Uçakta Damat kahvesi (öykü)

Seyit Burhaneddin Kekeç
1565

ŞİİR


17

TAKİPÇİ

Uçakta Damat kahvesi (öykü)

Alperen çiçeği burnunda damattı. Evleneli henüz iki haftayı geçmemişti. Eşiyle bir Temmuz ayında tanışmıştı. Her şey iki ay içerisinde olup bitmişti ve şu an uçakta Hollanda’ya doğru yol alıyordu…

Alperen eşiyle Türkiye’de tanışmış sonrasında ilişkileri mektupla devam etmiş bir sonraki tatil döneminde Türkiye’ye geldiklerinde Alperen durumu önce annesine açmıştı. Annesi önce aileyi tanıyanları araştırmış onlardan kız hakkında biraz bilgi toplamıştı. Topladığı bilgiler genelde olumlu şeylerdi. Ama ailenin kızlarını hiç bir şekilde Türkiye’de bırakmaya niyetleri olmadığını da öğrenmişti. Her anne gibi evladını gurbete göndermek istemediği için önce oğlunu vazgeçirmenin yollarını aradı. Oğluna gelin adayı hakkında pasaklı olduğunu ev işi bilmediğini söyledi.

-Yahu anam gelin alınca sen yemek yapmasını öğretirsin bende temizlik konusunda biraz sıkılarım. İki haftaya kalmaz Allah’ın izniyle sen onu muma çevirirsin. Senin gibi kaynananın eline geçip de kadın olmayacak kız tanımıyorum ben.

Bu sözler karşısında Elmas Hanımın gururu okşanmıştı.

-Eh tabi öğretmesine öğretirim de bu kız Hollanda’da yetişmiş. Baskıya sıkıya dayanamaz sonra evde kavga nizah eksik olmaz. Hem bunlar kızlarını Türkiye’de bırakmazlarmış. Eğer kısmet olur da Türkiye’den biriyle everecek olurlarsa damadı da alıp Hollanda’ya götüreceklermiş. Seni iç güveyisi gibi elini dilini kültürünü bilmediğim yerlere, gurbete göndermek için mi büyüttüm ben.

-Benim güzel anam sen hiç sevmedin mi yahu? Ben bu kıza abayı yaktım. Anla birazcık halimden. Sen babamla severek evlenmedin mi sanki? Bak şu yaşıma geldim hala babam gözünün içine bakar. Biz de birbirimizi böyle sevdik. Gadasını aldığım anam ne olur biraz halden anlasan. Hollanda’ya gitme meselesine gelince rızkımız neredeyse elbet oraya gideceğiz. Allah o rızkı Hollanda’da yazdıysa zaten kimse engel olamaz ki. Bak birkaç aya kalmaz askerliğim de var. En azından adını koyarız. Askerden sonra da evleniriz Allah’ın izniyle.

Oğlunu vazgeçiremeyeceğini anlayan Elmas Hanım uygun bir zamanda münasip bir şekilde durumu eşi Osman Efendi açtı.

-Ne acelesi varmış eşek sıpasının? Önce gidip askerliğini yapsın ondan sonra üzerimize düşen neyse biz de yapacağız. Eşek değiliz ya.

Gelin adayını oğluna kötüleyen Elmas Hanım bu kez de Osman Efendiye gelin kızın huyunun ahlakının güzelliğinden ev işlerindeki maharetini anlatarak kızın kaçırılmayacak bir kısmet olduğunu anlattı.

Kimmiş bunlar, neyin nesiymiş? Siz bana bu kızın babasının adını akrabaları kimler onları bir deyin hele bir de ben bakayım sonrasına bakarız.

Elmas hanım gelin adayının akrabalarından bir kaçının ismini söyleyince babanın gözleri parladı.

-Yav bu bizim Fikri’nin yeğeni miymiş? Eğer babası da Fikri gibiyse ben güle oynaya istemeye giderim. Dur hele bi yarın olsun ben Fikri’nin dükkana gider ağzını ararım.

Fikri mahallede dürüstlüğü ve ahlakıyla nam salmış adam gibi adam denilen mahalle esnaflarından biriydi. Ertesi gün Osman Efendi Fikri Efendinin dükkânına uğradı. Olacağı bu ya Fikri’nin Hollanda’dan gelen eniştesi de dükkâna uğramış oturmuş hem sohbet ediyorlar hem çay içiyorlardı.

Osman Efendinin dükkâna girdiğini gören Fikri Efendi hemen ayağa kalkarak,

-Oooo Osman Ağa hoş geldin. Şöyle buyur hele.

Sonra yanındaki çırağa dönerek, “Durma koş bir çay kap gel Osman Amcana”. Çırak dışarı fırlarken Osman Efendide Fikri Efendinin gösterdiği yere çökmüştü bile

Daha sonra Eniştesi Durmuş Efendiyle Osman Efendi tanıştırdı. “Bu benim Hollanda’daki eniştem Durmuş. Enişte bu da bizim mahallenin değerli insanlarından Osman Ağa. Yüzüne diye demiyorum ama kendisi hakikaten çok değerli bir insandır. Güngörmüş, kimin bir yardıma ihtiyacı varsa Osman Ağayı orada bulursun. Fakir babası bir adamdır. Allah ondan razı olsun.”

