Üç Doğru Şey Satarım... (Kafkas Destanı) ...

Suat Tutak
256

ŞİİR


0

TAKİPÇİ

Üç Doğru Şey Satarım... (Kafkas Destanı) Kendi derlemem

93 Harbinden önceki dönemde
Anadolu’ya Kafkas göçü olmadan
Kafkas Dağları’nın yeşil yamaçlarında
Vadilerinde, bayırlarında
Kendilerine ADİGA denilen
Çerkez obaları yaşardı...
Orta Asya yürüklerinden
Bir TÜRK KOLU olan adigalar
Kafkasya yaylalarında
Kabileler, obalar halinde
Kendi dünyalarını
Kendi örf ve adetlerini
Kendi geleneklerini
Özgür bir ortamda yaşarlardı.
Onların yaşantıları
Eski site beyliklerine benzerdi
Aşirete benzer ama aşiret değildi...
Kabileler halinde toplu yaşarlar
Bahar gelince Kafkas Dağları’nın
Uçsuz, bucaksız yaylalarına
Güz gelince,
Köy ve kasabalarına göçerek
Mutlu, sağlıklı bir yaşam sürerlerdi
Özgürlük, dostluk, yiğitlik, sevgi,
Özellikle de büyüklere saygı
Onların vazgeçilmez yaşamlarıydı.
Osmanlı Beyliklerinde olduğu gibi
Onlarında başında bir BEY vardı...
Ancak o kabilede Bey’den üstün
Kararlarına koşulsuz uyulan,
Bir “İhtiyarlar Meclisi” bulunur,
Kabile beyini yönlendirirdi...
Bey’de o meclisin kararına uyardı...
Çünkü obanın yaşlıları, kocamışları
Görevi oğula devreden Bey’ler de
O ihtiyarlar meclisinde yer alır,
O meclisin bir üyesi olurlardı.
İhtiyarlar meclisinin kararı kanundu...
Onlar, belirli zamanlarda toplanır
Obayla ilgili kararları alır
Duruşmalar yapar, sonuçlandırır
Verilen hüküm ne olursa olsun,
Bey tarafından bile değiştirilemezdi.
Bir çeşit Büyük Millet Meclisi görevi yapar
Kendilerine has ortak yasalarını uygulardı
Bey’i de daima kontrol ederdi
Genelde hayvancılık yapılır,
Özelliklede çok sayıda at üretilir,
Şenliklerinde, şölenlerinde
Düğünlerinde atlı gösteriler yapılır,
Atlı, binicilik yarışları olur,
Gençler maharetlerini gösterir,
Yarışırlar, ödüller alırlardı…
Çok zorluydu yaptıkları yarışlar.
Özellikle çıplak at üzerindeki hareketler,
At Cambazlığından başka bir şey değildi…
En ufak hataları ölümle biterdi,
Atlar dörtnala koşarken,
Yerden sıçrayıp ata binerler,
Bacakların arasından geçip,
Üstüne binerler,
Atın boynuna kayar,
Tekrar karnının altından geçer,
Üstüne binerlerdi…
Seyredenleri soluksuz,
Heyecan içinde bırakırlardı.
Dörtnala koşan atların,
Uzun yelelerinden tutarak,
Koşan atın sırtına defalarca,
Arka arkaya biner, inerlerdi…
Çıplak atın üzerinde oturmak bile
Ustalık isterken onlar,
Yerde, belirli aralığa dizilmiş,
Kulplu testileri, çömlekleri
Birer birer alıp eline geçirir,
Geriye döner tekrar yerlerine,
Birer birer koyarlardı…
O çömlekler ne düşer, ne de kırılırdı
Yan yana koşan iki atın üstüne
Genişçe bir tahta uzatır,
Atlar koşarken iki binici de,
Üstünde kâğıt oyunu oynardı…
Bunlar genellikle her gencin,
Düşünmeden yaptığı sıradan,
Kolay kabul edilen hareketlerdi.
