Hep aynı kaldırımdan işe gidip geliyordum. Kış yaklaşıyor önceden gönderdiği rüzgarla gözdağı veriyordu. Günler benimle okula gidip gelirken tükeniyor, yapraklar rüzgarların aldanıp seslerine tek tek dökülüyor, ıslığa dönenler üşüyor, düşüyordu.
Düşmüş her yaprak bana günahkar insanları çağrıştırıyordu. Doğanın gereğiydi elbet düşmeleri, çürüyüp gitmeleri. Belki bazılarına göre bu da güzellikti. Ancak kopuşlar onlar için cezaydı bence. İşte önüm sıra yerler, bakışlarının azaplarını ödeyen sonbahar kırıntılarıyla doluydu. Acımaya dahi vakit bulamaksızın ezip geçiyordum onları. Duramazdım; zira her yere geç kalıyordum.
Türk Dili ve Edebiyatı muallimiydim. Arabalar dolusu kelimeler, harfler, ünlemler, soru işaretleri akıyordu, her yanımdan cümleler yürüyüp gidiyordu. Duramazdım; kaldı ki, yeryüzü günahkar yapraklardan geçilmiyordu. Onların arasına karışıp ezilmekten korkuyordum.
Yine bir gün şehrin oluşturduğu telaş labirentlerinden yürürken, yan tarafımda benimle ilerleyen duvarın arkasında yükselen ağacın en üst dalında üç yaprağın birbirine tutunmuş halde olduklarını fark ettim. Tüm koşuşturmacalarıma rağmen, biraz da mesleğimin etkisiyle çevreme bakmayı ihmal etmem. Etrafımdaki ayrıntıları yakalamaya çalışır, önemli bulduklarımı cebimde taşıdığım defterime not ederim. Ara sıra özellikle işin gücün sıkıştırdığı zamanlarda başımı yukarı kaldırıp ruhumla göğe asılırım. Bu beni çok rahatlatır. Adeta kemiklerim çıtırdar. Kar yağsa bile ki, kimi vakitler, eğer evdeysem, bulunduğum odada tüm perdeleri açar karın yağışını izler, kaynağına ulaşmak isteyerek gök yüzünü delercesine yukarılara bakar bakarım. Bazen de takılıp bir kar tanesine inerim aşağılara. Sonra tekrar başımı göğe kaldırırım. Ne hoş olur. Sadece ben ve kar, kar ve ben; kâr kelimeler yaprak yaprak... Kelamdaki üç harf, kalemdeki üç nokta, üç yaprak...
Yapraklar öyle yeşildiler ki... Hızla olduğum yerde dönerek çevredeki diğer ağaçlara baktım. Gördüğüm bütün dallar gömlek değiştirmiş ve soğuğun etkisiyle aşağıya inerken kaskatı kesilmiş boz yılanlar gibiydiler. Hiç birinde kuru yaprak dahi kalmamıştı. Tekrar gözlerimi yemyeşil salınan o üç ahenge diktim; rüzgar ve soğuk varlıklarına tolerans göstermişcesine kendilerinden emin, korkusuz sağa sola bazen de daireler çizerek, uyum içinde kısa aralıklarla hızlı hızlı hareket ediyorlardı. Titremek gibi değildi; rüzgarla dans ediyorlardı sanki...
İlk sonbaharımızdı buradaki. Bu tarafa yeni taşınmıştık. Tayinim İstanbul’a çıkınca kiradan kurtulmak için konutların ucuz olduğu Sultanbeyli’den beş kardeş birleşip, bankadan aldığımız krediyle daire aldık. Aynı şehrin farklı semtinde doğup, başka semtinde yuvamızı ancak kurabilmiştik.
Eylülle birlikte yerleştiğimiz evimiz okuluma fazla uzak değildi. Üzerinde dikildiğim bu yapraklı kaldırımdan gidiyordum Mevlana Lisesi’ne.
Hazan; yerlerde sürünen, ezilip büzülen, sarıdan kırmızıya binlerce tonu bağrında barındıran canlı bir ebru gibi önümde rüzgarla çalkalanıyordu. Lakin o üç yeşil nokta göğün bulanık mavilerine dokunuyorlardı.
Vaktim yine yoktu; geç kalmışlığın verdiği gizli telaşın temasıyla gayret ve yapraklara duyduğum hayretle karışık ifadeyle, bir iki defa geride kalan ağaca bakarak yürüdüm. Derste de onları düşünüyordum. Üç kocaman soru işareti gibi zihnimde asılı duruyorlardı.