Bu güzel sözler karşısında gururu okşanan Osman Efendi teşekkür ederek, “Şu üç günlük dünyada kimimiz var gardaşım. Bütün mahalle aile gibi olduk. Muhtaçlarımıza yetimlerimize sahip çıkmayıp da ne yapacağız. Hem bana diyene bak. Sen sanki yapmıyon mu? Ramazan ayı boyunca mahallenin zenginlerini toplayıp fakirlere yardım etmek için onları organize edip kumanya dağıtmadınız mı? Kış ayında odunu kömürü olmayana yine aynı şekilde odun kömür yardımı yapmadınız mı? Mahalle hepimizin gardaşım. Allah senden de razı olsun. Hep birlikte mahallemize sahip çıkıyoruz. Fakir fukaralarımızı da kimseye muhtaç etmiyoruz. Ne mutlu ki bana benim böyle güzel dostlarım var”.

-O mutluluk hepimizin Osman Ağa. Ne mutlu bize. Koca şehire örnek mahalle olduk. Bu onur hepimizin.

Duydukları karşısında Durmuş Efendi de şaşkınlığını gizleyememişti. Dayanamayarak o da söze girdi.

-Yav enişte sizin böyle hayır işleriniz var da niye bize haber vermezsin. Biz de karınca kararınca bir yardımda bulunurduk. Bundan sonra beni de listene yazmazsan hakkımı helal etmem bilesin.

Tam o sırada çırak çocuk çayı getirmiş Osman Efendinin önüne koyup dışarı çıkmıştı. Ustasından büyükler konuşurken yanlarında durmaması gerektiğini öğrenmişti.

Çocuğun çıktığını gören Durmuş Efendi elini hızla cebine sokup bir hayli yüklü görünen meblağı Fikri Efendinin eline sıkıştırarak, “Hatta o kadar beklemeye de gerek yok. Bu da benden olsun” dedi.

-Yav enişte acelesi ne verirsin hele. Hem ne kadar verdiğini bir say. Bizde bilelim ki kimin ne verdiği bilinsin.

-Ya Fikri öyle şey mi olur? Sağ elin verdiğini sol el bilmemeliymiş. Biz öyle öğrendik. Cebimdeki neyse verdim işte. İnşallah Rabbim kabul eder.

Orada bulunan herkes, “Amin, inşallah. Allah razı olsun” derken Fikri hemen lafı alarak, “Enişte sen öyle diyon da senin verdiğin para cebimdeki paraya karışırsa ben ne kadar vereceğimi nereden bileceğim. O yüzden saymadan olmaz.”

Fikri efendi aldığı parayı sayıp masanın gözünden çıkardığı bir deftere para miktarını, parayı aldığı tarihi ve verenin ismini yazdı. Sonra Osman Efendiye dönüp, “Osman Ağa paraya miktarına şahitsin. Yarın bizim Bekir Efendilere odun kömür alacaktık. Bak büyük Rabbim nereden gönderiyor parasını.

-Şu oğlu vefat eden iki torununa ve gelinine bir emekli maaşıyla bakmaya çalışan Bekir Efendiye mi odun kömür alacaksınız?

-He ya ona alacağız. Allah yardımcıları olsun. Bir emekli maaşıyla beş nüfusa bakmaya çalışıyor garibim. Bilirsin kimi kimsesi de yok. Bir oğlu vardı o da takdiri ilahi işte. Biz de elimizden geldiğince yardımcı olalım istedik.

-Çok iyi düşünmüşsünüz Fikrim çok iyi düşünmüşsünüz. Eğer yardım edenlerin isimlerini söylemeyecekseniz benim de üç-beş bir katkım olsun isterim gardaşım.

Bu kez de elini cebine atma sırası Osman Efendiye gelmişti. Cebinden çıkardığı elindeki paraları sayan Osman Efendi bu paranın bir kısmını alıp Fikri Efendiye uzattı. Durmuş Efendi de yaptığı gibi parayı sayıp deftere kayıtını yaptı.

Oturdukça muhabbet koyulaşmıştı. Osman Efendi ile Durmuş efendi sanki kırk yıllık ahbapmış gibi sohbet etmişlerdi. Bir süre daha oturduktan sonra Osman Efendi müsaade istedi. Tam kalkacakken Fikri efendi, “Osman Ağam yarın eniştemgil bize oturmaya gelecekler. Eğer bir manin yoksa sizde gelin. Hep birlikte oturup sohbet ederiz ha ne dersin?” Osman Efendi içinden sevinirken teklifin hemen üzerine atlamış olmamak için ağırdan almayı istedi.

-Ya gardaşım ne manisi olacak. Sen yeter ki iste. Sen istersin de ben gelmem mi? Lakin bak enişten bunca yoldan gelmiş. Bacınla yeğenlerinle hasret gidermek istersiniz biz araya girip rahatsızlık vermeyelim. Bir başka gün bir başka sefere hatta Durmuş Efendi de dönmeden bizde toplanırız ha.

Osman Efendinin bu ağırdan alışı hem Fikri hem de durmuş Efendiyi etki altında bırakmıştı.

Önce Fikri efendi sonra da Durmuş Efendi ısrarla Osman Efendinin de ailesiyle kendilerine katılmasını istemişti.

Osman Efendi onları kırmayarak, “O zaman yarın görüşmek üzere. Haydi, Allah’a emanet olun” deyip yanlarından ayrılmıştı.

Osman Efendinin gözü Durmuş efendiyi tutmuştu. Evine vardığında o gün ki olanları karısına da anlattı. “Yav adam cebinden bi tomar para çıkardı saymadan al bu da benden olsun dedi. Adamdaki cömertliğe bak. Adamdaki gönül zenginliğine bak. Böyle bir adamla kim dünür olmak istemez. Yarın da gider kızı da görmüş oluruz.

-O zaman yarın oraya gideceksek ben de bir baklava açayım bir tepsi de börek yapayım. Elimiz boş gitmek olmaz. Zaten adamların misafiri çok bir de biz yük olmayalım.