Hele birde ağızla kama atma yarışı
En zor yarışlardandı.
Onu yapmak çok ustalık isterdi
Ama gençlerin çoğu, onu da bilirdi.
Yarışlara, spora öylesine düşkündüler,
Yetenekliydiler onlar…
Adiga’lar kabile adları ile tanınır,
Bilinirler, sayılıp, sevilirlerdi.
Az da olsa bazı farklılıklar olurdu aralarında,
Jedug, Şapsıg, kabartay, Abaza vb.
Kabile isimleri vardı her birinin…
Sevinçte, acıda, törende, düğünde
Ölümde, tasada birlikte olurlardı.
Her şeyi paylaşır, ortaklaşırlardı.
Gözünü budaktan ayırmayan,
Ölümden ve tehlikeden korkmayan,
Cesur, centilmen, sevecen insanlardı.
Onlarda emanet çok önemliydi
Kendilerine genç kızlar emanet edilse
O kızlar o kişinin yanında
Saatlerce, günlerce kalsa,
Onların kılına bile zarar gelmez
Emanet oldukları için uğruna ölürlerdi.
Öte yandan; dost bildiklerine, inandıklarına
Ölümüne dosttular…
Düşman bildiklerinin ise
Korkulu rüyaları olurlardı.
Kurallara, yasalara harfiyen uyar,
İhtiyara, çocuğa, kadına, misafire
Sonsuz saygılı yapıları vardı.
Sözüne sadık, yeminlerine uyarlardı.

Beyoğlu bir gün,
Arkadaşları ile oynarken,
Bir yaşlı, aksakallı koca
Yaklaşır yanlarına…
“Üç doğru şey satarım
Yok mu alan, yok mu alan
Alın doğruyu, olmayın pişman
Üç doğru şey satarım
Yok mu alan, yok mu alan” diyerek,
Beyoğlu’nun yüzüne bakar…
Beyoğlu: “Bilmem ne kadar doğru ama,
Getir ben alayım bari…” der.
“Her biri birer akçe altın…” der, satıcı.
“Al doğruları olmayasın pişman…” diye,
Sözünü yineler satıcı, sırıtarak.
Beyoğlu verir üç akçe altını.
“Söyle bakalım neymiş, üç doğru şey? ”
Diye, satıcıya sorar merakla…
Satıcı o an başlar konuşmaya:
“Esmer, çakır gözlü
Boyu kısa, yani…
Kıçı yere yakın olanı
Sakın ola ki, sokmayasın evine…”
“Bu birincisi…” der, Beyoğlu.
“Allah rızası ile istenen,
Her ne ise geri çevirmeyesin,
Yerine getiresin” der, satıcı.
“Oldu iki…” der, Beyoğlu.
“Pekiyi, ya üçüncüsü? “ diye, sorar.
“Yanında kocasını kötüleyen,
Haddini bilmez kadından taraf olmayasın,
Birlik olup, kocasını kötülemeyesin…”
Diye cevap verir… Sonra da,
“Haydi, bana eyvallah! ” deyip,
Yürür gider kocamış satıcı.
Arkasından bakıp kalan Beyoğlu,
“Bu doğruları sınamak gerek,
Doğru mu, yanlış mı görmek gerek
Hem de tecrübe edinmek gerek”
Diye düşünür, planlar kurar…
“Amma nasıl, amma nasıl? ”
Diye, diye eve girer…
Bakıcı yaşlı lalar karşılar onu.
“Nedir bu halin Beyoğlu’muz “ derler?
Beyoğlu aklına gelen fikri onlara söyler,
“Lala anne… Annelik nasıl bir şey?
Onu özlerim, öğrenmek isterim “
Yaşlı lalar:
“Ah, ah Beyoğlu’muz annelik öğrenilmez,
Ancak gerçek ana kucağında yaşanır
Sen küçük yaşta kaldın anandan,
Gayrı öğrenemezsin, yaşayamazsın “
Cevabını verirler…
“Tamam ben yaşayamam anladım,
Ya babam, bunca sene eşsiz
Yalnız, yapayalnız o ne yapsın?