Kar inecek neredeyse, Aralığın sonlarındayız. Havalar tam soğudu. Yağmur da pek yağmıyor. O yapraklar nasıl kalmış orada? Hem de en tepedeler, hava şartları önce onlara nüfuz eder halbuki... Bağladılar mı acaba dala, muziplik olsun diye? Şimdiye dek dökülmeleri gerekirdi. Belki akşama düşerler, düşmeliler: zira dirilmeleri için ölmeleri lazım. Ölmeden dirilmek olur mu hiç?
Onlar inecekler yerlere, bir mevta gibi bozulacaklar; sonra kar, kefenleri misali saracak sarı benizlerini. Günahlar beyazla kavrulacak, lekeler çıkacak. Yaşam için her zerre iyice ölecek. Ardından eriyecek buzlar, hayat akacak damarlara, can gelecek her hücreye, çözülecek tüm diller, kuşlar neşeli şarkılar söyleyecek, tomurcuklar patlayacak, uçuşan kelebekler böceklere hava atıp caka satacaklar; tabiatın bu halini gören ben, takılıp kalacağım dallara, kanatlara ve şiirler yazacağım baharın namına.
Ama bu üç yaprak... Ne diye direniyorlar?
Karanlık erken basmış, bir bayan olarak korku ve endişenin ayağıma dolandığı adımlarımla hızlı, arada göremediğim yoldaki çıkıntılara çarparak eve dönüyordum. Yine o ağacın mehâbetle yükseldiği, içinde kimselerin olmadığı hissini veren gecekondunun oradan geçiyordum.
Dallar ve ağaç geceden daha belirgindi. Rahmana açılmış dua eden ellerin gölgelerine benziyorlardı. Duvara biraz yaklaşıp durdum, üç azmin aynı yerde olup olmadıklarını seçmeye çalışıyordum. O anda bir serseri omzuma çarpıp geçti. Ürktüm. Ancak olduğum yere çakılmış, başımı göğe kaldırmış arıyordum. Cılız ay ışığının bulutlardan sıyrılmasıyla gölgeye benzeyen üç aslı gördüm; “Tüh düşmemişler! ” diye hayıflandım. Onlar orada oldukları sürece bahar hiç gelmeyecek sanıyordum.
Bahar tövbelerin kabulü, rahmet, merhamet, şefkat bahar. Gayri nasıl tazelenir nebât.
Kelebek mevsiminde kardan kelebekler uçamaz ki... Yok böyle olmayacak, mevsimlerin gerekleri yaşanmalı.
Eğer yarın da onları yerlerinde görürsem...
Soğuğun yapıştığı uzuvlarımı adeta çekiştirerek yoluma devam ettim. Eve varır varmaz, alelacele yemek yiyip, planlarımı yaptım. Biraz mutfağı, biraz banyoyu toparladım. Erken yatmalıydım. Doğanın kontrolü dışında bir gelişme oluyordu ve ben bunu anlamalıydım. O gece yaprak şeklinde esvaplar giymiş sevgili gördüm düşümde.
Sabah erkenden kalktım, romatizmasını ilerleten soğuklarla arası hiç de iyi olmayan annemin sobasını yaktım; kahvaltıyı ettik, annem kardeşle hastaneye gideceklerdi, ben hazırlanıp derse...
Evdekiler, formaliteler uzun olur diye, zamanından epey önce çıktılar. Arkalarından ben, ayakkabılarımı giyer giymez dışarı attım kendimi.
Rüzgarın dağınık saçlarına tutunup aktım ve kendimi yine o ağacın altında buldum.
Yükselen duvar bizi ayırıyordu. Eteğim vardı tırmanamazdım. Bir yol bulmalıydım. Biraz bakındım, kerpiçlerin bittiği yerde dikenli teller başlıyordu, tellerin sınırladığı alandan bahçeye geçiş vardı, kapı. Bu taraf ön mü, arka taraf mıydı anlayamadım, hevesle bir kişinin geçebileceği şekilde yamultulmuş tellerin arasından eğilerek ve takılmamaya dikkat ederek içeri girdim. Bahçe kapısı tahtaydı. Acaba kilitli miydi? Önüne gelip heyecanla kapıyı ittim. Açıktı. Başkasının bahçesine izinsiz giren yaramaz çocuklar gibiydim, halbuki küçüklüğümde hisarından dışarı taşan dalların bir meyvesine dahi uzanmamıştım. Kınamış mıydım ki; acaba uzananları, şimdi üç yaprak için tanımadığım evin bahçesine giriyordum.