-İyi düşündün hanım. Sen ne lazımsa söyle Alperen’e yarın gidip alalım.

Ertesi gün erkenden Alperen’le birlikte çarşıya çıkan Osman Efendi siparişleri alıp Alperen’le eve gönderirken Fikri Efendinin dükkanına uğrayıp Tatlı ve böreği kendilerinin yapacağını yenge hanımların varsa başka işleriyle meşgul olmasını söyledi.

Fikri Efendi, “Yav gardaşım ne gerek vardı da bacımı sen zahmete sokuyorsun. Bizimkiler zaten yapacaklardı. Hiç zahmet etmesinler söyle de”.

-Yav gardaşım zahmeti mi olurmuş. Hem alışverişi yapıp eve gönderdim bile. Sen bacıma söyle başka işlerini görsünler. Haydi akşam görüşmek üzere. Allah işini gücünü rast getirsin…

-Peki gardaşım, Allah razı olsun, selametle…

Akşam Fikri Efendilerin evlerinde tam bir düğün havası vardı. Misafirler kaynaşmış muhabbet koyulaşmıştı. Osman Efendi hem sohbeti dinleyip bazen katılırken suskun kaldığı zamanlarda gelin kız adayını gözetliyordu.

Hande o akşam oradan oraya koşturuyordu. Sofra hazırlanmasında sofranın toplanmasında sonrasın çay servisinde hep o koşturuyordu. Gören onu evin kızı ya da gelini sanırdı. Kızlarının bu koşuşturmasına ne Hande’nin annesi ne de babası bir anlam verememişti. Ama onun böyle işçiman olması diğer insanların yanında göğüslerini kabartmıştı.

Çaylarla birlikte sohbet iyice koyulaşmış konu askerlik anılarına kadar gitmişti. Askerlik anıları bitince bu sefer Durmuş Efendi Hollanda’ya nasıl gittiğini anlatmaya başladı.

-Gardaşım ben o zamanlar Sümer’de dokumacılık yapıyorum. O zamanlar evimiz taa Yazı Bağlarında. Sümer neresi Yazı bağları neresi. Yazın neyse biraz kolay da kış oldu mu hiç çekilmiyor o yol. Askerden sonra tam 7 yıl çektim o yolu. Sona duydum Avrupa’ya işçi kayıtları başlamış. Ben de yazıldım. Bizi Ankara’ya muayene çağırdılar. Bir çoğu Avrupa’ya gidebilmek için ağzındaki eksik dişini bile yaptırdı. İnsanlar o kadar korkuyor yani. Ben hiç oralı bile olmadım. Kısmetimde nasibimde varsa seçerler dedim, girdim. Demek ki kurban olduğum rızkımızı orada yazmış. Nasibimiz oradaymış. Neyse gittim, önce Almanya’ya indik sonra bizi Hollanda’ya gönderdiler. Vardık pansiyonlara dağıttılar bizi. Biz bir çalışıyoruz ki hiç sorma, günde on iki saat. On iki saat çalışıyoruz ama Allah var iyi de kazandık.

Çoluk çocuk benim gözümde tütmeye başladı. Bir yıl çalıştıktan sonra ben döneceğim dedim. Vazgeçirmeye çok çalıştılar ama benim gözüm karardı bir kere. Neyse ben bir yıl sonra memlekete döndüm geldim. Yine eski işime Sümer’e girdim ama bu sefer de milletin çenesi durmuyor ki kardeşim. Allah bilir ben yapmışım da oralarda duramamışım. İyi işçi olsaymışım geri gönderirler miymiş. Kimse benim kendi isteğimle döndüğüme inanmıyordu. Baktım millet susacak gibi değil. Hanıma dedim, hanım milletin konuşması benim ağrıma gidiyor. Ben geri döneceğim Hollanda’ya. Bizim kör oğlu, herif çoluk çocuk büyüyor ben bunlara nasıl bakıyım tek başıma dedi ama bi defa ben tekrar Hollanda’ya gideceğim dedim ya, sözümden de dönmüyorum. Sonra orada birlikte çalıştığımız arkadaşa bir mektup yazıp dönmek istediğimi söyledim. O da fabrikayla konuşmuş. Şef zaten yana yakıla işçi arıyor. Bir de fabrikaya işçi getirene yüz gulden para veriyorlar. Benim uçak biletimi göndermişler, arkadaşa da yüz gulden para vermişler. Garibanım o da çok sevindiydi o paraya. Sene altmış sekizdi gittiğim de. Gidiş o gidiş, bi daha da dönemedik. Sene yetmiş üç müydü ne orada bir ev tuttum. Sona da çoluk çocuğu da aldım yanıma. Allah’ıma şükürler olsun kimseye muhtaç etmeden yaşayıp gidiyoruz işte. Çocuklardan ikisi evlenip Türkiye’de kaldı. Oğlanı da evlendirdim. Kız da nasip işte. Rabbim hayırlı kısmetler versin, hayırlı insanlarla karşılaştırsın.

Hep birlikte amin dediler. Her güzel şeyin sonu gibi o akşamın da sonu geldi, herkes evine dağıldı gitti. Osman Efendiler evlerine döndüklerinde birbirlerine kızın ne kadar işçiman olduklarını anlatıyorlardı. İkisi de kızı beğenmişlerdi. İstemeye karar verdiler.

Anne oğluna müjdeyi verdiğinde Alperen sevinçten çığlık atıp annesini kucaklamış döndürüyordu. Annesi oğlunun sevincine ortak olmuştu ama oğlunu da yatıştırmaya çalışıyor.

