğumuz köyün, daha doğrusu Çiftlik köyünün bağımsız bir mahallesi olan yerin adı, 'Saray'.

Benim meraklı zihnim durur mu? Hemen sordum tabii, buranın adının neden 'Saray' olduğunu. Adem Amca da anlattı. Kızlar Sarayı denen bir mevki varmış köyün az üstünde.

Gidecek miyiz, diye sordum. Gideceğiz, ama göreceğiniz bir şey kalmamış dedi, Adem Amca.

Parmağım iyi görünüyordu. İyi görünmese de bu geziyi haram etmesine izin vermezdim, ama böylesi daha iyiydi.

Araca atladık; 5 dakika kadar yol aldık almadık, yol kestane ve gürgen ormanlarının içinde bitti.

Asıl gezi şimdi başlıyordu. Gezinin kalan kısmını yaya olarak sürdürmek zorundaydık ve üvez denilen o küçük sinekler sanki milyonlarcaydı. Fakat hiçbir şey bizi yolumuzdan alıkoymaya muktedir olamazdı; azimliydik.

Araçtan indiğimizde küçük bir kulübeye vardık. Adem Amca, kendi yapmıştı burayı. Özel bir tesisatla su bile getirmişti. Uzun bir koridora benzeyen bir bahçeydi burası. Aslında bahçe dediysem, bahçe adayıydı. Çünkü sıra sıra armut fidanlarından başka şey yoktu burada. İşte Ali İhsan’ın anlata anlata bitiremediği armutluğu buraydı. Çok heyecanlıydı Ali İhsan. Onların santim santim büyüyüşünü izliyordu çünkü. Fotoğraflarını çekti. Okşayıp öpecekti neredeyse. Onlar, yüzlerce çocuğuydu Ali İhsan’ın. Uzun uzun anlattı; o engebeli araziyi nasıl tesviye edip bu hale getirdiğini, fidanları diktiğinde boylarının ne kadar olduğunu. Bizi bile heyecanına ortak etmişti.

Adem Amca bir yeri işaret etti, 'İşte buraya diyorlar, Kızlar Sarayı diye, ama gördüğünüz gibi bir şey kalmamış' dedi. Gerçekten de bir tümsekten başka bir şey görünmüyordu.

Adem Amca’yı kulübede bırakıp, bize milyonlarcaymış gibi gelen üvezlerin saldırısı altında, kestane ağaçlarının arasından geçip, yürümesi imkansız sıklıkta ağaçlarla kaplı bir yere geldik. Bir su sesi geliyordu ama bu sıklıkta ilerleyen ağaçların arasında olsa olsa dere olabilirdi, ancak su sesi bir dereye göre çok sertti; yüksekten düşüyor olmalıydı.

O da ne! Karşımıza, o cangılın içinde birden bire, koca, dik bir yamaç ve 40-50 metre yüksekten düşen şelale çıkıvermesin mi? Şaşırtıcı! Kendini, onca yer gezmiş ve coğrafya bilgisi yüksek biri olarak tanımlayan ben, doğanın bu sürprizi karşısında gerçekten şaşkına döndüm.

Biraz, o eşsiz musiki ve serinlik eşliğinde, her şeyi unutarak dinlendik. Sonra ben, biraz kahramanlık etmeye kalktım ve suyun düşmeye başladığı en üst noktaya tırmanmaya başladım. Hem de o dik yamaçtan ve hem de yaralı parmaklarımla. Coşmuştum bir kere; tutabilene aşk olsun.

Kollarım çizik içinde kaldı. Takatim gittikçe tükeniyordu. Az değil, 46 yaşında adam ve uzun zamandır da böyle bir işe kalkışmamış. Üstelik parmağım yaralı olduğu için tutunmakta da zorluk çekiyorum. Bir ara düşmenin kıyısına geldim, ama çok şükür atlattım.

Ekibin diğer elemanları da bana uyup, peşimden gelmeye kalkıştılar. Telefon ettiler biz de geliyoruz diye. Ama aynı yoldan gelemedikleri, dolaştıkları için ben onları yaklaşık bir saat bekledim. Dinlenmiş oldum o arada.

Uludağ, tırmanmakla tükenmez, ama gün tükeniyordu. Karnımız acıkmış, akşam da yaklaşmıştı. İndik, eve geldiğimizde epeyce yorulmuştuk. Adem Amca bize Çingene Tavuğu yaptı. Nasıl lezzetliydi, anlatamam. Anlatırım anlatmasına da yer kalmadı. İsterseniz devamını bir sonraki sayıya bırakalım. Çünkü birkaç hafta sonra geziye kaldığımız yerden devam ettik ve bu kez Oylat’ı gezdik. Hem, sabrederseniz, Çingene Tavuğunun nasıl yapıldığını da öğreneceksiniz.

Mesut Bıyık
Kayıt Tarihi : 19.10.2009 00:30:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Hikayesi:


Dergilerde yayınlanan yazılardan.

Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Mesut Bıyık