Benim, babam var hiç değilse,
Onun babası da yok, Hakka uçmuş,
Bari onu yalnızlıktan kurtaralım.”
“Essah mı dersin, Beyoğlu’m?
Deyivermez sana amma, belli de etmez hiç
Baban senin için evlenmez yavrucuğum.
En yaban avrat elinde,
Övey anne yanında,
Telef olmayasın,
Üzülmeyesin diye”
“Doğru dersin lala anne
Bu da insana reva mı?
Hele benim gibi Beyoğlu’na…
Hiç yakışmaz derim.
Ve derim ki;
Yarından tezi yok
Bunu babama söyleyelim.
İhtiyarlar meclisi karar versin,
Everelim baba cazımı…
Ben de bir anneye kavuşayım.
Övey de olsa, sonunda anne değil mi? “ der.
Lala hemen haberi obaya yayar,
İhtiyarlar meclisine duyurur.
Köy dışına ava giden bey,
Akşama askerleri ile gelir.
İhtiyarlar Meclisi Bey’i
Toplantıya devam eder.
Oğul Bey’in isteğin beye açarlar…
Bey, tabii ki sevinir.
Yalnızlık canına tak etmiştir.
Oğul Bey’i de çağırırlar görüşmek üzere.
Oğul Bey, hayal ettiği tecrübenin
Deneyimin gerçekleşeceğine sevinir.
Sevinç içine meclise gider…
Büyük bir çadırda toplanan
İhtiyarlar meclisi kocaları,
Oğul Bey’e sorarlar:
“Lala annen bizlere iletti ki,
Bir anne kadın istermişsin.
Bu, senin doğal hakkındır…
Beyimize izin verecekmişsin,
Anlat bakalım düşüncen nedir? ” derler.
Oğul Bey, bir babasının gözlerine,
Bir de yaşlıların yüzlerine
Teker teker sessizce baktıktan sonra,
“Evet ya kocalar… Yanlış değil.
İsteğim doğrudur. Lala anam bilir.
Düşündüm ki;
Yıllarca can babam, benim için
Yüreğinin sesini duymamış.
Sinesine taş basmış,
Ben üzülmeyeyim diye,
Genç yaşında anamın üstüne,
Övey ana getirmemiştir…
Ben de artık büyüdüm,
Bunları düşünecek yaşa geldim.
Beyimizi daha ziyade üzmeye,
Yalnız komaya hakkımız yoktur.
Babama bir can yoldaşı, eş
Kendime de bir ana isterim…
Bilirim ki benim iznim olmadan,
Beyimizin yalnızlığı bitmez…
Bilesiniz ki, benden izin çıkmıştır.
Gerisi sizin kararınıza bağlıdır.
Ancak benim bir şartım vardır.
O şartım yerine getirile…
Öylesine bu evlilik yapıla, derim.
Beyin gür kaşları önce çatılır…
Yüzü asılır gibi olur sonra gülümser.
İhtiyar Meclisi’nin kocaları da,
Bir birinin yüzüne baktıktan sonra,
“Söyle Beyoğlu, o şartın nedir?
Diye, sorarlar…”
Herkes merak içinde beklemektedir.
Beyoğlu başını dikleştirip,
Ciddi bir duruşa geçip konuşur;
“Öncelikle benim seçeceğim,
Arayıp bulacağım bir bayan olmalı.”
Kocalar tekrar birbirinin yüzüne bakarlar.
Hafifçe başlarını ”Evet ” anlamında
Önlerine doğru sallarlar.
Ve Bey’in yüzüne bakarlar…
Bey, kısa bir süre düşünür.
“Tabii evlat bu izdivaç, evlilik
Senin iznine bağlı ise,
Senin geçinmen öncelikli ise,
Elbette, seçme hakkı da senindir…
Ne zaman dilersen,
Yanına, kimleri almayı istersen,
Kaç kişi gideceksen,
Nerelere gidip gezecek,
Arayıp inceleyeceksen,
Serbestsin, karar senin…
Senin beğendiğin, seçtiğin
Bu olsun dediğin, kişi olacaktır.