-İndir oğlum beni, yeter gayri döndürme başım döndü, Gözümün önü kararıyor.
Sevinmede fazla ileri gittiğini anlayan Alperen annesini divana oturturken bir bardak da su kapıp gelmişti. Elmas hanım oğlunun bu haline güldü. Alperen, “Ne var, niye güldün anam bilmediğim bir şey mi var?”

-Yok oğlum, bilmediğin ne olacak. Normalde bir bardak su istesem bin dereden su getirirsin de bir bardak su getirmezdin. Şimdi bi el kızı için kendiliğinden su getirdin de ona gülüyorum.

-Aşk olsun anam ya. Sen iste ben Ferhat olur dağ deler istediğin suyu kaynağından buraya getiririm.

Elmas hanım yine gülerek, “he he baban da öyle diyordu”.

-Ne diyordu babam?
-Oğlum ben takılıyorum sana. Babanın bir şey dediği yok. Var sen işine git.

Hafta sonuna doğru Osman Efendi Fikri Efendiye uğrayarak hem Fikri Efendileri hem Durmuş Efendileri hafta sonu misafir etmek istediğini söyledi.

-Yav gardaşım daha geçen gün bizdeydik. Hele biraz zaman geçseydi bari.
-İyi de gardaşım senin eniştengil ne zaman dönecek bilmediğim için onlar dönmeden bir de ben misafir edeyim istedim. İtiraz filan istemem bu hafta sonu bekliyoruz ha. Ha gelirken de hiç bir zahmete kapılmayın konu komşu şimdiden hazırlığa başladılar. Mantılar içli köfteler filan hazırlıyorlar. Yav bu Durmuş beylerin gelmesi ne iyi oldu midemiz bayram ediyor. Yoksa biz istesek bin nazlan yaparlardı.

Deyip gevrek gevrek gülerken Fikri Efendi de Osman Efendiye gülerek, “Vallahi doğru söylüyorsun. Bizim enişteye söyleyelim her yıl gelsinler de bari en azından yılda bir defa da olsa bizim midemiz bayram yapsın”. İkisi birden kahkahaları koyuvermişlerdi.

Hafta sonu geldiğinde Elmas hanımın hazırladığı sofrada bir kuş sütü eksikti. Hande Osman Efendi’nin evinde de her şeye koşturmuş Elmas hanıma yardım etmişti. Elmas hanım normalde sen otur kızım misafirsin deyip karşı çıkardı ama bu sefer Hande’nin yardım etmesinden büyük bir keyif alıyordu.

Yemekler yenildi çaylar içildi sohbetler edildi kahveler içildi. Misafirler müsaade isteyip ayrılırlarken Durmuş Efendi Osman Efendiye dönüp, “Ya Osman ağa gardaşım seni geç tanıdım ama inan çok sevdim seni. Allah arzı olsun evini yüreğini açtın. Gönlünün ne kadar zengin olduğunu izzet ikramınla bir kez daha gösterdin. Biz dönmeden sizi biz misafir edelim isterim. Haftaya da biz de toplanalım mı gardaşım ne dersin?”

-O senin gönül güzelliğin Durmuş Efendi. Gönlün güzel her şeyi güzel görüyorsun. Ben Hafta içi Fikri Efendiye uğrar söylerim. Ondan duyarsın olur mu?”
-Peki ama arayı öyle fazla uzatmayalım. Biliyorsun bizim günlerimiz sayılı. Zamanımız da kısıtlı. Bir de bizim haneyi böyle şenlendirelim inşallah.

-Oooooo daha neler yaparız neler. Zamanımız bol yeter ki kurban olduğum nefes, sağlık versin.

Herkes neşe içerisinde evine dağılırken Osman Efendinin evinde yine gelin kızın maharetleri konuşuluyordu.

Ertesi günü Osman Efendi Fikri Efendinin dükkanına uğradı. Fikri efendiye Yeğeni Hande için dünürcü olmak istediklerini bunun içinde Dursun Efendilere ziyarete gitmek istediklerini söyledi.

-Bilirsin kız isteme farklı olur yemekli misafirlik farklı olur. Eğer onlar bizi dünür görüp onurlandırırlarsa biz onlarla bir ömür ekmeğimizi bölüşürüz. Hem dostluğumuz gardaşlığımız da pekişmiş olur.

-Vallahi ne söyleyim Osman Ağa. Kız yeğenim olur ama önünde anası var babası var. Ben teklifinizi iletirim.
-O zaman senden haber bekliyorum Ağa.
-Ben eniştemle bir konuşayım haber veririm gardaşım. Haydi şimdilik selametle.

Osman Efendi gittikten sonra Fikri Efendi de eniştesinin yanına gitmek için dükkandan ayrıldı. Eniştesinin evine vardığında eniştesinin evde olduğunu öğrenince sevindi.

-Enişte bu kez elçi olarak geldim.
-Yav gardaşım gelmen için sebep mi lazım. Burası senin bacının evi, senin evin. İstediğin zaman gelirsin. Ama bu elçilik dediğin ne ola ki.

Fikri Efendi, Osman Efendinin söylediklerini aynen Dursun efendiye aktardı.
Dursun Efendi bir an dona kaldı, gözleri doldu. “Demek o gün geldi ha” dedi.

Fikri Efendi bir şey anlamamıştı Dursun Efendinin söylediklerinden. “Hangi gün enişte” diye şaşkınca sordu.

Yahu Fikri bu kız ne zaman büyüdü de şimdi istemeye geliyorlar. Şimdi sen isteyecekler deyince yüreğim cız etti. Ben onu kendi gözümden bile kıskandım. Benim evimin gönlümün en değerli en nadide gülü o. Ben onu bir gün gelin edeceğimi bilirdim da gözümün önündeki kızımın o kadar büyüdüğünü bilmiyordum ki.