Bahçe sararmış solmuş hasta gibi duruyordu karşımda. Kurumuş gözyaşlarının izlerini görüyordum yere düşmüş her yaprakta. Aklıma uymuş zavallı adımlarımla çıtırtılar çıkara çıkara ağacın dibine geldim. Dokundum ona, oldum olası sevmişimdir ağaçlara dokunmayı.
Bir kez, o sıralar öğrenciydim, kaldırımdaki bir ağacı okşayarak severken yakalanmıştım sokaktan geçen bir gence; elindeki enstürmandan konservatuar öğrencisi olduğunu sandığım bu delikanlı gülerek, dönüp dönüp bakmıştı bana. Ben de suç işlemiş gibi utançla karışık tebessüm edip, sevmenin dahi ihtiyaç olduğunu düşünerek, talebe garipliğiyle yürüyüp gitmiştim Ankara sokaklarında.
Şimdi yine aynı sevgi kabardı içimde.
Canım, ne kadar güzelsin; kıymıkların, kabukların... Yazın ayrı, kışın ayrı hüsnün. Üzerinde nice canlar barındırıyorsundur şimdi göremediğim. Ne kadar vakarlısın.
Acaba hislerin var mıdır? Hayallerin var mıdır senin de ben gibi? En çok ne isterdin? Ağaçlar bir şey murad ederler mi?
Benim öyle çok ki arzularım. Hangi birini sayayım? Dileklerim yerine geldikçe yavruluyor, yerine gelmeyince de kısır bir köpek gibi dolanıp duruyor kendi zincirine çaresiz. Yarın da istememeyi dileyeceğim Rab’dan. O kadar güçlü olabilir miyim sence? Yaz kış dimdik durabilir miyim sizin gibi? Yapınıza hep özenmişimdir; ne kadar tutarlı varlıklarsınız, sabit, duyarlı, sakin... Size bakınca huzur duyuyorum. Bir rahatlama hasıl oluyor bende. Sakin ol, diyorum kendi kendime, şu ağaç gibi dingin... Acele etmene gerek yok, telaşlanma, meraklanma yetişirsin her şeye. Hem durana ulaşmak daha zordur belki de.
Neyse, bunları düşünmenin zamanı mı şimdi hoca hanım? Derse geç kalacaksın. Çık heybete, bak bakalım şu yapraklar nasıl duruyor orada.
Tutunup alttaki dala tırmanmaya başladım. Çık çık bitmiyordu ve dallar gittikçe inceliyordu; ben de inceydim ama ya taşımazsa? Düşüncelerim dallardan da zayıftı, kırıp her birini, bir üst dala basıyordum. Çok yaklaşmıştım. Gittikçe netleşiyordu üç yeşil nokta. Evet artık tam seçebiliyordum. İp falan yoktu. Bir yerde okumuştum, ince hastalığa yakalanan aşkını yaşama bağlamak için esas oğlan her gün gizlice hüzün gözlü yarinin seyrettiği bahçedeki en çelimsiz ağaca canlı yapraklar düğümlüyor. Bu gayreti gören esas kız asılıyor hayata. Ama bunlar, basbayağı mukavemetli üç yapraktı.
Koparsam mı, defterimin arasına koyarım, üzerini de uhularım, tonlarını tüm detaylarıyla öylece dondururum. Küçükken öyle yapardık; gül yaprakları, menekşeler, papatyalar, laleler, leylaklar kuruturduk hatıra defterlerimizin arasında sonra uhulardık dağılmasın diye. Ben onları hiç atamazdım. Bir gün biriktirdiğim envai çeşit kurtulmuş çiçeklerimi bozuk olan büyük bir duvar saatinin içine yerleştirerek tablo yapmıştım. Keşke her anımız çiçek bahçesi gibi rengarenk kalsa; gül koksa akrep, yelkovan lale. Ve zaman güzelliklerin esiri olsa, şimdi olduğu gibi.
