demlenmiş hayaller
Karadeniz’de bir köy düğününde bulunmak, o çetin doğanın içinde yaşayan insanların böylesi yoğun duygularla bir araya geldikleri o günde yaşadıklarının bir parçası olmak. Şöyle kaba bir hesap yapıyorum da; böylesi bir hayâl kuralı neredeyse on yıl kadar olmuş. Ulviye, içimde tuttuğum bu gizli hevesi bilen Rize’li bir arkadaşım; ki artık ona aynı karından çıkmadığımız kardeşim demeliyim. Bu hayali bir gün birlikte yaşayacağımızı söylediğinde kafamda hep buğulu gibi duran bir hoşluğun gerçekleşebilme kapısında beklemeye başlamıştım ama konuşmamızın üzerinden yıllar geçti; pek çok şey girdi hayatlarımıza. Arada bir gidilemeyen o düğünün sözünü ettik. Karadeniz’de de artık herkes salon düğünü yapıyor, olsa hemen gideceğiz, diyordu her sorduğumda.
Geçenlerde bir gün, iş yerimde yoğun bir temponun içine düşmüşken, İstanbul’dan ayrılmamın koşulları pek de yokken geldi sürpriz telefon. Haydi, diyordu al biletini çık yola. Ben önden gidiyorum, atla uçağa gel. Her şeyi olduğu gibi bırakıp hemen o akşam bilet rezervasyonumu yaptırdım. İlk kez uçakla bir yere yalnız gidecektim. Bir şeyi ilk kez yalnız yapacağımız zaman sanki üzerimizde bir acemilik durumu oluşur, normal şartlarda kendiliğinden yapılıverilmiş gibi duran pek çok ayrıntıyı bu kez fark etmemiz gerekir. O yüzden uçağa binmek için havaalanında çıkışa yönlendirildiğim kapıda beklerken kafamda bulanıklık oluşmaya başladı sanki.
Bedenim ufkun bile pamuktan olduğu tarlada yer kaplarken, tüm sevdiklerimden uzak, bir uçak dolusu insanla ama yalnız hissediyordum kendimi. Biraz güçlü bir yalnızlıktı aslında bu, biraz endişeli ve meraklı. Karadeniz’e geliyor olmak, yıllardır birbiri üstüne binen anlamlarla birleşince sarhoş ediyordu beni sanki. Düşününce bile dizlerim titriyor, kalbim hızlı atmaya başlıyordu. Denize dik gelen dağların üzerinde ayrı ayrı yeşilin içinde serpiştirilmiş benekler gibi duran evler insanı büyülüyordu. Trabzon Havaalanı denizin hemen yanında konumlanmış. Havaalanlarının şehrin uzak ve arka bir noktasında olmasına alışkınız ya, denize böyle yakın yerden konmak, oraya hoş geldiği duygusu yaratıyor insanda. Denizi ve uçağın iniş pistindeki kır çiçeklerini görmek o minik pencereden.
Havaalanından çıkınca yapacağım ilk iş, oyalanmadan bir Rize otobüsü bulmak oldu elbette. Yaklaşık bir saatlik mesafe var iki şehir arasında. Otobüsten indiğim yerde Ulviye, kızı Tuğçe ve Ali abi karşıladı beni. Ali abi Ulviye’nin akrabası ama tanıştığımız ilk andan itibaren bana karşı o ve eşi Havapo kendi akrabalarıymışım gibi sıcaktılar hep.
koleti kokusu
Rize Anadolu’daki pek çok şehir gibi kocaman bir Atatürk heykeli ile giriyor gözümdeki ilk görüntüye, ikinci olaraksa Verem Savaş, PTT gibi standart binalarla. Bir yere gittiğinizde bu standart görüntüler orasının kendine has dokusunu tatmanıza bir engeldir. Ancak onları aşabildiğinizde görürsünüz özel noktalarını. Bu bilgiyi o anda anımsamak, tatlı heyecanımın kendini yenilemesine yetiyor neyse ki.
Ali abi’lerin oturdukları bina dört katlı ama her katına ayrı bir kapıdan giriliyor. Böylece hiç kimse merdivende bir başkası ile karşılaşmamış oluyor. Böylece binada yaşadıkları halde bir ölçüde de olsa müstakil bir evde yaşıyor olma duygusunu tadıyorlar sanırım. Biz eve henüz varıyoruz ki, yağmur başlıyor ve karşı çatıya konmuş martıların sesi karşılıyor bizi. Gittiğim yerleri yazmak huyumun da olduğunu öğrenince Karadeniz’e dair akıllarına gelen her bilgiyi söylemek konusunda oldukça hevesli davranıyor ev halkı. Hatta bu ilk sohbette o kadar çok şey anlatıyorlar ki yolun da yorgunluğuyla birleşince çoğunu unutacağım gibi geliyor bana. Çantamda ses kayıt cihazı var ama yeni gittiğiniz bir evde röportaja gelmiş bir gazeteci gibi kayıt cihazınızı ortaya koyup konuşamazsınız. Dilerim ikinci kez anlattırmanın bir yolunu bulurum, diye düşünmekten başka çare yok o anda. Öte yandan onlar da yazacağımı öğrendikleri için bu kadar hızlı aktarma telâşındalar. Şimdiden bana gösterecekleri yerleri düşünüp heyecanlanıyorlar. Anlaşılan, burayı çok seveceğim...
Aslında buraların mimari yapısı ile ilgili duyduğum bir şey var ama şu anda yaşayan örneği var mıdır, varsa görmek bana nasip olur mu diye merak ettiğim bir ayrıntı bu. Rize’nin köylerinde eskiden tuvalet bahçede olurmuş. Bunda merak edecek bir şey yok, diye düşünülebilir; Anadolu’da pek çok köy evinde tuvalet bahçededir zaten. Burada ilginç olan nokta ise tuvaletin kapısının iç tarafında kilit olmayışı. Kullananlar içerdeyken sadece kapıyı itiyor ama çıkınca kilitleyerek bırakıyormuş Böylece birisi tuvalete geldiğinde kapının kilitli olduğunu görürse üzerindeki anahtarla açar girermiş, ama kapının kilitlenmemiş sadece itilmiş olduğunu görürse içerde birisinin olduğunu anlar ve sessizce uzaklaşırmış. Karadenizli aklının farklı yerden çalıştığının tipik bir örneği olan bu ayrıntıda ilginç bir incelik var: Tamamen kapalı bir kapının görüntüsünden içerdeki durumu anlayamayız. Çünkü içerde birisi olmadığı halde de kapının o şekilde görünme ihtimali vardır. Ve bu durumda emin olmanın tek yolu kapıyı tıklatmaktır, oysa bu yöntemde içerdeki kişiyi hiç rahatsız etmeden uzaklaşmak mümkün.
Bir köy düğünü hayalinin peşine takılıp gelmiştim buralara ama düğünün hangi köyde olacağını özellikle sormamıştım yola çıkmadan önce. Çünkü hayallerde yer kavramı noktasal olarak belirsizdir. Ve düğüne doğru yola çıkıp yakınlaştıkça hayalimin ete kemiğe bürüneceği yere varmak da en az o hayal kadar heyecan verici. Ve şimdi o köyle somut olarak da tanışma zamanı. İçinde bulunduğumuz araba Rize sahilinde yol almaya başladıktan sonra Çaykur Paketleme Fabrikası’nı da geçince sağa doğru kıvrılıyoruz. Bu kıvrılış, şehir psikolojisinden bir anda çıkıp yeşilin koynuna dalmak gibi. Yoğun yeşilin içine serpiştirilmiş evler, araba yolu olmadan atla ya da buradaki tabiriyle söylersem tel’le malzeme taşınarak yapılmış. Evlerin bulunduğu yerde inşa edilmesi kadar, sonrasında orada yaşanması konusu da bölge insanının yapısını anlatıyor aslında. Virajlı yollardan tırmanıyoruz. Vardığımızda bizi güleryüzlü insanlar karşılıyor. Eve girince ilk iş olarak pencereden dışarı bakıyorum. İçinde bulunduğum konumun bir de gözlerim sağlamasını yapsın istiyorum sanırım. Müthiş görünüyor. Ulviye’nin dedesinin evi olan geldiğimiz noktanın hemen karşı tepesinde yer alan bir başka evi gösteriyorlar. Karşılıklı iki tepede, birbirini uzaktan ama direk olarak gören bu iki evde dedenin iki karısı ve çocukları yaşarmış. Dededeki keyfe bak, diye geçiyor içimden. Ama sonra bu iki kadının birbirine nasıl dost olduğunu, diğerinin çocuklarını kendi çocuklarından ayırmadıklarını, hatta kendisininkilerden önde tuttuklarını ayrıntısıyla öğrendikçe şaşırıyorum.