İşte kocalar da şahit, Allah da…
Dilediğince olsun,
Yalnız iyi düşün,
Bunun dönüşü yok, “ dedi.
Beyoğlu içinden seviniyordu.
Sonunda amacı gerçek oluyordu…
“Tamam, Bey babam, kabul
Yarından tezi yok arayacak,
Sana layık olanı seçeceğim,
İçin rahat olsun…” cevabını verir.
İhtiyar Meclisi de aynı kararı onaylar.
Beyoğlu’nun getireceği gelin,
Obanın Bey Anne’si olacak,
Baş tacı yapılacaktır…
Beyoğlu, yanındaki bayan, erkek
Beş-on kadar atlı ile her gün,
Köy köy, yayla yayla, kent kent
Dağ, taş demeyip arayışa başlar…
Aradan uzunca bir süre geçer,
Tam umutlar kesileceği sırada,
Müjdeli haber gelir bir gün.
Bey Anası adayı, Obanın Ana’sı
Bey hanımı, Hanım Ağa bulunmuştur…
Tüm kabilelere, obalara, köylere
Kentlere, yaylalara ulaklar salınır.
Toklu düğünler kurulur, Toy başlar.
Töngler dövülür, mızıkalar çalınır
Kırk gün, kırk gece misali
Eğlenceler, yarışlar, düğünler yapılır.
Koyunlar, sığırlar, develer kesilir
Hatta Kazak misafirler için taylar kesilir
Kımız rakıları su gibi akar.
Er meydanında koç yiğitler güreşir,
Yarışır, boy ölçüşür…
Ve de tüm maharetler sergilenir.
Bu aşiret, aşiret olalı
Oba kuruldu kurulalı
Böylesi toy, böylesi şenlik görülmemiştir.
Gelin gelir atlar üstünde Bey Anası kabileye.
Yer, gök inler gümbür gümbür…
Mermiler yakılır sayısız.
Yemekler, tatlılar, mamrıslar
Çerkez tavukları sofraları süsler.
İçen içer, coşan coşar, yarışan yarışır
Gerdek olur, zaman geçer…
Bey Anası, kabileye karışır.
Güzelliği dillere destandır…
Bir güzel de, bey Otağına yakışır.
Gün geçer, devran döner,
Yıllar yılları kovalar.
Beyoğlu, yiğit mi yiğit olur…
Büyür gelişir, on dokuz, yirmisine dayanır.
Obaya da bir güzel yakışır,
Yiğitliği, mertliği tüm obalara,
Yaylalara, köylere, kentlere yayılır.
Her yerde ondan söz edilir, olur
Bey Anası’nın niyeti bozuk, yüreği yara
Gözü vardır genç Beyoğlu’nda…
Geldiği günden beri takmıştır aklına,
“Beyoğlu da, Beyoğlu” der, durur.
Gönül buya ota değil, çöpe konar,
Beyoğlu, sezmiştir ondaki hali…
“Yaa Sabır…” çekip, bekler durur.
Esme, çakır gözlü,
Kıçı yere yakın Bey Anası
Gözü dikmiştir genç oğlana…
Hayallerinde onunla,
Yatıp, kalkar olmuştur.
Her yerde onun adını,
Güzelliğini, yiğitliğini
Sayıklar, durur olmuştur.
Zaman zaman Beyoğlu’nu sıkıştırıp,
Bu isteğini söyler olmuştur.
Beyoğlu: “ Olmaz öyle şey, yanlış
Sen anam yerindesin, anamsın
Doğru değil, bize yakışmaz…”dese de,
Bey karısı söz dinlemez, ısrar eder.
Öte yandan da Beyoğlu’nu suçlar durur.