-Enişte kızlarımızın büyüdüğünü hep bir başkaları hatırlatır biz babalara. Siz bacımı istemeye geldiğiniz de benim babam sanki senden farklı duygular mı yaşadı? Bacım hala babamın canı ciğeri. Sen onu Hollanda’ya götürdün götüreli anamın babamın gözyaşı diner mi sanırsın? Kız çocuğu böyle iste. Gözünün önünde büyür serpilir ama sen farkına varmazsın. O senin gözünde hep küçük kızındır, canındır ciğerindir. Ama elin oğlu gelir senin canını ciğerini kanata kanata götürür ama sen hiç bir şey yapamazsın. Dünyanın kanunu bu. Nasıl ki sen bizim canımızı ciğerimizi söküp götürmüşsen birileri de senin canını ciğerini sökecekler. Bunu da sen bizim ciğerimizi söktüğüne sayacaksın. Bundan kurtuluş yok enişte. Ötesi kızının kısmetiyle oynamak olur. Bu vebal altında da hiç bir ana baba kalmak istemez. Şimdi sen bacımla konuş. Cevabınız müspet olsa da olmasa da Hande’yle de konuşun. O kızın da fikrini alın. Sonuçta hayat onun hayatı.

-Fikri ben bu adamı senin dükkanında tanıdım. Görünüşte iyi biri ama içi nasıldır ailesi nasıldır bilmem. Senin bunca yıllık komşun. Mutlaka sen bizden daha iyi tanırsın. Adam nasıl biri çocuk nasıl biri? De hele senin fikrin ne?
-Enişte Osman Ağa aynen gördüğün gibi biri. Dışı neyse içi de o dur. Bunca yıllık komşumdur bir yanlışını görmedim. Oğlu dersen okudu. Zanaat mektebini bitirdi. Babası ona dükkan açacaktı çocuk istemedi. Askerliği yakın, gidip geldikten sonra açarız baba dedi. Şimdilik mesleği daha iyi öğrenmek için bir ustayla birlikte çalışıyor. Mahallenin radyo televizyon tamiri hep onların ellerinden geçer. O çocuğun bu mahallede girmediği bir ev yoktur. Birinden de bir gün dahi bir laf gelmedi. Ben bu kadar bilir bu kadar söylerim. Gerisi sizlerin bileceğiniz bir iş enişte. Hande benim de canım ciğerim, öz yavrumdan farkı yoktur benim için ama anası babası sizsiniz. Siz ne derseniz o.
-Sağ ol gardaşım, bi de ben bacınla konuşayım. Bir de Hande’nin fikrini soralım. Her şeyin hayırlısı olsun.
-Amin enişte amin, o halde ben sizden haber bekliyorum. Onlar da benden cevap bekliyor.

Durmuş Efendi duygusallığın verdiği üzüntü içerisinde baş salladı.

Aradan bir kaç gün geçmişti. Nihayet Osman Efendilerin beklediği cevap “Buyursunlar” gelmişti. Gümüş tepsi içerisinde gümüş bir tabağın içi çikolata ile doldurulmuş yanına da tamamı kırmızı güllerden oluşan bir buket yaptırılmıştı. Herkes süslenmiş püslenmişti.

İki haftadır yemekte buluşan kadro bu kez Durmuş Efendi’nin evinde ama hayırlı bir iş için bir araya gelmişlerdi. İlk defa herkes de bir çekingenlik vardı. Hoş geldin faslından sonra ortada bir sessizlik olduk. Osman Efendi konuşma ihtiyacı hissederek söze başladı.

Durmuş bey gardaşım bu kadar kısa bir sürede sizi o kadar çok sevip o kadar kaynaştık ki istedik ki bu gardaşlığımız bir ömür boyu sürsün. Sen de bilirsin biz ana babaların evlatlarımız üzerinde hakkı olduğu kadar onların da bizim üzerimizde hakları var. Birincisi doğduklarında onlara güzel bir isim vermek. İkincisi onları en güzel ahlakla, İslam Ahlakıyla eğitmek. Üçüncüsü onlara helal lokma yedirmek. Dördüncüsü, güzel bir meslek edinmelerini sağlamak ve onları evlendirmek. Maşallah, Rabbim hayırlı uzun ömür versin. Hande kızımızı da siz en güzel şekilde yetiştirmişsiniz. Biz de her yetişkin oğlu olan anne baba gibi böyle değerli bir mücevherin bizim olmasını isteriz. Eğer siz de uygun bulup münasip görürseniz şayet Allah’ın emri Peygamber efendimizin kavliyle kızınızı oğlumuza istiyoruz.

Durmuş Efendi kayınbiraderi Fikri Efendiyle görüştüğünden beri duygusallaşmıştı. Konuyu hanımıyla görüşmüştü. Onun konuşmasından olaydan kendisinden önce haberi olduğunu anlamıştı. Kızıyla konuşmuş, Hande’de her genç kız gibi babasına sadece “Sen nasıl münasip görürsen babacığım” demişti. Her baba gibi o da kızının asıl düşüncesini yani onun da bu işe gönlü olduğunu eşinden öğrenmişti. Kızı da bu işe gönüllüyse bu işin önünde durmanın yanlış olduğunu kendisi de biliyordu.

Durmuş Efendi yavaş yavaş konuşmaya başlayınca herkes daha net duyabilmek için bir anda susmuştu. Salonda sadece Durmuş Efendinin yüreği parçalanarak çıkarmaya çalıştığı kısık bir ses vardı. Teklifinizle bizleri gururlandırdınız. Allah sizlerden razı olsun. Ben sadece hayırlısı neyse o olsun diyorum.