yeşil tutulması
Bu kadar yükseğe hızlı çıktığımız için olmalı, başımda büyük bir ağırlık var. Resmen sarhoş gibiyim. Bir arkadaşımın bu tür durumları tanımlamak için kullandığı bir söz vardı:“Yeşil tutulması”. Sanırım şu anda tam da bu tutulmanın içindeyim. Her yan yeşil, çaylar öbek öbek yamaçlarda. Yolların kenarı kara lahana ve fasulye dolu. Bu kadar yeşil içinde hiçbir noktanın boş bırakılmayıp değerlendirilmesi Karadeniz’deki tasarruf anlayışının göstergesi. Çay görsel olarak da çok çekici bir bitki. O yamaçları süslü bir entari giydirilmişçesine çay bitkisiyle doldurmuşlar ya “Haydi, bir çay içelim” diyorlar. Mutfağa geçiyoruz. Ortada yanan kuzineli sobayı görünce şaşırıyorum. Hazirandayız ve sıcacık ısıtılmış bir odaya girmek evet şaşırtıcı, ama bir o kadar da güzel. Sobanın üstü güğüm ve tencere dolu. Buharlar çıkıyor. Kuzineli soba buralarda hayatın içinde bir araç. Karadeniz insanı sobanın borusuna su deposu koyarak sıcak suyunu elde ediyor, üstünde yemek, altında ekmeğini pişiriyor, ısıtıyor, ısınıyor. Elindeki her çöpü sobaya atıyor. Gözüm penceredeki yeşilde, dilimde çay tadı, çevremde sıcacık gülümseyen insanlar… Sıcacık sobanın yanında Karadeniz’e demleniyorum.
Yağmur hızını aldıkça karşı tepelerden dumanlar yükseliyor. Durup durup “Ah keşke yağmur olmasaydı bugün” diyorlar. Ama biz hâlimizden memnunuz. Bir yeri tanıyacaksak orasını en yoğun yaşadığı hâliyle tanımalı. Yağmur, buradaki dokuyla ayrılmaz bir parça. Yeşil olan yere yağmur çok düşer, diyorlar. Yoksa yağmurun çok düştüğü yer mi yeşil olur, diye aklımdan geçen cümleyi seslendirmiyorum elbette. Yeşilin oluş nedenlerine kafa yormaya değil, yeşilin içine içimi salmaya geldim.
Dışarı çıkacağız ama her yer vıcık vıcık çamur. Ayağımdakinin üstüne giyinmem için hemen ikinci bir çorap veriyorlar bana. Pantolonumun paçalarını çoraba sokup ayağıma da siyah lastikleri geçirince fırsatı kaçırırlar mı…Çoban, diyerek takılıyorlar fotoğrafımı çekerken. Omuzlarımıza bir de yelek kondurunca yağmura karşı önlemimizi almış oluyoruz. Ben çamurla kayganlaşmış yamaçlarda düşmemek için dikkatli yürümenin derdindeyken, siz evden çıkana kadar bir geyik geçti şimdi, demesinler mi. Geyik bu, çıktığı yerde durur mu…Ormana dalmış bile. Ne yapalım, göremesek de oralarda geyiklerin yaşadığını öğrenmiş olmak da güzel. Geyiği kaçırdım ama Ulviye’den sıklıkla duyduğum, nayla’nın kendisini görüyorum ilk kez. Nayla, Karadenizlinin mısır, ceviz, fındık, fasulye gibi gıdalarını kurutmak ve saklamak için ağaçların içine kurduğu yapı. Dört tane ayak üstünde yükseltilmiş ve merdiveni de seyyar olduğu için oradan geçen hayvanların gelip erzakları alması söz konusu değil. Ayrıca özellikle içinden rüzgar geçecek yerlere kurulmuş ki yiyecekler çürümeden kurutulabilsin. İnsan bu kadar tepelerde yaşayınca erzağına iyi bakması lazım.
Keşif gezimiz yağmur altında sürüyor. Çay buralarda bir yılda üç defa toplanıyormuş. Tepesindeki yapraklar iki buçuk olunca toplanan çaylar önce bohçalara sarılıp çay toplama merkezlerine ulaştırılıyor, sonra orada serilip kurutulmaya başlanıyormuş. Serde merak var ya; ondan sonraki macerasının nasıl devam ettiğini soruyoruz elbette. Ali abinin kardeşi İbrahim, Çaykur Fabrikası’nda çalıştığı için neyse ki bu sorunun yanıtını canlı öğrenme şansımız var.
Yollardaki kara lahana yapraklarının büyüklüğü ilgimi çekiyor; yağmuru bol bulunca büyüdükçe büyümüşler. Eczacı olduğumdan mı nedir; bitkiler özellikle gözümün ilgi alanında. Övünerek, ballandırarak sürekli likapa dedikleri bir bitkiden söz ediliyordu sıklıkla. O yüzden sanırım en çok da onun nasıl bir bitki olduğunu merak ediyorum. Öğrendiğime göre marmelat türü bir tatlı yapılıyormuş. Şimdi yeşillerin içinde bana gösterebilecekleri bir örnek bulmanın sevinciyle işte likapamız bu, diye işaret ettikleri yere şaşkınlıkla bakıyorum; yaban mersini değil mi bu. Burada kulağa senfonik gelen pek çok sözün Türkçe’de başka karşılıkları olduğu belli. Örneğin geldiğimiz bu yerin adı da Potemya. Yeni adıyla Güneysu. Ülkenin pek çok yerinde olduğu gibi burası da isimleri Türkçeleştirme projesinden payını almış. Potemya’nın Kopança mahallesindeyiz. Düğüne gideceğimiz yer ise karşı tepede.
horon tepmiş, lokma bölmüş, gelin öpmüş gibi...
Yola çıkmadan önce İbrahimler’in evinde hep beraber güzel bir akşam yemeği yiyoruz. Kuzineli sobada yapılmış ormanlı ekmeğin içine hamsi de konulunca ismi hamsikoli oluyormuş. Gözüm ayrı, midem ayrı, ağzım ayrı yaşadığım bu ziyafetten sonra kına için yola çıkma hazırlıkları başlıyor. İlerlemiş yaşının yanısıra, sağlık sorunları da yaşadığı için dayıya soruyorlar:
-Dayı horon edecek misun?
Cevap daha o ağzını açmadan hazır bile.
-Baksana götünden nefes alayi. Nereye horon edecek.
Eşi ise söylenileni hiç duymamış gibi “Etsun etsun bir terlese eyidur”, deyince buradaki insan ve yaşam dokusunun bizim alışageldiğimizden farkını bir kez daha anlıyorum. İyi ki ben de buradayım, duygusu yükseliyor içimde. Bunu düşünmemle birlikte yüzümde nasıl bir keyif duygusu oluşuyorsa aklımdan geçenleri okur gibi “yaz bunları uşağum, yaz yaz...” diyorlar.