O üç nokta, mütevazı yeşil ışık ve rayihâ salıyordu sanki. Ayak parmaklarımın üzerine diklenerek yapraklara doğru uzandım, cesur duruşlarıyla daha çok etkiliyorlardı beni, ahenkli salınışları onlara sahip olma arzumu kamçılıyordu. En tepede duranı tutum. Onun hissiyatını duymak için parmaklarımın arasında hafif hafif ovuşturdum; gözlerim kapanmıştı, sanki elime sıcaklık vuruyordu; koparıp bağrıma almak istedim, evet üç yeşil yüreği günlüğümün sırları arasına katmalıydım. Nasılsa düşecekler. En iyisi sayfalarımın arası.
Zihnimde bu düşünceler varken; elimden tutup uçurdu sanki yaprak beni. Gözlerim yine kapalıydı. Sağ ayağımın baş parmağıyla su dolu küvete giriyormuş gibi yavaşça yere bastım. Ilık kıpırtılar. Kirpiklerimi araladım. Sonsuz bir düzlük önümde. Sarı, kırmızı, mor, pembe, beyaz: renk renk çiçekler... Hafif bir meltem; iç içe girmiş tatlı, baş döndürücü kokular... Duraksız bir semâ başlıyor. Değirmen taşının üstüne koymuşlar çeviriyorlar beni, ellerimi açmışım, doğaya hayranlığım arttıkça kaldırmışım kollarımı: gök berrak, mavi dönüyor, dönüyor, dönüyor; kelebek kanatlarının sesleri, uzaklarda arılar, yükseklerdeki kuş cıvıltıları, sarhoş eden güneş, iliklerimi ısıtan sıcak, ah bahar, bahar ve aşk...
Ani sesle uyanır gibi gözlerimi açtım, koparmak şehvetiyle birini bırakıp üçünü birden yakaladım. Tam çekecekken evin kapısında iki sülüetin bana baktıklarını gördüm. Ev sahipleri olmalıydılar; uzanmış elimin hevesi damarlarında kaldı ve felç vurmuş gibi yanıma indi. Bütün alyuvarlarım ayaklarımdan, bedenimden yüzüme hücum etti, bu hal içinde, kabahatimin baskısıyla iyice ağırlaştım, dallar beni çekemeyecekmiş gibi geldi. Birden sendeledim, ayağım kayıp boşa çıktı. Refleksle önümdeki dala yapıştım. İnemiyordum. Azıcık toparlandım zorlayarak birkaç dalı indim, indikçe kusurum büyüyor gibiydi.
Kapıda duranlar karı kocaydı herhalde. İnmekte güçlük çektiğimi görünce ağaca doğru yaklaştılar. “Kızım ne yapıyorsun orada? Ağaçta meyve de yok, ne diye çıktın o kadar yükseğe? Dikkat et, düşeceksin evladım! ” Bey amca bu şekilde söylenirken utancım katmerleşiyordu. Nihayet ağacın dibi görünmüştü. Kendimi itercesine daldan aşağı attım. Yaprakların arasına yuvarlandım. Rezil olmuştum. Herhalde ben ne yaptığımı bilmiyordum. Hemen kalkmak istedim, ancak yapamadım. Ayağıma bir şey olmuştu, bileğimde bir ağrı... “Eyvah! ” dedim, “Ayağı da kırdık, iyi mi? ”
Kurumuş yaprakları ezdiğim geldi aklıma, onların acılarını sağ ayak bileğimde duydum. Amca ile teyze kollarıma girip doğrulttular beni. Sağımdakinin yüzünde solumdakinin başörtüsü kadar beyazlık. İki temiz sima.
Bir şeyler söylemek gerekti mantıklı... Yalan söyleyemezdim, öğretmenler her zaman dürüst olmalı. Öğretmen olmasam yalan mı söyleyecektim? Katiyen hayır! Hak hakikat yoldaşım olsun her daim.
“Kusura bakmayın amca, rahatsız ettim. Şu yukarıda salınan üç yaprağı gördüm. Merak ettim; hava şartları da kötüleşti, onlarsa yeşil ısrarla orada duruyorlar. Sahte, naylondan, yapıştırılmış, bağlanmış yaprak mıdır diye bakmak istedim. Bahçenize izinsiz girdiğim için özür dilerim. Hakkınızı helal edin. Hiçbir şey almadım.”