Bu sözlerden kimse bir şey anlamamıştı. Osman Efendi, “Yani” diye fısıldadı.

-Yani si şu ki, kızım benim canım ciğerim, göz bebeğim. O olmadan ben nefes alamam. Bilirim herkesin evladı kendisine böyledir. Herkesin evladı kendisine özeldir. Ama istediğiniz benim canım. Biliyorum günün birinde canımı söke söke götürecekler. Bu her kız babasının kaderi. Her ne kadar canımı sökseler de kızım da damadım da gözümün önünde olmasını isterim. Kızım yurt dışında büyümüştür. İki kültür arasına sıkışıp kalmıştır. Biliyorum ki burada kalacak olursa kızım uyum sorunu yaşayacaktır. Bunun altından kalkabileceğini sanmıyorum. Evet demem için tek şartım vardır. Kızımı verecek olursam oğlunuz bizimle birlikte Hollanda’da yaşayacak. Çocukların evini barkını kurmak benim boynumun borcu olsun. Ne istiyorlarsa alacağım. Kız kısmı bünye olarak hem zayıf olduğu kadar duygusal olarak daha da zayıftır. Ama erkek kısmı daha güçlüdür. Öğrendiğim kadarıyla maşallah Allah bağışlasın oğlunuzu her türlü şekilde güzel bir eğitim vermişsiniz. Güçlü kişiliği sağlam karakteri ile uyum sorununu kızımdan daha kolay çözeceğini düşünüyorum. Bu nedenle eğer çocukların Hollanda’da yaşamalarına siz de evet derseniz benim cevabım da müspet olacaktır.

Durmuş Efendi topu Osman Efendinin kucağına bırakmıştı ama Osman Efendi ve hanımı bu konuları daha önceden konuşup anlaştıkları için hazırlıklıydı. Onlarında ciğerleri yanıyordu. Bunca yıl üstüne titreyerek yetiştirdikleri yavru kuşları artık kendi kanatlarıyla uçmaya hazırlanıyordu. Her türlü acıya evlatları için çaresiz katlanacaklardı.

Gardaşım sen can pareni yavrunu oğluma teslim edersin karşılığında da bizim can paremizi de sen istersin. Dediğin gibi, biz ana-babalar yavrularımızın mutluluklarını isteriz. Madem ki oğlumun rızkı yurt dışındaymış kaderin önüne geçilemezmiş. Yavrularımızın mutluluğu için bizde yeri gelince yaramıza tuz basmasını öğreneceğiz. O zaman hayırlı uğurlu olsun.

Durmuş Efendi erkek tarafının onun şartını kabul ettiğini duyunca yüreğinde bir ferahlık hissetti. En azından kızı yanında olacaktı ve dilediği zaman görebilecekti. Bu sevinçle o da o kısık sesi bırakıp buruk bir sevinç ses tonuyla hayırlı uğurlu olsun dedi.

Gençler sevinçle orada bulunan büyüklerin hepsinin ellerini öptüler. Hande daha sonra mutfağa geçip herkese şekerli kahve yapıp bunları servis etti.

Alperen’in kahvesi en sona yapılırken evdeki diğer genç kızlar kahvenin içine bol tuz koyarken işi abarttılar. Tuzun yanı sıra acı toz biber de doldurdular. Kahve pişince de Hande kahveyi bir fincana doldurup Alperen’e sundu. Alperen’e hiç kimse bir şey anlatmadığı için o sözlenmenin de vermiş olduğu heyecanla kahveden öyle büyük bir yudum aldı ki nerdeyse bir fincan kahveyi bir yudumda yutmuştu. Fakat kahveye tuzun yanında acı toz biber de kattıklarından ağzı fena halde yanmıştı. Bir den öksürmeye başladığında herkes kahkahalarla ona gülüyordu.

Durmuş Efendi Hollanda’daki iş yerini arayarak tatilini üç hafta daha uzattı. Yine aynı şekilde Hande’nin işyerini arayıp durumu anlattıklarında izin almakta zorlanmadılar. Bir hafta içerisinde nişan yapıp ikinci haftaya nikâh ve düğün yaptılar. Herkes mutluydu ama gençler her şeyin bu kadar hızlı olup bitmesine inanamıyorlardı. Düğün sabahı yani gerdek gecesi sabahı Alperen kapı zili sesiyle uyandı. Evde kimsenin olmadığını biliyordu. Sabah sabah kim bu münasebetsiz diye öfkeyle sabahlığını giyip kapıyı açtığında kapıda postacıyla karşılaştı. Elinde bir celp kâğıdı vardı. Teslim aldığına dair imzayı atıp zarfı açtığında bir hafta içerisinde Manisa-Kırkağaç Jandarma Birliğine teslim olması gerektiği yazıyordu. Alperen’de Hande’de şaşırıp kalmışlardı. Hemen kalkıp duşlarını aldılar. Hande ortalığı düzeltip kahvaltı hazırlarken Alperen ne yapacağım ben şimdi ya deyip duruyordu.

Öğleye doğru Elmas Hanım ve Osman Efendi eve geldiklerinde celp kâğıdını gördüklerinde onlarda şaşırıp kalmışlardı. Osman Efendi celp kâğıdını alıp Fikri Efendinin dükkânına gitti. Fikri Efendi çırağı Durmuş Efendiye göndererek dükkâna gelmesini rica etti. Biraz sonra Durmuş Efendi geldiğinde durumu on anlatıp celp kâğıdını göstererek düşüncesini sordular.