Bir minibüse doluşup düğüne gitmek üzere yola koyuluyoruz. Virajlı yollardan bu kez de inerek yol alıyoruz. Derenin olduğu bölümde hidroelektirik santrâli var. Bu kadar güzel doğanın içinde o kadar kötü duruyor ki içim sızlıyor. İnsan eliyle doğaya yapılan her müdahale gözüme ayrıksı görünüyor. Doğayla uyum içinde yaşamak yerine doğayı zaptetmeye çalışan insan bir gün kazdığı çukura düşecek diye düşünürken, yeniden tırmanışa geçiyoruz. Vardığımız ev yüz yıllık. İçeri girmemle elime yemekle dolu bir tepsi tutuşturulması bir oluyor. Aslında biraz önce sofradan kalktık ama şimdi burada da yememek olmaz. Sarılmalar kucaklaşmalar, hasret gidermeler içinde, bir de kimselerin tanımadığı ben. Meraklı bakışları görünce ben Ulviye’nin arkadaşıyım, diyorum. Ulviye hemen düzeltiyor; ” kardeşim sayılır.” Tamam, bizi tanımayan insanlarla tanışırken epeydir birbirimizi kardeşim diye tanıtıyoruz ama burada böyle söylemek olmaz. Hepsi de Ulviye’nin akrabası çünkü. Tersinden düşünürsek; belki tam da burada böyle söylenmeli, diye aklımdan geçmiyor da değil işin doğrusu. Bazen de kendimce oyun oynayasım tutuyor. Ben kapının önünden geçiyordum. İçerde düğün olduğunu anlayınca girdim içeri, diyorum, sanki dışardaki sokak çok önünden geçilebilir bir yermiş gibi. Burada her bir ev neredeyse kendi sokağını oluşturuyor çünkü. Kimse işin ayrıntısında değil, ne söylersem söyleyim, kucaklıyorlar. Gelmekle iyi yaptın, iyi yaptın diyorlar. Şakama mı karşılık veriyorlar, yoksa hakikaten bunun bir önemi mi yok anlamaya çalışıyorum.
büzüşen odalardan genleşen geçmişe yolculuk
Mekânların insanla konuştuğu özel bir aralık vardır. Orada pek çok insan da olsa o kendi sesini koyar kulağımıza. Geçmişten süzülüp gelir, alır kuşatır insanı. O gece, Ulviye için de öyle oldu. Annesinin doğduğu evde olmak onu yeni kaybetmiş olmanın acısıyla birleşince yaş oldu aktı gözünden. Gaston Bachelard’ın Mekânın Poetikası isimli kitabını okuyorum bir süredir. Küçük odalarda geçmişin sesinin daha iyi duyulduğundan, mekânların içinde kendimize özel bir bölüm edinip orada büzüşmenin içimize nasıl iyi geldiğinden söz ediliyor o kitapta. Biz de kalabalığın içinde bir odada, baklava tepsilerinin yanında geçmiş acıları sigara dumanına sarıp pencereden birlikte saldık. Pencere, evin hemen önündeki sokağa bakıyordu. Yol kenarında harçi denilen sırıklara asılmış fasulyeler, dibinde kara lahanalar vardı yine. Önde mısır tarlası. Bu pencereden bakarak bile bölgedeki beslenme kültürünü okumak mümkün diye düşünüyordum ki, eline silahı geçiren, hemen bizim baktığımız pencerenin altındaki depodan mermi çıkarıp havaya ateş etmeye başladı. Öyle yakındılar ki kulağımızın dibinde gerçekleşen patlama sesinin kırmızı görüntüsüne karışıyordu bizim sigaraların dumanı. Geçmiş bugüne karışıyordu. İçeri geçtik. Kadınların bir bölümü odada oturup sohbet ederken gençler bahçede horona başlamıştı bile. Öğrendiğime göre horonda yapılan titreme, ürperme, silkiniş figürleri denizi, denizden çıkan balığın can çekişini ifade ediyormuş. Karadeniz insanı için balık yaşam, bereket demek. Bu anlamda düşünüldüğünde horonun doğasında var buradaki koşullar. İnsanının hızlı akan kanında var.
çamurlu paçalardan süzülen figürler
• Havai fişekler de atılmaya başlandı. O seslerin içine yedirilen tabanca sesleri, fişeklerin bile bu coğrafyada görüntüsünden önce sesi için atılıyor olabileceğini düşündürdü bana. Sonrasında konuştuğum bir kişi nereye atılırsa nasıl daha çok ses çıkacağını hesapladıklarını anlatınca bu tespitimde o kadar da haksız olmamış olduğumu fark ettim. Rize’deki Timya Dağı’nın zirvesinden silah atışı yapıldığında yedi kez yankılandığını duymuştum. Bir dağın tepesinde durmuş, sesin yedi ayrı defada geri gelişini dinlemek oldukça görkemli bir duygudur sanırım. Timya az bulunur, ilaçlık nesne anlamına geliyormuş. Buralarda kendini naza çekenlere “Sen bulunmaz timya mısın”, diyorlar. Sözcük anlamının ötesinde şu görkemli dağa tırmanmak, ikibin ikiyüzlerde kurulmuş yaylalarını görmek, içinde ancak bir dakika durulabilen suyuna parmağımı banmak isterdim. Ben kendimi kaptırmış Timya Dağı hayalleri kurarken, tüfeklerden birisinden çıkan mermi elektrik tellerine denk gelince bizim bulunduğumuz evden ötesinin elektirikleri kesildi. İçerde durmanın fazla manâsı yoktu. Belki de ön tarafta bulunan bahçe kurşunlar açısından daha güvenliydi. Dışarı çıkmamla birlikte kendimi horonun içinde buldum. Tüm gün süren yoğun yağmurdan dolayı yerler öylesine ıslanmıştı ki, tepesi brandayla örtülmüş de olsa beton çamur içindeydi ve ben çamur içinde bir bahçede bembayaz spor ayakkabılarımla kendimi kaptırmış horon ederken sürekli sağımdaki kişiye bakarak sürmekte olan figürü ve bedensel dili kaçırmamaya çalışıyordum. Kimsenin çamur filan umrunda değildi. Horonun ahengi, silah seslerinin eşliği yeterince coşku vericiydi orada bulunanlar için. Buraya ilk kez geliyordum ama yıllardır bu insanların içinde yaşıyormuşum gibi sarmalanmış olduğumu hissediyordum. Pantolunumun paçaları çamurdan neredeyse ağırlaşmıştı ancak bu benim de umrumda değildi. Yıllar önce gelemediğim köy düğününü düşlerken horon tepmiş, lokma bölmüş, gelin öpmüş gibi üç etekli gözlerim demiştim ya, işte şimdi tam da hayalini kurduğum gibi bir atmosferin içindeydim. Yalnız gelin yoktu ortalıkta. Biz erkek tarafıydık. Burada her şey, çay toplama durumuna göre ayarlandığı için gelin kınasıyla, damat kınası aynı geceye denk gelmiş. Kız tarafı da kendi yakınlarıyla yakıyormuş kınasını. Damat yanıma gelerek kınaya katıldığım, onlarla birlikte horona durduğum için çok memnun olduklarını söyledi. Ben nasıl uzun yıllardır Karadeniz’de bir düğüne katılmayı istediğimi anlatınca gençler fırsatı kaçırırlar mı, benim de sıkmak isteyip istemediğimi sordular hemen. Doğal tepkim normal koşullarda hemen hayır demek olurdu. Can almak için tasarlanmış bir aletin başkalarının elinde olmasından bile hoşlanmayan birisi olarak bir de kendi elime tabanca almak pek bana göre değildi. Kurusıkı atacaksın dediklerinde “tamam” dememle birlikte alet derhal belden çıkarıldı. Aşağı sokağa inerken, bana uymayan bu teklifi neden kabul ettiğimi anlamaya çalışıyordum. Yaşamaksa tam yaşamak tutkusu muydu beni zayıf düşüren şey şimdi! Buradaysam buraya tam olarak katılma isteğimin sonsuz baskısı mıydı...Yoksa böylesi tehlikeli bir aracı hayat bir gün elime almaya mecbur bırakırsa, düşmanını tanır gibi onu önceden öğrenme ihtiyacı mıydı bilemiyorum.
Yerler sayılarını tahmin edemeyeceğim kadar çok kovan doluydu. Tabancayı iki elimle birden sıkıca kavradım. Kurusıkı da olsa, tabanca tabancadır; elektrik tellerinin arasına denk gelmemesine dikkat ederek konumumu ayarladım. Boş kovanların üstüme başıma sıçramaması için hafifçe sağa doğru tutup kendimden uzaklaştırdım ve tetiğe dokundum. Geri doğru tepmesi, ucundan çıkan ateş kokusu, çıkardığı korkunç ses. Hepsi bir bütün olarak kolumdan yükseliyordu. Birinciyi tamamlamıştım ki hep birlikte “at” diyerek tempo tutmaya başladılar. Böylesi bir komuta ihtiyacım yoktu aslında ama onların at demesi ile birlikte tetiği aynı anda çekmem senkronize bir durum oluşturmuştu. Onuncusunun boş kovanı nasıl olduysa sıcak sıcak yakamdan içeri koynuma düşünce, bu attıklarımın sonuncusu da oldu aynı zamanda. Elimi yakamdan hızla sokup boş kovanı çıkardım hemen; sıcakla bu kadar yakın ilişki yeterli. Buralarda nesilden nesile anlatılacak bir hikâyenin kadın kahramanı olmamış olmayı içimden dileyerek tabancayı geri uzattım sahibine.