Bunları söylerken bileğimde sıcaklıkla karışık ağrının yoğunlaştığını hissediyordum. Yüzümdeki acıyı gören çift destek olmaya devam ettiler. Teyze: “Gel az dinlen, bileğine bir bakayım. Kırık mı değil mi anlarız. Üzerine hemen basma.”, diyerek yürüdük.
Ağrım şiddetli olmasa da vardı. İtiraz edemedim. Odaya girince amca “Ben çay demleyeyim.”, diyerek çıktı.
Teyze bileğime oynak yerinden dokundu, dikkatlice hareket ettirdi, fazla acımıyordu. “İncinmiş biraz.”, diyerek araya çıkıp bir leğen ve sabunla döndü. Sobanın üzerindeki güğümden leğene sıcak su döktü. Ancak benim aklım yapraklardaydı. Bu durum utancımı gölgeliyordu. “İyiyim, ağrımıyor o kadar, gerek yok, lütfen zahmet etmeyin.”, diyebildim sadece. Bayan itirazımı dinlemedi. Çorabımı çıkardım. Sıcak su ve sabunla bileğimi nazik nazik ovuşturdu, sonra çek yatın altından çıkardığı bezle sardı. Çorabımı giydim. Teyze: “Demek yaprakları merak ettin, herkes gibi onların da var bir hikayesi.”, diye söyledi yüzüme bakmadan.
Neydi acaba öykü? Dinlemek için sabırsızlanıyordum. Leğeni götürüp amca ve tepsideki çaylarla döndü. İsimlerini söylediler ben de Şeyda, dedim. Çaylarımızı yudumlarken Zehra Teyze anlatmaya başladı:
“Biz buraya bir ilkbahardı geldik Kars’tan. Yandaki arazi gibi boştu arsa. Tek gecede kondurduk evimizi. Bey taş işçisiydi. Taş kırardı. İstanbul’un üst üste koyduğu taşlar onun balyozlarının altından geçmiştir kızım. Her taşının başını yarmıştır bu şehrin belki. Amcanın yalancısıyım ben de.
Nisanda yerleştik iyice. İki oğlumuz vardı taşındığımızda: Hasan, Ayhan. Sonradan kızımız da oldu: Nuray.
Yavrularımız o ağaçla büyüdüler, onunla yeşerip onunla çiçek açtılar.
En çok Hasanım haşır neşirdi nebatla. Tabiatı çok severdi,ağaca ayrı bir düşkünlüğü vardı. Karıncayı dahi incitmezdi. İçli çocuktu, sessiz, sakin, kendi halindeydi. Bizim diğer ikiliye benzemezdi. Nuray’la Ayhan biraz yaramazdılar. Aralarında fazla yaş olmadığından birbirlerine uyup cıvıtırlardı.
Ufaklıklar tavuk gibi ağacın altında eşelenir, birbirlerini kovalar, yıkar, beraber toprağa bulanır, kah ağlar, kah gülerlerdi. Onlar küçük olduklarından ağaca çıkamazlardı. Hasanım da kardeşleri yerlerde debelenirken ağaca yerleşir, orada bir şeyler okur, çizer, kendi kendine oynardı. “Oğlum sen de inip kardeşlerinle oynasana.”, derdim; “Anne ben ağabeyim. Onları kolluyorum buradan.”, diye söyler yine oturduğu yerde eğlenirdi. “Oy anan kurban olsun sana; büyümüş de kardeşlerini gözetliyor.”, diye severdim balamı.
“Benim ağacım.”, derdi. Meyveleri olgunlaşınca yüksek dallara kadar çıkar, ödümü ağzıma getirirdi. “Merak etme anneciğim, o dostunu düşürmez.”, diyip. Daldan dala geçer, yemişlerini tek tek toplardı.
Bir gün hava iyice sıcak. Nuray’la Ayhan ön kapıda gölgede oynuyorlar. Epey vakit geçti. Gün öğleyi döndü. Bakındım Hasan yok. Hemen bahçeye doğru seslendim, ordadır her hal dedim. Ses gelmeyince çocukların yanına çıktım; “Ağabeyiniz nerede? ”, diye sordum, “Ağaçtaydı anne.”, dedi Ayhan. Bahçeye çıktım ağaca doğru yaklaştım. Birde ne göreyim; oğlan mindere başını dayayıp ağacın orta yerinde uyuya kalmış yüzü koyun, kolları da aşağıya sarkmış. Allah’tan düşmemiş. Kucaklayıp içeri götürdüm.