Durmuş Efendi, “Askerlik her Türk evladının mukaddes borcudur. Gerekirse can vermesini bilir. Amenna, buna bizim bir itirazımız olmaz olamaz da. Hatta askerlikten kaçan kanı bozuk da bizim evladımız olamaz. Ama bunlar daha genç. Gözlerini yeni açtılar. Askerlik uzun süre. Araya soğukluk filan girer, ne bileyim başka şeyler olur. Buna da mahal vermemek lazım. Yurt dışında olanlar askerliklerini dövizle borçlanarak yapabiliyor. Eğer bir imkân bulur da Alperen’in askerliğini bir süre tecil ettirebilirseniz biz onun vize işlemlerine hemen başlar bir an önce Hollanda’ya götürürüz. Ondan sonra da askerliğini bedelli olarak yapar. Çocuklarda ayrılmamış olurlar. Buradaki asıl soru siz onun askerliğini tecil edebilecek misiniz?

Osman Efendi, “Benim astsubay bir tanıdığım var. Hele ona bir danışalım ne diyecek?” Osman Efendi tanıdığı astsubayın yanına gidip durumu anlattı. Astsubay, Osman efendinin yüreğine su serpti.

-Osman abi, oğlun meslek lisesi mezunu. Lise mezunları askerliklerini bir yıl tecil edebiliyorlar. Ben bir dilekçe yazayım. O altını imzalasın bağlı bulunduğu askerlik şubesine versin. Büyük bir ihtimalle sorun çıkmayacaktır.

Astsubay hemen bir tecil dilekçesi yazıp onu Osman Efendiye verdi. Osman Efendi astsubaya nasıl teşekkür edeceğini şaşırmıştı. Astsubayın yanından büyük bir minnet borcuyla ayrıldı. Hemen oğlunun yanına gidip dilekçeyi ona imzalattırıp Alperen’i askerlik şubesine gönderdi.

Alperen dilekçesini görevli askere verdi. Asker, “Binbaşıya imzalatıp getir” dedi. Alperen binbaşının yanına saygıyla varıp, “Efendim sizin imzanızı talep ediyorlar” deyip dilekçeyi binbaşıya uzattı. Dilekçeyi okuyan Binbaşı, “Neden tecil ediyorsun evladım” diye sordu.

-Evlendim, yurt dışına gideceğim komutanım.

Binbaşı, “Oh be birinden daha kurtuluyoruz” diyerek dilekçeyi imzalarken Alperen acaba binbaşı ne demek istedi diye meraktan kıvranıyordu. İşlemlerini yaptırmak için görevli askerin yanına vardığında binbaşının sözlerinin anlamını sorduğunda, “Seninle bir ilgisi yok kardeşim. Bu dönem asker fazlamız var. Asker eksikliği kadar asker fazlası da devletin bir sorunudur, sen takılma. İşlemlerin tamam, gidebilirsin.

Alperen eve döndüğünde sorunlar çözülmüştü. Evde bir bayram havası vardı. Ertesi gün Alperen pasaport çıkartmak için işlemlere başladı. Bir hafta sonra pasaportu elindeydi. Pasaportu elinde olmasına elindeydi ama ciğeri yanıyordu. Çünkü eşinin ve ailesinin tatil süresi bitmiş ertesi gün Hollanda’ya gideceklerdi. Ertesi gün onları hava limanından yolcu edip dönerken herkes de bir burukluk vardı ama Alperen dudaklarını kanatırcasına ısırıp ağlamamaya çalışmasına rağmen esaret tanımayan iki damla gözyaşı yanaklarından akıyordu.

Aradan üç ay geçmişti ki Alperen’in vize davetiyesi gelmişti. Hemen Hollanda Başkonsolosluğuna gitmiş vize işlemlerini de tamamlamıştı. Hande’ye telefon açıp durumu anlatmıştı. Hande hemen bir uçak bileti göndereceklerini söyledi. Bir hafta içerisinde Uçak bileti Alperen’in eline geçmişti. Üç gün sonra uçağı kalkıyordu. Elmas hanım oğluna her fırsatta sarılıp kokluyordu. Bol bol nasihatler ediyordu.

Son güne kadar hiç konuşmayan Osman Efendi oğlunu karşısına alıp konuşmaya başladı.

-Bak oğlum sana bugüne kadar elimden geldiğimce babalık etmeye çalıştım. Doğrularım oldu biliyorum ki yanlışlarım da oldu. Ama senden önce baba olmadığım için bir çok şeyi ben de seninle birlikte öğrendim. Yanlışlarımın ana nedeni de bu. Biz babamızdan ne görmüşsek sizlere de onu yapmaya çalıştık. Ama unuttuğumuz babalarımız aslanın midesine inen ekmeğin peşinde koşarlarken cahil kalmışlardı. Bu cahilliğin üstüne kültürümüzdeki bazı bidatler da eklenince ortaya benim gibi yarı cahil bir baba çıktı. Ben babalığı annen anneliği seninle öğrendi. Bizler başımıza gelen olaylarla pişip tecrübe kazanırken hatalarımızın farkına vardık. Hata yaptık ama hatadan dönmesini de bildik. Yaptığımız bunca hataya rağmen doğru yaptığımız tek şey oldu. Sana hiç haram lokma yedirmedik oğlum. Eğer sende evlatlarının sana sahip çıkmasını istiyorsan, sözünü dinlemelerini istiyorsan onlara ne pahasına olursa olsun mutlaka helal lokma yedir. Haramlardan uzak dur. Gün boyunca eşinle ne yaparsan yap ama sakın yatağa küs girme. Seçtiğin arkadaşlarına dikkat et. İyi huylu arkadaşın seni camiye kötü huylu arkadaşın seni çamura götürür. Yediğin lokmaya ihanet etme. Yaşadıkça öğrenecek öğrendikçe hatalarını görecek, hayat fırınında pişip tecrübe kazanacaksın. Ne zaman ki evladın oldu ancak o zaman anne baba ne demek daha iyi anlayacaksın. Ben seni acemi bir baba olarak yetiştirdim ama sen usta bir evlat çıktın. Beni her zaman gururlandırdın. Rabbimde sana seni gururlandıracak evlatlar versin. Gittiğin yerde her zaman çalışkan ol azimli ol. Dinini kültürünü unutma. Camiden uzaklaşma elinden geldiğince abdestsiz dolaşma. Çünkü abdest mü’minin silahıdır. Seni her türlü kötülükten koruyacaktır. Allah’ın emrine uymayan hiç bir buyruğa boyun eğme, bu buyruk benim buyruğum olsa bile. Ben senden evlat olarak memnunum razıyım Rabbim de senden razı olsun. Gideceksin belki dönüşünde ben olmayacağım. Gidip dönmemek dönüp görmemek var. Ben sana babalık hakkımı helal ediyorum. Sende bir evlat olarak bana hakkını helal eder misin?