Gecede saat ilerledikçe silâhların patlama sesinde artma ve aralarındaki sürede bir kısalma oluşuyordu. Artık sokağa bile inmeye gerek duyulmadan atışlar başlamıştı. Döner ustası belinde önlüğü, elinde tüfeği bir çay içmeye gelmişti aşağıya dinlenmek için. Ve iki yudum çay aldıktan sonra sokağa dönerek ateşini edip çayına yeniden yönelebiliyordu. Ve bu görüntü orada kimse tarafından yadırganmıyordu. Silahlar biraz mola verip de evin önüne araba yaklaşmasında sakınca olmadığını gözümüzün kestiği ilk anda biz müsaade istedik. Bol sarılmalı bir veda oldu sanki ertesi gün salon düğününde görüşmeyecekmişiz gibi. Yolda yorgunluk, tedirginlik, coşku, çamur hepsi birbirine karışmış bir şekilde biraz önce indiğimiz virajlardan gecenin koyuluğunu giyinmiş yeşillerin içinden tırmanıyorken arabadaki bir gencin sesi gecedeki çamuru özetler gibiydi:
-Beni komple makineye at anne!
Selâmın geçiyor besbelli...
Ertesi günkü plânımız, Çamlıhemşin Ayder’e gitmek. Sabah bizi yine sıcak koleti bekliyordu. “Kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı”, demiş ya Cemâl Süreya. Biz de o mutluluğu iyice algılamak için işi ağırdan alınca yola çıkmamız gecikti. Ve dolayısıyla Rize’den Çamlıhemşin’e direk gidecek olan minibüsün saatini kaçırdık. Önce Pazar ilçesine gidip, oradan Ayder’e geçmek zorunda kaldık. Karadeniz’de yeşil o kadar yoğun bir duygu oluşturuyor ki insanda, zaman zaman ondan kaçıp kurtulma duygusu bile oluşuyor diyebilirim. Yeşilin insana hücum ettiği bir kuşatılmışlık. Yoğun bir yeşilin içine dalmış giderken, yol kenarındaki elektirik tellerine gözüm takılınca aklımdan dizeler geçiyor yine; “Yeşerdi yine telgrafın telleri / selâmın geçiyor besbelli” der ya şair Niyazi Akıncıoğlu, burada her şey o kadar yeşil ki, telgrafın telleri selâmından yeşerse görmeyeceğim bile, diye bir ironi kuruyorum kendimce.
Solda deli deli akan Fırtına Deresi Çamlıhemşin’e gelince ikiye ayrılıyor. Böyle olunca Ayder ve Büyüksu Deresi olarak adı da bu ayrılmadan payını alıyor haliyle. Biz soldakini takip ediyoruz. “Ağustos otuz gündur, kirk futunasi vardur” diye bir atasözü var Rize’de. Acaba bu derelerin ağustosdaki hali nasıl diye sorsam mı diye düşünürken, minibüsteki radyodan bir türkü salınıyor birden: “A bu akan dereler denizlere dolacak, söylesena güzelum sonumuz ne olacak” Başlangıçlar sonlar birbirine karışıyor bu deli derede. Müzik içime karışıyor. Akan suların üzerinde su damlacıklarından oluşmuş bir duman bölgesi var. “Oy gidi Karadeniz, sardı dört yanımızı”, diyor ya türkü; sarılan sadece dört yanımız değil kulaklarımızda da zonkluyor tırmandıkça yükselen basınç. Bu arada şoförümüzün neredeyse dakikada bir çalan cep telefonuyla ilgilenmemek mümkün değil. Çünkü telefonunun zil sesi, hareket etmek üzere olan bir arabanın bir türlü ateşlenemeyen motor sesi olarak ayarlanmış. Ben artık dayanamayıp telefonuna laf atınca, bu araba da bir türlü çalışmadı gitti değil mi, diyor. Bu kısa konuşma bile bir sıcaklık oluşmasına yetiyor şoförle bizim aramızda. Ayder’e vardığımızda son durak aşağıda olduğu halde en tepeye kadar çıkarıyor bizi arabayla. O noktaya kadar vasıta ile çıkmak biraz sonra göreceğim görüntüyü oluşturması bakımından önemli benim için. Her ne kadar manzarayı görsek de aramızda konuşuyor olmanın dikkat dağıtan özelliği sebebiyle ayrıntısıyla fark edememişim. İndiğimiz yerde birdenbire çıkmış gibi karşımda büyüyen görüntü, zirve bir yükseklik ve arasından kendisini yerçekimine bırakan bir su demeti. O anda bakakalıyorum Ayder’e, sanki o noktaya gözüm kapalı getirilmişim de yeşile ilk kez çarpılıyor gibi bir yenilenmeyle. Gözümüz solda yavaş yavaş yürümeye başlıyoruz aşağı doğru. Yöresel malzemeler satan küçük küçük dükkânlar otantik yapılmış oldukları için yapı içinde ayrıksı durmuyor. Pansiyonlar da ahşap kaplamalı. Yıllar önce burada başladığını duyduğum betonlaşmanın önüne geçilmiş gibi görünüyor.
Meraklı bir heyecan içinde keşfe çıkıyoruz. Dereden karşıya geçmek istiyoruz ancak asma köprünün yerini bulmak epey zamanımızı alıyor. O dar patika yolda yaşlı bir teyzeye rastlıyoruz. Durun, gelmeyin, ineklerim suyun karşısında, sizi görürlerse köprüden geri kaçarlar, diyor. Ciddi bir süre bekliyoruz ama inekler yok ortalıkta. Belli ki kaçmış bile teyzenin inekleri. Hem niye bizden kaçacaklarmış ki, insana alışkın olmalılar, şeklinde konuya bir tahlil getirince sorun bile olsa ineklerle anlaşmanın da bir yolunu bulacağımızı düşünüp giriyoruz patikaya. Rastlaştığımızda biz iyice kenara çekilince, tam da düşündüğümüz gibi inekler yanımızdan salına salına geçip gidiyorlar.
Asma köprü dokunun içinde her şekliyle kaynaşmış. İzlerden belli ki daha önceleri burada başka bir köprü varmış. Şimdi sadece telleri kalmış yadigâr. Karşıya geçince bir süre yürüyoruz. Çantamızda kirazlarımız var. Bir yere oturup onları yemek için bundan daha keyifli bir yer bulunmaz. Karşımıza ara ara çıkan eflâtun renkli çiçekler var buralarda. Anımsıyorum da, defter arasında çiçek kuruturduk çocukken. Ben hâlâ çocuk olduğuma göre bir tane alıyorum yanıma. Sonradan bu çiçeğin adının komar olduğunu öğreniyorum ve bundan özel bir bal yaptığını arıların. İleri doğru parkur çok uzun ama bizim bir de kaplıca plânımız var bugün için. Elimizde yüklerle yürümek pek de kolay değil. Banyo hazırlığı için şampuan, havlu koyalım derken ağırlık epeyce artmış çantada. Biraz yürüyünce daha fazla ileri gitmeyip dönüşe geçme kararımızdan mennun yürürken Tuğçe annesine sesleniyor:
-Ömrümüzden beş kilo gitti bugün, değil mi anne?
Kaplıca fikri gerçekten çok yerindeymiş. Havuzda suyun ısısına bakıyorum; kırk üç santigrat derece. O sıcaklıktaki bir suyun içinde insan, taşıdığı tüm yüklerinden kurtuluyor. Ama suda biraz fazla kalınırsa suyun da kalbe yaptığı yükü hissetmemek mümkün değil. Havuzun hemen çıkışındaki hamam bölümünde yıkanmak tam bir arınma ritüeli. Hamamda çalışan hanımların başında ilginç bir şekilde bağlanmış bir örtü var. Biz o sıcaklığa peştamalli olduğumuz halde zor dayanıyorken, onların o sıkı bağlanmış baş içinde nasıl durabildiklerine şaşsam da örtüyü çok estetik buluyorum. Bu bağlama şekli önce siyah tülbenti başın yanlarına sanki saçmış gibi bir edayla bağlanmasıyla başlıyor. Onun üstünde renkli bir başka poşinin başa düğüm atılmış gibi duran şekli ise kompozisyonu tamamlıyor. İlk fırsatımda bu eşarplardan edinmek istiyorum.