Kuzu gibi yatardı yavrum. Ne yana düşse o yandan uyanırdı. Zehra Teyze anlatırken tebessümle, hüzün rüzgardaki iki yaprak gölgesi gibi hareket ediyordu yüzünde. Sonra gözlerinden yaş aktı.
Celal Amca: “Hasanım askere gitti. Acemiliğini Bolu 2. Komando Tugayı’nda yaptı. Yemin törenine de katıldık. Nasıl duygulanıyor insan. Yer yakın diye kırk günde dört beş defa gittik. Her gittiğimizde hanım, şeftalilerden kek, pasta neyim yapardı. Nasıl severdi. Arkadaşlarıyla güzelce yerdi. Dağıtımda Şırnak’a düştü. Terörün canlar yaktığı sıralar. Ödümüz her gün ağzımızda uyuyup uyanıyoruz. Telefonla görüşebiliyorduk ancak, sık olmasa da... Sürekli ajans dinlerdik, oralarda neler olup bitmiş takip ederdik. İyiyim, rahatım derdi konuşmalarımızda.
İzin günümdü, telefon çaldı. Kara haber vücuduma zehir gibi ağır ağır yayıldı. Dünyamız karardı. Dam başımıza çöktü. Yıkıldık. Celal Amca’nın içindeki yangın yüzünü al al etmiş ağlamamak için gayret sarf ederken, eşi çekinmeden sızdırıyordu.
Ana, bacı gardaş, akraba toplanıp gittik. Allah kimseye evlat acısı vermesin. Mahşer yerine, vardık. Üç şehit... Dağ taş inliyordu anaların feryatlarından. Servi boylum upuzun süslüyordu nâşını. Nur içinde yatsınlar. Bayrağımızı, künyesini ve madalyasını verdiler gelirken. Onu orada şehitlikte bıraktık kader arkadaşlarıyla. Yıllarca kendimize gelemedik; kız gelin ettik, oğlanı evlendirdik, torun torba sahibi olduk, yokluğuna alışamadık uşağımızın; ancak tek tesellimiz vardı oda şehitlerin ölmediğiydi. Bu fikirle şu ana dek koruduk metanetimizi. Allah taşıyamayacağı yükü kullarına vermezmiş.
Zehra boynunda taşırdı künyesini. Bir defasında, dil ne söylediğini bazen bilemez ya: “Ölürsem beni bu ağacın altına gömün.”, demiş oğlan anasına. Oda sonra ağacın dibine gömdü künyeyi. Özledik ağaca baktık, ağladık ağaca baktık; çocukluğu, gençliği ağacın etrafında dönüp durmada. Hâla dallarında dolaşırmış gibi gelir bize. Bu yüzden ağaç bizim için pek kıymetli. Yaz, bahar onun gölgesinde Hasanımın neşesini, ayak seslerini duya duya otururuz. O ağaçla yaşar, onunla yaşlanırız.
Yaşlı insanların dinleyecek kulak bulduklarında ne çok şey anlatabileceklerini dedemden bilirim. Fakat şimdi bundan hiçte şikayetçi değildim; hele de beni yapraklara götürecek karamanlık hikayesi ise dört kulakla dinlerim. Teyze gözü yaşlı kalktı pencerenin karşısında duran dolaptan bazı şeyler çıkardı: bunlar Hasan’ın gelişine yaklaşık on gün kala gönderdiği eşyalarının arasından çıkmış hatıra defteri, mektuplar, resimlermiş.
Fotoğraflarına baktım önce. Pek çoğunda silahlarla poz vermiş. Bomba pimini çıkartırken çekinmiş. Başkasında arkadaşlarıyla su şakası yapıyorlar, diğer resimde göğüslerine tıraş köpükleriyle şafaklarını yazmışlar. Hasan bixiciymiş; mermilerden kocaman kalp yapıp içine de sevdiğiyle kendi adını yazmış, aralarında da ağaç... Bu fotoğraftan çok etkilendim. Büyük şehrin adeta silikonlaştırdığı göz yaşlarım bir el değmişçesine titremeğe başladı pınarlarında. Daha hatıra defterleri, mektuplar vardı ve değerli sıvılar idareli kullanılmalıydı.