İftira üstüne iftiralar sıralar,
Kabile içinde de dedikodu yayar…
Bu çirkin olay kabileden taşar,
Çevre kabilelere, köylere, kentlere
Obalara akar gider, duyulur…
Herkes merak eder, aslı bilinmez
Yüz kızartıcı olayın sonu ne olur,
Bir meraklı bekleyiştir yaşanan.
Beyoğlu utancından içine kapanır
Ne Bey babasına, ne de ihtiyarlara
İşin aslını söyleyemez, utanır.
Bey Ana’yı da, Bey babayı da kırmak,
Suçlamak, lekelemek istemez.
Bir süre bu sıkıntılı bekleyiş sürer
Bey bakar ki, iş kötüye gider
Toplar yaşlılar meclisini fikir sorar.
“Ey kocalar, sizler büyüklerimsiniz.
Bu kabilenin, obanın atalarısınız,
Başa gelen bu musibetin sonu ne ola?
Sizce; cevabı, cezası nasıl verile” der?
Öte yandan ise iş, çığırından çıkmak üzeredir.
Bey karısı Beyoğlu’nu daha da taciz eder…
Beyoğlu “ Hayır “ dedikçe, ısrar eder
Sıkıştırır, rahat, huzur bırakmaz…
“ Ben senin için geldim, yaşıl moruk
Kocamış babanı ne yapayım?
Bey sana vurgunum yiğidim,
Ben sana yangınım…
Yoksa kabul eder miydim?
Genç ve güzelliğimi,
Bir kocamışa heba eder miydim? ”
Derde, başka bir şey demez…
İşler, karmaşık olmuştur,
İç içe girip karışmıştır.
Arap saçına dönmüştür…
Herkes düşünceli,
Herkes şaşkın,
İhtiyarlar Meclisi’nin kararını
Beyin emrini bekler olmuştur…
İhtiyarlar Meclisi Bey oğlunu,
Beylerini ve Bey Ana’yı
Huzurlarına çağırır.
Olayı onların ağzından dinlerler.
Sonunda bir karara varırlar;
“Bu işte Beyoğlu’nun bir günahı,
Bir suçu yok gibi görünür,
Her ne kadar Bey eşi suçlu da olsa,
Adalet iki tarafı da suçlu sayar.
Bey eşi gençtir, güzeldir, ihtiraslıdır
Zaten başından beri Beyoğlu’na tutkun,
Onun için Bey’le evlendiğini söyler…
Yani, suçunu kabul eder.
Amma gönüldür bu, sevdadır
Gönlün düştüğü yerde ceza yoktur,
Bu dava, ihtiyarlar Meclisi’ni aşar…
Varsın Bey, kendi kararını kendi versin”
Hükmünü verirler.
Beyoğlu mahcup ve üzgün
Bey eşi sevinçli ve umutludur.
Bey’se sonuçtan endişeli, kararsız
Çaresiz kalırlar…
Dedikodu gizli gizli her yere yayılmış
Sedası ayyuka çıkmıştır.
Bey’inde, eşinin de, Beyoğlu’nun da
Ardından gezen fısıltılar,
Uzaklardan duyulur olmuştur.
Bu şartlar içinde bir süre geçer
Bey evini de, yatağını da ayırmış,
Eşinin yanına gelmez olmuştur.
Beyoğlu ile Bey’in de arası açılmış,
Araya soğuk rüzgarlar girmiş,
Baba evlat arasında
Buz dağları, buzullar oluşmuştur.
Görüşmez olmuş,
Birinin olduğu yere
Diğeri gitmez olmuştur.
Bir gün Bey kocaları toplar,
Bir karar vermiştir bu olay için…
Kararını kocalarla paylaşır.
Kocalar da; “ Uygundur, muaffıktır.” Derler.
Sıra, kararın uygulanmasına gelir.
Bey; eşinin de, Beyoğlu’nun da bilmediği
Gitmediği bir beldede,
İki yolun birleştiği yerde kazdırdığı,
Çok büyük bir çukur içinde,
Kocaman bir ateş yakılacaktır.