Üzerimizde banyo tavı, midemizde şirin hareketlenmeler olacağı için çıkıştaki plânımız, yeşilin tonlarını yerinde inceleyerek güzel bir yemek yemekti, ancak dönüş yolunda Çamlıhemşin’e uğrayıp önceden tanışmışlığımız olan belediye başkanı İdris Melek ile bir görüşmek istiyoruz. İstanbul’dayken kendisiyle ilgili bir belgesel film izlemiştik ve buralarda yaptıklarının güzelliğini ve o sürecin ayrıntılarını öğrenmiştik. Biz böyle bir yandan yemek düşleri kurarken başkanı bir arayalım demesek son minibüsü kaçırıp Ayder’de kalacakmışız sanırım o gece. Zaman daralınca Hemşin’de minibüs kenarına atılan bir taburede hızlı bir çay ve sayılı dakikalarda büyüyen damıtılmış bir sohbet yaşıyoruz. İdris bey hızlı bir şekilde iki üç cümleyle son dönemde neler yaptıklarını anlatıyor. Seksen kadın ressamı konuk almışlar yakın zaman önce. Farklı ülkelerden gelen ressamlar burada muhtelif evlerde konuk olmuşlar. Sadece tek bir gün kalmalarına rağmen çok sıcak yakınlıklar kurulmuş kadınlar arasında. Sabaha kadar şarkı türkü söyleyip eğlenmişler. Ayrılmaları ise o tek günle açıklanamayacak kadar sıkı ve derinden olmuş. Bir başkanın bu tür güzellikleri organize edip böylesi ince duyarlıklardan heyecan duyması çok sevindirici bir konu. Yörede bu anlamda bir hareketlenme var. Yine seksen kadın ev pansiyonculuğu konusunda kurs almışlar. Seksen sayısında mı keramet sekseni akıl edenlerde mi, seksen günde şimdiye dek oturmuş pek çok şeyi devri alem yapıp yenileme heyecanında mı yoksa sır... Onu bilemem ama İdris bey kültürel yenilenmenin kadınların eli değmeden yapılamayacağını keşfetmiş görünüyor. Konuşacak çok şey var ama bundan fazlası için zaman ve koşullar uygun değil. Bir tadımlık konuşmayla yola devam ediyoruz. Bu güzel beldede olacak gelişmeleri sıkı takip etmeli.
Rize’ye geldiğimizde eve ayaküstü şöyle bir uğrayıp salon düğününe doğru yönleniyoruz. Dün akşamki coşkudan sonra salonda onun kopyası gibi duran farklı bir atmosfer. Bu yörede artık pek çok kişi salon düğününü tercih ediyor demiştim ya. Oysa dün nasıl bir doğallık vardı. Belki bu her yeri gıcır gıcır salonda edilen horon çok daha coşmaya elverişli ama mucize edildiği zeminde değil. Demiştim ya, horonun figürlerinde var buradaki coğrafya. Onu yıllar içinde oluşturan katmanlarda. Bu tezatı içimde hissetsem de horona katılmak da istiyorum bir yandan, dün akşam aldım bir kez tadını. Ayakkabılarım kurumuş çamur yığını haline geldiği için bugün buraya terliklerle geldim. Horon faktörünü hiç hesaba katmadım tabii Ayder’di, Fırtına’ydı gezerken. Bu uygun olmayan terliklerle horona girip horonu bozmak da var. Bir sıkıntım olduğunu fark edince hemen ayakkkabı transferleri için harekete geçiliyor ve ben ayağımda horona elverişli bir ayakkabıyla eklenmiş durumdayım bile.
çay filizi gibisin, her yanın iki buçuk...
Günler o kadar yoğun geçince bir dinlenme günü almak lâzım araya, diye düşünüyoruz ama aklıma Rizelilerden duyduğum bir söz gelince utanıyorum kendimce. “Rizeli bir gune iki gün çalişur.” Biz gezerken yorulduk çay tarlasında iki büklüm çalışmak nasıl bir şey; anlamak ne kadar zor. Bu durumda düşünüyor insan; “çay filizi gibisin her yanın iki buçuk” türküsünü Rizeli nasıl anlamlandırır hayatında, biz nasıl...
Çayın tarladaki halini gördük, soframıza kadar olan macerasını.da merak ettiğimizi bildiği için çay fabrikasına götürüyor bizi Ali abi. Kapıda “Silâhınızı teslim edin” şeklinde bir yazı var. Silahın buralarda nasıl yaşamın içinde olduğunun bir göstergesi aslında bu yazı. İnsanın bildiği bir şeye yabancılaşıp yeniden baktığı zamanlar vardır ya, bu yazı da bende böylesi bir duygu uyandırıyor. Silâhın her hangi bir şekilde kullanılmasına içim bir türlü elvermiyorken bir de bu denli açıkca kullanılabilirliğini hiç kabullenmek istemiyor olmalıyım ki, yeniden yeniden bu tanışma ilgimi çekiyor. İçeri giriyoruz. Bahçesi oldukça açık ve ferah. Dünyada silâh diye bir şey olduğunu dahi unutmak isteyen beynimin imdadına yetişiyor bahçedeki mandalina ve kivi ağaçları içinde
serpilmiş ebruli zakkumlar.
Bina girişinde boydan boya serilmiş yeşil yapraklı çaylarla karşılaşıyoruz. Bohça içinde fabrikaya gelmiş çaylar ilk önce bahçede tasnifleniyor. Ve hemen girişte oraya nakledilmiş çayların soldurulması işlemi başlıyor bile. Yani önce soğuk, sonra sıcak havaya maruz kalan çay yapraklarının rengi yeşilden kahverengiye dönüşmeye başlıyor. Bu noktada bir mola verip çay içmek için sıralamadan sapıyoruz. Her yer öylesine yoğun ve kesif bir taze çay kokusuyla dolu ki bu koku bende tatlı bir sarhoşluk oluştururken, Ulviye’de itici bir duygu olarak kendini gösteriyor. Bahçeye geçip çay çöplerinin yakıldığı fırının olduğu bölümde kuruyoruz masayı. Taze demlenmiş çaylar orada başka bir tatta. Yanımızda uçuşan çay tozları içinde alüminyum çaydanlıkta demlenmiş özel bir çay. Burada içtiğim çayı yıllar önce Zonguldak Armutcuk’ta deniz kenarında içemediğim için içimde ukte kalan çayın yerine de içiyorum. Böyle düşünmekle, o anda kendi başına bile değerlendirildiğinde oldukça özel olan bu anı anılarıma daha da kıymetlendirerek naklettiğimin farkındalığını da katıyorum çayımın lezzetine.
Tekrar içeri geçiyoruz. Hafiften kahverengiye dönmüş çaylar, kırılma bölümünde daha ince parçalarına ayrılıp ezildikten sonra görüntü ve doku olarak toprağa benzemiş oluyor iyice. İnsanın eline iyice sıvanan ıslak bir toprağa. Ezilince yaprakların özünde olan suyu da açığa çıktığı için yapışkan bir toprak gibi o anda. Fermantasyon bölümünde bir-bir buçuk saatte tepsi içinde yavaşça ilerlerledikten sonra fırınların olduğu bölümde yaklaşık yüz on derecede tekrar kurutuluyor. Sonrasında ilerlerken havaya hoplatılan çaylar silindirlerden geçerek çer çöpünden arınıyor. Tasnif bölümü zincirin son halkası. Altı farklı tipte büyük torbalara dolan çayın her birisi ayrı bir incelikte. En incesi bir numara, en makbulü iki. Oradan paketlemeye gidecek olan çay, markasına göre farklı karışımlar içinde dudaklarla buluşacak. Hiç el değmeden hazırlandığını gözlerimizle görmüş olduk. Böylece tarladan başlayan tanıklık, çay toplama merkezlerinden fabrikasına kadar tamamlanmış oldu.
dere duzi derenundur.