Alperen dudaklarını ısırarak ağlamamaya çalışıyordu. Ama babasının son sözleri karşısında, “Sen bir baba olarak hakkını helal ederken ben bir evlat olarak nasıl etmem. Tabii ki helaldir babam” derken gözyaşlarını tutamamış babasına sarılmıştı. Baba oğul bir birine sımsıkı sarılmış ağlaşıyorlardı…

Alperen ne annesinin ne de babasının hava limanına gelmesini istemedi. Çünkü gelirlerse ne kendisi ne de onlar dayanamayacaktı. Ayrılık daha da zor olacaktı.

Hava limanına vardığında bagajlar alınmaya başlanmış olduğunu gördü. Bineceği uçak Hollanda Kraliyet Hava Yollarına aitti. Bagajını verip koltuk numarasını aldı. Daha sonra pasaport kontrolden geçip uçağının kalkacağı perona gitti. Yarım saatlik bir beklemeden sonra yolcular sırayla uçağa binmeye başladılar.

Bir saat içerisinde uçak havalanmış Hollanda’ya doğru yol almaya başlamıştı bile. Uçak oldukça genişti. Kenarlarda ikişerli koltuklar ortada ise birbirlerine karşılıklı bakan dörtlü koltuklar vardı. Yani bir sırada sekiz yolcu seyahat ediyordu. Alperen kafasından yolcu sayısını hesaplamayı denedi sonra bir de uçağın üst katı olduğunu görünce hesaplamaktan vaz geçti.

Bir süre sonra hostesler bazı mini poşetleri ve bardağı yolculara dağıtmaya başladılar. Alperen’e de aynı mini poşetlerden verdiler. Biraz sonra bir hostes çay kahve servisi yaptı. Alperen tercihini kahveden yana kullanmıştı. Yanında yaşlı bir Türk adam oturuyordu. Alperen üzerinde ne yazdığını bilmediği mini poşetlere baktı ne yapacağını bilemedi. Yaşlı adama sormaya çekindi. Yaşlı adam ne yaparsa onu yapmaya karar verdi ama adam poşetlerin hiç birini kullanmıyordu. Kahveyi öyle geldiği gibi koyu ve şekersiz içiyordu. Kendisi de öyle içmeyi denedi. Aldığı ilk yudumda bile kahve ağır geldi. Utandığı için yanındaki adama da soramıyordu. Hostesler Hollandalı olduğu için dil bilmiyordu. Sonra ya herro ya merro deyip bütün poşetleri kahve bardağına boşaltmaya başladı. Poşetleri boşalttıktan sonra karıştırdı. Ağzına aldığı ilk yudumda neredeyse geri püskürtecekti ama utandığı için yutkundu. Kahveyi geri göndermeye utandı. Yanındaki adamın göz ucuyla kendisini takip ettiğini bıyık altından kendisine güldüğünü sezinliyordu. İnadına adamla tek kelime konuşmadı. Ama içerisinde şeker, tuz, baharat bulunan kahveyi yudum yudum içmeye devam etti. Yarım saat sonra kahvesi bitmişti. Aradan bir süre daha geçmişti. Bu kez menüsü tavuk pirinç pilavı ve salatadan oluşan yemek geldi. Adam mini poşetlerin üzerini okuyup sadece birini kullandı. Yemeği bittiğinde kullanmadığı mini poşetleri de tabağın içine koydu. Alperen yemeği tuzsuz acısız ve baharatsız yedi.

Hostesler boş tabakları topladıktan sonra yaşlı adam Alperen’e dönerek, “delikanlı biraz önce tuzu şekeri süt tozunu ve baharatı kahvenin içine döküp kahveyi öyle içtin. Her zaman böyle mi içersin kahveni” dedi.

-Onun öyle olduğunu tatdınca ben de anladım. Ben ilk defa yurt dışına gidiyorum. Üzerindeki yazıların ne anlama geldiklerini bilmediğimden oldu. Geri göndermeye utandım size sorup sizi rahatsız etmeye de çekinince durum böyle oldu. Madem öyle yanlış yaptığımı gördünüz niye uyarıp ikaz etmediniz de bize damat kahvesi içirdiniz?

-Aynen dediğin gibi evlat, damat kahvesi içmeni seyrettim. Artık senin kaderin Hollanda. Sen Hollanda ile evleniyorsun. Madem evleniyorsun damat kahveni de iç. Onun için sessiz kaldım…

Alperen adamın ne demek istediğini ancak yıllar geçtikçe anlayacaktı…

©
09 – 06 – 2020
08 : 20

Seyit Burhaneddin Kekeç
Kayıt Tarihi : 9.6.2020 09:25:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Seyit Burhaneddin Kekeç