Sonra hatıra defterini araladım. İlk sayfada el yazısıyla: “Şafak için değil, vatan için buradayız! ”, yazısı, sayfalar ilerledikçe, matbu: “Dağcı, tahripçi, engelci, özel tim, komando.”, “Ne mutlu Türküm diyene! ”, Atatürk resmi, İstiklal Marşı, komutanlar, bölük marşı, artist pozları ve hemen yanı başına düşülmüş arkadaşlarına ait kelimeler, cümleler:
“Burası şafağı 90 diyip nöbetten düşenlerin değil, şafağı 9 diyip şehit düşenlerin yeridir, cilalı taşlar üzerinde kızlarla ___ dans ___ çiçeklerin yerine barutun koktuğu,___
Şehidin özeli olması sebebiyle okumadım. Defteri kapatırken şeker pembesi çiçekler döküldü önüme, yüreğim sızladı. Annesi: “Ağacının çiçekleri...”, diye mırıldandı. Hemen alıp yerine koydum.
Ardından mektupları elime aldım. Onlara da göz gezdirdim. İçlerinde gitmiş olanlar da vardı. Okumadığımı görünce: “Biz ezberledik, istersen okuyabilirsin.”, dedi babası. Ailesi izin verse de mektupları okumak beni rahatsız ederdi. Okur gibi yapıp bana tanıdık, bildik ifadeleri yakaladım.
... 25/__/___
Sayın,çok kıymetli annem, babam, kardeşlerim___çok özlüyorum___gurbet___
___ağacım çiçek açtı mı? Açtıysa mektupla zarfa koyun___merak etmeyin___resimlerimden de gönderiyorum___
____canım anam kimse elbisemi yıkamıyor____seni çok seven oğlun...
Allah’a emanet olun!
Çılgın Komando
...
Hasan abi askerlik nasıl gidiyor ____
____canını sıkan durum var mı? ____Abi seni her gün arıyorum ama bir türlü telefon düşmüyor____
Ağacına ben tırmanıyorum, geçende Nuray’ı düşürdü____
...
Canım Aileme,
Benim canım annem seni, babamı ve kardeşlerimi çok özledim, ne yazacağımı bilmiyorum, tek bildiğim hepinizi çok sevdiğim ____ anne benim için üzülüp hasta olma ____ aklım evde kalıyor____baba iş güç nasıl ____ anneme dikkat edin ____
____ Ağacıma iyi bakın. ____
____ Ayhan, Nuray ____ yokluğumu hissettirmeyin ___
Şırnak çok karışık, ancak burada görev aldığım için mutlu ve gururluyum ___
____ Sakın korkmayın, endişe etmeyin; Allah’ın izniyle sağ salim dönerim____
Çılgın Bixici
...
Canım anneciğim, nasılsın, iyi misin? ____ ellerinden öpüyorum. Babacığım ____ size erken kavuşmak için izine gelmiyorum ____ Ana ağacımın meyvelerinden, o güzel ellerinle kek yapıp göndersene: canım çekiyor ___ herkese selam; büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden ___.
...
Kahraman Oğlum,
Nasılsın, annenle hep seni konuşuyoruz. Akranlarına ve sana dualar ediyoruz. Seni özledikçe ağacına bakıyoruz. Yokluğunda meyveleri Ayhan’la Nuray topluyor. Kekinden istemişsin; anan yaptı arabaya verdik. Terminalden alırsın ___
___ çalışıyorum ___ yiğidim.___ çoluk çocuk da iyi ____ geçer___ dayanıklı ol ___ sıkı giyin ___ bacın çorabının kokusunu bile özlemiş.
15/__/___
...
Yüreklerimizin ince nakşı ____ Ağacın bu sene çiçeklerini erken döktü, senin hasretin ona da değdi.____ görelim seni, tam bir erkek gibi tamamla askerliğini ___.
___ Allah hepinizi korusun. ___ arkadaşlarına da selamlar.
Allah’a emanet olun!
Önümde pek çok mektup vardı. Daha fazla bakamadım. Bağrımda, gördüğüm kelimelerle harlanan ateş silikonu eritti, harfler göz yaşlarımda boğuldu. Bir müddet sonra toparlanabildik. Sonra konuştuk yine.