Fabrikadan çıkışta özellikle yürüyerek dönelim istiyoruz. Şehri iyice algılamak için içinde yürümek gerekli. Fabrikadan Pazarköy’e gidiyoruz. Ön taraftan Askeroz deresine, arka cephedense fışkırmış yeşilliklere bakan bir ev… Pencereleri kucaklayan manzaraya hayran olmamak elde değil, ama hemen karşısında bulunan çay fabrikasını saymazsak. Fabrika yüzünden o güzelim balkonlarda oturmak imkânsız hale gelmiş. Gece gündüz kesilmek bilmeyen bir gürültü ve toz içinde yaşamaya mahkum kalmışlar. Aslında doğa o kadar güzel ki burada, insan eliyle yapılan her müdahale yine insanın yaşamını zorlaştırıyor. Civar halkın şimdiye kadar yaptığı şikâyetlerin valilik tarafından nasıl takipsizlik kararına dönüştüğünü üzülerek dinliyoruz. Bir üst mahkemeye intikal ettirmekten başka çaremiz yok diyorlar. Onun da ne kadar çare olacağı meçhul. Buradaki insanların en belirgin özelliklerinden birisi pratik zekâ ile her sorunu çözüvermeleri ama Karadeniz’deki son durumlara bakılırsa; beton fabrikaları, hidroelektirik santralleri, önlemleri alınmamış işletmeler derken dört koldan birden gelen bu kadar çok saldırıya karşı ne kadar mücadele etseler yetmiyor. Her bölgenin bilge kişileri olur ya; bir zamanlar bu coğrafyada yaşamış, şimdi çoktan doğaya karışmış bir bilge dede geliyor aklıma. “İnsanın morali bozulunca lafın da bozulur”, diyen Yusuf Ziya Örün namıdiğer Yusuf dede yaşasaydı bu duruma ne derdi diye düşünüyorum. Yatalak durumdayken bile her iki yanına aynı kitaptan birer tane koydurup, o yana döndürüldüğünde kaldığı sayfadan okumayı sürdürecek kadar okumanın önemini bilen Yusuf dede işi yine kitaplara mı getirirdi. Önce “Başımızı belâya sokan ne güzel bir eylemdir okumak” der, sonra bu işin çözümünü hangi kitaptan öğreniriz acaba diye yeni okumalara mı dalardı.
ikili makbul çizgi
Burada olacağımız sayılı günleri düşününce her dakikamız kıymetli, yeni bir şey görmek ve öğrenmek için gerekli. Ama birden hayata dair bir cümle düşüyor sohbetin içine. O akşam evlerinde kaldığımız Şemsi Abi, Ulviye’ye “Haydi bakalım yarın seni hastaneye götüreceğim, bırak artık şu sigarayı” deyiveriyor. Madem öyle, diyorum ben de geleyim o zaman sizle. Nasılsa polikliniğe şöyle bir uğrayıp çıkacağız evdeki hesaba göre. Fakat oraya gidildiğinde bir de göğsünüze bakalım, bir de solunuma, bir de psikiyatriye yönlendireyim deyiverince doktor, biz kendimizi bitmez tükenmez polikliniklerde gözümüz numaratörde sıramızı kollarken buluyoruz. Niyette olmayan bir sigara bırakma macerası zamanın böyle değerli olduğu günlerde bize tam bir gün kaybettiriyor. Şimdi giden güne mi yanmalı, gün ziyan olmasın diye sigarayı gerçekten mi bırakmalı, yoksa gün feda olsun, ömür ziyan olmasın diye bu kayıp günü bize Rize’nin ömürlük hediyesi sayıp bu illetten mi kurtulmalı... Rize notlarımı tuttuğum kâğıdı çıkarıp tam ortasına kalın bir çizgi çekiyorum ve Ulviye’ye dönüp, seni bilmem ama ben bıraktım, diyorum. “Böyle ilaçlara filan ihtiyacımız olmamalı, gel bu çizgiyi bölüşelim…Sigaranın üstüne, hayatımızın anlamının altına çektiğimiz çizgi ikimizin olsun.” Birazı sinir ve şaşkınlık ama birazı da mutluluk ve rahatlama karışımı bir kokteyl içimizde demlenerek hastaneden çıktığımızda bakıyoruz ki vakit akşam üstüne yaklaşmış. Güzel bir muhlama iyi gider bu kayıplı kazanımın üstüne. Yağ gibi kaysın dilimizde, birikmiş pası söküp atsın, diyoruz.
Sigarayı bıraktık diye ahlanıp vahlanacak, bunalım takılacak vaktimiz yok. Cemal Süreya’nın dediği gibi “Zaman geçiyor, kuşlar uçuyor” çünkü. Trabzon Sümela Manastırı’na gitmek için yeni bir gün başlıyor ufukta. Yanımızda araba olmadığı gibi ehliyet de yok. O yüzden gittiğimiz her yer, yollarda vasıta değiştirip bekleme sebebiyle iyice katmerlenen zorluk derecelerini içinde barındırıyor hep. Ama öte yandan zorla elde edilen güzelliklerin de bir başka tadı olur. Unutamaz insan emek harcayarak elde ettiklerini. Trabzon’da bir müddet araç beklesek de, gidilecek yere varıldıktan sonra beklemelerin tadı başkalaşıyor anılarımızda. Çünkü burada doğa cidden muhteşem. Minibüs belirli bir yere kadar çıkarıyor yolcuları. Yolun ondan sonrasında tırmanarak yürürken karşımıza çıkan topraktan dışarı fırlamış ağaç kökleri Harry Potter’ın film setinde olduğumuzu düşündürtecek kadar ürperti yaşatacak cinsten. Köklerin zamanı tutmak istermiş gibi yukarı uzanmış kıvrımlı bedenlerine basarak varılmaya çalışılan bir manastır. Şimdi bizim bu rahat koşullarda, ayaklarımızda duruma uygun ayakkabılarımızla dahi oraya ulaşmak için zorlanıyor olduğumuzu düşünürsek, tepede kurulan manastırı bu kadar sarp bir noktada oturtmak sanırım oldukça emek gerektirmiştir zamanında. Kayaların içinde oyulmuş bu manastır yerleşik yaşamdan o kadar kopuk ki, inşa etmek için bu noktanın seçilmiş olma sebebi de zaten tam da bu kopukluk sanırım. Yol boyunca yanımızda birlikte yürüyen genç, manastıra vardığımızda “rahibecikler” deyiveriyor. Evet, ancak böyle bir sözcük anlatırdı muhteşem bir güzelliğin koynunda ama bu kadar izole olma hâlini. Manastırı restore etme çalışmalarına neyse ki ara vermişler; çünkü yapılan şey, tarihi korumak değil onu değiştirip başka bir şekle büründürmek gibi geliyor bana. Şekil olarak Safranbolu Evleri modeline yaklaştırılmış bölüm, bu anlamda ruhunu teslim etmiş görünüyor. Bir yandan inşaat sahasına girmek yasaktır, yazılı derme çatma tahta kapı, bir yandan oraya yeni eklenmiş olduğu belli pırıl pırıl taşlar, diğer yandan duvarlarda yarısı harap olmuş freskler.
Geri dönmek için geldiğimiz uzun yolu kullanarak yürümeye zamanımız yetmeyeceği için hemen manastırın dibinden başlayan dik patikadan aşağı iniyoruz. Bacaklarıma dolanan ısırganlar, şayet gördüklerim yetmiyorsa eksiği tamamlayalım, diye düşünüyor olmalılar ki; doğanın içinde olduğumu hissettirecek dişlerini kullanmaktan hiç çekinmiyorlar. Komar çiçekleri her yanda. Kuş cıvıltıları, akan suların sesi birbirine karışıyor.
Nihayet Trabzon’a varıyoruz ama bir de Rize arabası bulmak lazım. Çömlekçi semtinden bindiğimiz için yine aynı yeri aramak mantıklı görünüyor gözümüze. Dükkân önündeki bir amcaya soruyoruz hemen: Çömlekçi nerede? O, Çömlekçi’de ne yapacaksınız dedikçe biz ısrarla Çömlekçi’yi soruyoruz. Sonunda dayanamayıp amacımızı açıklıyoruz: Rize’ye gideceğiz... Adamcağız, yüzünde muzip bir gülümsemeyle Rize’ye gitmek için önce Çömlekçi’ye gidip, illâ oradan gitmeniz şart mı, diyerek hemen karşıda duran terminâli gösteriyor. Kendi hâlimize gülüyoruz. Yapacak bir şey yok. Bizim de düşünme şeklimiz buralardaki insanlara benzedi, desek yöre insanını bile güldürmeye yetecek kadar ileri götürdük belli ki işi. Derler ya boynuz kulağı geçermiş. Bir de gidilen yerdeki konuşma şekline göre konuşma meyli vardır ya; Allahtan onu yapmıyoruz. Belki Ayder’deki tabelâda, “Uyy ile başlayıp, da ile biten cümleler kurarak komik bölge şivesi taklidi yapmayın, İstanbullu olduğunuz anlaşılıyor” şeklindeki uyarı yazısını okumuş olmamızın bir sonucudur bu durum. Kimbilir yoksa onu da yapmaya kalkışır mıydık, bilmem.
Bu kadar aktarma yapılınca Trabzon Rize arası yolda değil uykuya, rüyalara bile geçiyoruz. Günlerdir yollardayız. Kıyafetlerimiz Rize’de Ali abi’lerin evinde kaldı. Ama yola çıkarken yanımıza aldıklarımız ise Şemsi abi’lerin evinde. Önce Rize’ye uğrayıp kıyafet değiştirip sonra yeniden minibüsle Pazarköy’e gitmeli. Aslında her bir hareket noktasında en az yarım saat minibüs kalkışı beklediğimize göre bu gezi için yollarda ve duraklarda geçiyor da denilebilir. Buralarda araçlarda, sokaklarda; her yerde boy boy çocuklar var. Oysa İstanbul sanki çocuksuz bir şehirdi. Tüm çocuklar dairelerde gizlenmiş büyüdüğü için varlıklarını ve artı eksi enerjilerini unutabiliyor insan orada yaşarken. Burada ise bolca çocuk ağlamalarından, mızıldanmalarından, sevimli çığlıklarından, hoş bakışlarından nasiplenme şansı mümkün. Ve sürekli çocuklarla cebelleşerek yolculuk yapan kadınları gözlemek. Neyse ki artık uykuyla doyasıya kucaklaşacağımız eve vardığımızda bizi karşılayan buz gibi bir karpuz, harcanan tüm enerjileri geri verecek güçte.
uzun gün...
Daha sakin olsun diye son günü Uzungöl’e ayırdık. Tamam Uzungöl belki sakindir, oraya varabilmek için içinde bulunduğumuz imkânsız imkânlı durumlar hesaba katıldığında kısa sürecek bir sakinliğin de pek bir anlamı yok aslında. Ama bunu düşünmekte geç kaldık çünkü yola çıktık bile. Önce Of arabasına biniyoruz ve orada ilk molamızı veriyoruz. Burası içinden kocaman bir çamurlu derenin aktığı bulanık bir yer. Uzungöl arabalarını ise bir kıraathanenin önünde bekleyince sıkıntı duygumuz iyice artıyor. Gerçi kıraathanede oturan kişilerin insanı rahatsız eden bir tek bakışına bile maruz kalmıyoruz ama yine de bu durumdan hoşlanmıyoruz. Bir türlü görünmek bilmeyen minibüsü beklerken gelen Çaykara arabasındaki muavin, Uzungöl arabası arkadan dolu geliyor, iyisi mi siz buna atlayın. Çaykara’da da ona geçersiniz, deyince hesapta olmayan yeni bir vasıta daha ekleniyor minibüs sıralamamıza. Of’dan Çaykara’ya kadar olan yol aslında yeşillikler içinde, ancak iki dakika geçmiyor ki derenin yan tarafında bir inşaat durumuna rastlanmasın. Kamyonlar sürekli ortalığı toza dumana katıyor buralarda. Hidro elektirik santralleri her yere kurmuş tezgâhını, son sürât çalışıyor. Bazı yerlerde ne inşaatı olduğunun tabelâsı bile yok ortalıkta ama kendisi var. Anladığım tek şey, bu yol boydan boya bir şantiye alanına dönüşmüş. Bir dağın yarısını kesmişler. Arka tarafında yemyeşil ağaçlar var ama dağın ön tarafı yok. Sanki iç organları dışarı çıkarılmış ve götürülmüş gibi, koca bir oyuk var bedeninde. Octavio Paz bir şiirinde “ellerim / perdelerini açıyor varlığının / bir başka çıplaklıkla giydiriyor seni / gövdelerini soyuyor gövdenin / ellerim / bir başka gövde yaratıyor gövdene ” demişti. Yarısı kıyılmış bu minik dağ beni neden Paz’ın şiirine götürdü diye düşünüyorum. Çıplaklığın ve soymanın güzelliğini en çok aşka yakıştırdığım için mi acaba? Bu dizelerde pik yapan soyunma, yarısı koparılmış dağın görüntüsünde bana tersten bir anımsama mı yarattı? “Kopmuş uykunun iskeletiyim ben / artık yelin göğsü olamam” demiş ya Melih Cevdet de; bu dağın hangi yarısına daha çok dokunurdu sözleri, diye düşünmeden edemiyorum. Kamyonlara doldurulmuş giden yarısı kalan yarısına ağıt mı yakıyor şimdi, yoksa kalan yarısı mı gideni özlüyor gibi bir düşünce. Yoksa aşk, koşulsuz bir bütünleşme isteği olduğu için mi bu sorular aklımda dansediyor? Bilemiyorum bilinçaltım nasıl işliyor, ama bildiğim şu ki; boğazımda derin bir yumruk oluştu.
Çaykara’ya varınca başka vasıtaya geçmek için iniyoruz. İner inmez de Karadeniz’de meşhur olduğunu öğrendiğimiz sarı kurabiyelerden alıyoruz, kendimize yük. Ne demişler şeytan azapta gerek. Her birisi taş gibi ağır kurabiyelerden koca bir torba alıyoruz, desem durumun vehameti daha iyi anlaşılır sanırım. Saatlerdir yoldayız. Vakit akşama yaklaşıyor neredeyse, biz hâlâ Uzungöl’e varmış değiliz. Çaykara’da oturduğumuz bankta arabayla geçip gitsek fark edemeyeceğimiz ayrıntıları solumaya çalışırken, aslında belki bu şekilde molalı gitmek de başka bir fırsattır, diye düşünmek de mümkün. Çaykara dik bir kayanın dibinde kurulmuş. Birbirinden tozlu görüntüleriyle atölye dükkânlar dizilmiş yanyana. Yer yer bakkal ve manav dükkânları da atölyelerin aralarına girmiş. Bu yapıların minimâlliği yanında çok devasa duran bir de camisi var Çaykara’nın. Dikkat etmişimdir; gelir seviyesinin düştüğü yerlerde camiler hep olabildiğince iri inşa edilmiştir. Çaykara’da da bir örneğini görünce yeniden düşünmeden edemiyorum bu konuyu. Daracık bir bahçede elimde kiraz torbasıyla oturmuş, altı dükkânlarla dolu kocaman bir camiye bakarak içimden derin tahliller yapmaktayken ben, Uzungöl arabası nihayet görünüyor yolun başında.
Çaykara’dan Uzungöl’e kadar olan yolda doğa kendini yeşile salıp yanda akan suyun hayâlinde yıkanmaya şimdilik izin veriyor. Şimdilik diyorum, çünkü geldiğimiz yollarda bu kadar çok kamyon ve beton görünce, bir yıl sonra buralarda neler olabileceğini şimdiden kestirmek zor görünüyor.Uzungöl’e yaklaştığımız bir yerde şoför bagajı da olan bir yolcuyu indirmeye çalışırken ben de seri davranırsam buralardan bir kare olsun fotoğraf çekebilirim, diye düşünüyorum. Ayağımı arabanın eşiğinde tutup hızla basıyorum deklanşöre ki, şoförün sert sesini duyuyorum: Haydi hanımefendi sizi bekliyorum. Kimseyi bekletmeyim diye özellikle böyle özen göstermişken, kendimi başkasının hakkını gasp eden birisi gibi hissettiren bu cümleden ve söylenme şeklinden hoşlanmıyorum ama bir şey söylemek de istemiyorum. Günlerdir Rize’deki şoförlerin bize yardımcı olmaya çalışan hâline fazla alışmışken; şimdi düşünüyorum da, bu tam tersi örnek de hayata dahil.