“Nağmelerinde ağacını unutmamış hiç.”, dedim. “He ya” dedi Celal Amca, gözyaşı buharını dağıtmak için devam etti:
“Bu ağaç şeftali ağacıdır. Baharın ilk günlerinde açar, ağaç kocaman pembe çiçek yaylası gibi olur, tatlı enerji yayar çevreye; kelebekler, arılar akın akın ziyaret eder yemişlerini. Şeftalileri sulu ve lezzetlidir. Rüzgardan korumak için duvar diplerine dikilir. Duvar çocukların işlerine yarıyor ayrıca; vakitli vakitsiz üzerine çıkıp meyvelerini aşırıyorlar. Kızar, bağırır, taşlardım öncelerden. Şimdi yapmıyorum. Hatta kendi elimle dağıtıyorum.
Bahardı yine. Daha meyveleri ham; çocukları dallara yayılırken gördüm, sinirim boyumu aşınca yerden bulduğum çubukla yakaladığımı patakladım.
Bir cumaydı, zevceyle dayıma iadeyi ziyaret için evden ayrıldık. Çocuklar da arkadaki boş sahada top oynuyorlardı. Evde olmadığımızı anlamasınlar diye yan tarafta demir kapı var oradan çıktık. Meğer arkadaşlarından gören olmuş bizi giderken. Yetiştirmiş diğerlerine tabi. Yokluğumuzu fırsat bilen yaramazlar hücum edip, zavallıyı talan etmişler; henüz zerdalileri yeni olgunlaşıyordu, ne meyve kalmış ne sap, bazı dalarını da kırmışlar. Yapraklarının hepsiciğini yolmuşlar. Sürüyle çocuk güzelim ağaçta tek yaprak bile bırakmamışlar.
Eve akşama doğru döndük, senin girdiğin kapıdan girdik içeri. Ağacı görünce ikimiz de şaşırdık. Sanki karın ortasında beni soyup başımdan aşağı buzlu su döktüler. Bütün tüylerim ayağa kalktı.
Meyveleri bir ısırıp atmışlar. Yerler yaralı şeftali taneleriyle dolu. Hanım yemişlerini toplar, yıkar, kaynatır; reçelini, marmeladını yapar kışlık rızkımızı çıkartırdı. O sene ondan da olduk.
Garibi yolunmuş bulunca sakallarım tek tek cımbızla çekilmiş gibi bir acı duydum, başımı kaldırıp baharın orta yerinde giysileri alınmış iffetli bir bayan gibi utangaç duran ağacı izledim acıyan, yanan gözlerle.
O sıra Zehra çantasını bırakıp yere, ağacın köküne doğru yaklaştı, dibine diz çöküp: “Oy pembe duvaklı gelinim, evladımın yatağı, rızkım, seni nasıl bu hale getirdiler, akranlarının içinde boynunu nasıl büktüler, nasıl kırdılar seni, sana nasıl kıydılar? Şehidimin yazgısı sana da mı yazıldı. Ömrünün baharında gençliğini çaldılar. Kelebekler konmayacak mı dalına, arılar, börtü böcekler diğer ağaçlara mı gidecek? Bu baharın yarası mı ettiler seni? Oy dalına asılmaya kıyamadığım. Kuşlar damı gelmez artık, ötmez mi? Ey bağrımın bağımın süsü, yazık sana! ”, diye sıcak sıcak yaş döktü. Hazmedemiyordu. Ağladı ağladı.
Sene öylece bitti. Bahar yine şanıyla geldi, yaralarımızı sardı, ardından geçip gitti. Sonbahar ve kış... İlk defa o zaman gördüm, yani ilk kar yağdığı zaman. Baktım ki, mızrak gibi, parlak üç yeşil yaprak, taa tepede durup duruyorlar, şaşırdım sen gibi... Zehra’yı çağırdım hemen, ona da gösterdim.
Bizim hanımın duası geçişlidir. İbadeti devamlıdır. Meğer düşünde görmüş de söylememiş. Telaşsız çıktı dışarı, yapraklara baktı, gözleri yaşardı yine: “Kurban olduğum Allah şehitlerin ölümsüzlüğünden onlara da pay verdi. Yaz kış gönlü hoş olsun dedi. Göz yaşlarımın dileklerini kabul etti. Künyedeki kan topraktan onlara sirayet etti. Bundan sonra o üç yaprak, Hasanım gibi şehitler gibi, hiçbir mevsimde sararıp, solmayacak, düşmeyecekler; üç ebedi teselli, üç ebedi umut gibi orada duracaklar.”
(2006/istanbul)
Suna OnurKayıt Tarihi : 12.4.2006 13:38:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

TÜM YORUMLAR (1)