Dere gürleşiyor derken birden karşımıza bir göl çıkıyor. Etrafında yeşillikler içinde dağlar. Göl belki kendi başına güzel olabilir ama çevresindeki hediyelik eşya satan dükkânlar, pansiyonların mimarisi, özensizce kurulmuş çevreyle uyumsuz çocuk parkı, yemek yeme mekânları gölün çevresinde sanal bir ortam oluşturmuş sanki. O dükkânlarda satılan eşyaların yöresel olması o yörede olduğunuz duygusunu vermeye yetmiyor. Çünkü burada hissedilen yapaylık duygusu öylesine yoğun ki, göl doğal olduğu halde onun bile doğallığından şüphe ediyorsunuz.
Kızgın şoförümüz bizi indirdiği noktada hemen şu cümleleri kuruyor: “Dönüş için bir saat on dakikanız var, ona göre... Sizi tam buradan alırım. Benimle dönecekseniz hemen şimdi söyleyin.” O böyle hızlı hızlı konuşuyor ama biz nasıl tahmin edebiliriz ki kalmak için en uygun süreyi, henüz yeni geldik. Düşünüyoruz da; gölün çevresinde bir tur atsak bir saat sürer zaten. Karnımız da aç üstelik. Sabahtan bu yana bir şey yemedik. Bir düşünelim, diyoruz ona ama o panikle bize verdiği karttaki yazıhane numarasını beş dakika bile olmadan arıyor ve son seferden yer ayırtıyoruz. Son minibüsü kaçırırsak bu sevimsiz yerde bir gece daha kalma ihtimâli çok yorucu görünüyor gözümüze; üstelik de yarın İstanbul için dönüş günüyken. Etrafı biraz gezmek istiyoruz ancak birkaç adım atar atmaz ne yapacağımız konusundaki düşüncelerimiz netleşiyor. Gölün çevresinde gezmekten vazgeçip önce karnımızı doyurmak belki romantik bir fikir değil ama kesinlikle daha mantıklı. Kocaman bir tabelâda muhlamanın yanında bir de kuymak fotoğrafı var. Biz de bu iki yemeğin aralarındaki farkı merak edip duruyorduk, bundan daha iyi fırsat olabilir mi...Göle bakan güzel bir yer seçip konunun uzmanlarına kendimizi teslim etmenin güzelliğini yaşamak istiyoruz bir an önce. Tamam, talihsiz bir yol serüveni yaşamış ve Uzungöl konusunda da hayâl kırıklığına uğramış olabiliriz ama tadımızı kaçırmaya da niyetimiz yok. Bir ondan bir diğerinden sipariş ediyoruz ki tatlarını damağımızda bizzat test edelim, aralarındaki farkı iyice algılayalım. Peynirimiz yok, biz et lokantasıyız, demezler mi. Peki bu fotoğraflar ne, desek hoş olmayacak. Biz et yemek istemiyoruz ki o anda. Çaresiz kalkıyoruz.
Tabelâsında Rize yazan bir minibüs görünce gözümüz ışıyor. Buraya ne zor geldik ama aktarmasız bir defada dönüvermek de mümkün mü yoksa. Şoförün yanına gidip buradan Rize’ye direk araba mı var yoksa, diye sorduğumda ters ters bakıyor bana. Özür dilerim rahatsız ettim ama tabelânızda Rize yazdığını görünce sormak istedim, diyorum. Bu kez de kaba bir dille ben yeğenlerimi gezdiriyorum, diyor. Allah allah bu nasıl memleket kime yanaşsak bir fırça hâlinde. Onunla da didişmiyorum, ben bu kadar yolu ahali ile kavga için gelmedim.
Yemek için başka bir mekân bulunca bu sefer akıllandık ya; oturup yerleşmeden önce muhlama ve kuymak var mı diye soruyoruz. Neyse ki bu kez doğru yerdeyiz. Ancak yine de Uzungöl’de uzun durma isteğimiz hiç kalmadı. Bir an önce dönmekte fayda var. Yolun birkaç vasıta değiştirilerek gidilecek olma durumunu da dikkate alınca bizim kızgın şoförü aramaya karar veriyoruz. Arabanızda yer varsa sizle dönmek istiyoruz, var mı, diye soruyorum. Ne oldu? Hani gelmeyecektiniz, diye bir fırça daha. Sizin için de sakıncası yoksa ve arabada yer de varsa dönelim, dedik, diyorum sesimi kontrol etmeye çalışarak. Ben, göl yuvarlak, bu durumda muhtemelen bulunduğumuz yerden geçeceksiniz, bizi de alır mısınız, der demez olmaz, diyor. Geçeceğim ama siz ofise gidin. Çaresiz tamam, diyoruz. Bu iş gittikçe artan bir mizah tadını almaya başladı. Tabelasında seyahat şirketi adı yerine dernek ismi olacağını akıl edemediğimiz için ofisi iki kulube boyu geçmişken, bizim kızgın şoförün arabası görünüyor arkadan ve aynı anda telefonum çalmaya başlıyor. Seslensem duyuracak mesafedeyim o anda, telefonu açmak yerine sesleniyorum. Geldik geldik, buradayız... Çabuk biletizi alın, şeklinde ters bir ses tonu daha. Hamama giren terler, hayırlısıyla bir dönsek Rize’ye... Bulduğumuz ilk boş yere kendimizi atmamızla araba kalkıyor zaten. Çaykara’ya gelince yolculara genel bir fırça daha; herkes yerine geçsin bakayım. Birden bana yönelerek; Siz hanımefendi, diyor, biletleriniz 2-3-5 numaralar değil miydi. İyi de bindiğimizde o koltuklar doluydu, demenin manâsı yok bu kendinden geçmiş kızgın adama. Geçiyoruz yerimize. Şoförünse artık araba sürecek hâli kalmamış; yani öyle söylüyor başka birisine naklederken işi. Ve durumunu izâh edecek cümleyi patlatıyor: Beni öyle sinirlendirdiler ki bünyem kafamdan düşti. Konuya yabancılaşıp bakınca öylesi de sevimli ki, hazır öne geçmiş olmanın avantajıyla her bakışta gülümsüyorum. Ama yol ağır, benim bünye yorgun; henüz kafamdan düşmemiş olsa da, uyku geliyor yavaştan. Aradan ne kadar zaman geçiyor bilmiyorum ama Tuğçe’ye yönelmiş, sessiz, sakin, neredeyse fısıltılı bir ses duyuyorum birden; annenleri uyandır, ineceğiniz yere geldiniz. Gülümsüyorum bir kez daha. Teşekkürler, diyorum. Tüm ilginiz için. İndikten sonra arayacağımız Rize arabalarının yerini özel olarak ayrıntısıyla tarif ediyor bize.
bir kenarı eksik şiir
Rize günleri, ne çabuk geçtin. İşte otobüsten karşılanmaya geldiğim günkü gibi Atatürk heykelinin yanından sonra alışıldık binalardan geçip tersi yönde minibüslere yürüyüşüm. Bantı tersine sarmak gibi. Uğurlama ve selâm gönderme faslından önce kurulan son veda cümleleri arasında Ali abinin yüzü değişiyor birden. Tühlenerek diyor ki; görüyor musun, şimdi aklıma geliyor. Hiç deniz kenarında gezdirmedik seni. Olsun üzülme, o da bir daha buraya gelmek için sebebim olsun, diyorum ama ben de o anda fark ediyorum bu ayrıntıyı. Rizede sahil doldurulmuş ve denizle şehrin arasına kocaman sahil yolları, çapraz üst geçitler girmiş. Denize ulaşmak özel bir çabayı gerektiririr olmuş yaya olarak. Böyle olunca denizle sıcak ilgisi kopmuş şehrin. Sadece dağdan, yeşilden, çaydan oluşuyor gibi kopuk kalmış suyun renginden. Sahil yolunda arabanın içinde giderken denizi görmek mümkün ama iyodunu duymak için kendisini anımsamanız ve eski bir dost gibi ziyaretine gitmeniz gerek. Şehirden ayrılıyorum şimdi ama, bilge bir yaşlısının elini öpmeden ayrılıyor olduğumu bilmenin ezik suçluluğunda.
Aynur Uluç
Haziran 2011
Aynur UluçKayıt Tarihi : 19.10.2011 20:48:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

TÜM YORUMLAR (1)