Bey eşi de, Beyoğlu da
Bundan habersiz olacaktır.
Bu iki yolun birinden Bey eşi,
Diğer yoldan da Beyoğlu gidecek,
Yollarda eğlenilmeyecek,
İkisi de ateş çukuruna varınca,
“Beyin emri yerine geldi mi? “diye,
Askerlere soracaktır…
İşin bilinen tarafı budur.
Bilinmeyen diğer tarafı ise,
Ateş çukuruna ilk varan,
Kim olursa olsun,
Askerler tarafından tutulup,
İçine atılacaktır…
İkinci giden kurtulmuş olacaktır.
Fakat bunu Bey eşi de,
Beyoğlu da bilmezler…
Söylenmemiştir.
Cezanın püf noktası da oradadır.
Çünkü ceza Tanrı’ya bırakılmıştır.
Suçlu kimse Tanrı tarafından cezalanacak,
Hükmü kendiliğinden infaz edilecektir…
Emir yerine getirilir.
İki yolun ortasına
Kocaman bir çukur kazılır,
İçine de sürekli ateş yakılır.
Çukur, cehennem çukuruna döner.
İlk gelen kim olacak diye,
Beklenmeye başlanır…
Beyoğlu bir yönden,
Bey eşi de, öteki yönden,
Yola çıkarlar yarışırcasına.
Merakla, birbirinden habersiz
Yol almaya başlarlar…
Askerler de, ilk gelecek olanı merak ederler,
Zaman su gibi akmaya başlar,
Çukurun ateşi hiç kesilmez.
Yanar da yanar,
Beyaz akkora dönüşür kenarları,
Bey hanımı heyecanla, hızla
Yol almakta olsun…
Beyoğlu da yol almaktadır,
Gide gide yolu bir vadiye çıkar.
Vadinin ortasında, yolun kenarında
Şatoya benzer bir ev görür.
Merak edip içeriye girer…
Şato gibi evin büyük salonunda,
Dünya güzeli bir genç kadın,
Yas tutar ağlar, dövünür
Önünde bir kaplumbağa,
Etrafında da kurumuş, çürümüş
İnsan iskeletleri, kuru kafalar vardır.
Gördüklerine şaşırır Beyoğlu…
Güzel kadına yaklaşıp sorar;
“ Nedir bu halin?
Niçin dövünür, ağlarsın?
Bu kuru kafaları ne yaparsın? ” der.
Güzel genç kadın hem ağlar, hem söyler;
“Ah beyim; ne sen sor, ne ben söyleyeyim,
Ben çok talihsiz bir köleyim,
Bu kaplumbağaya beni verdiler,
Bu senin kocandır dediler,
Ömrümü, güzelliğimi ona sattılar.
Bu senin kocandır, kölesi ol” dediler.
“Ben dövünmeyeyim, ben ağlamayayım
Ben ağıt yakmayayım da, ne yapayım” der.
Beyoğlu’nun aklına, ihtiyarın söylediği
Üç öğütten, üç doğru sözden ikincisi gelir.
“Kadının yanında kocasını kötüleme”
Sözünü hatırlar, toparlanır.
Başlar kadına nasihat etmeye,
“Üzülme bacım, üzülme sen
Belki bu senin yazgındır
Belki Tanrı, seni sınamaktadır…
Belki, bunda da bir hayır vardır.
Sabret bacım, sen sabret…” der.
O anda o kaplumbağa titrer doğrulur,
Elinde yalın kılıçlı, yağız bir yiğit olur.
Elindeki yalın kılıcı beline sokarken,
“Doğru bir iş yaptın Beyoğlu,
Bunlar hep beni kötülediler,
Ve kafalarını vücutlarından ayırdım.
Tam elli yıldır burada bu sınav sürer,
Her gelen yanlış yaptı, öldü..
Sende kötüleseydin eğer, akıbetin aynı,
Başın gövdenden ayrılmış olacaktı…
Bu işin bir de ödülü vardı, sen kazandın
Bu kadının da sınavı bitti, artık hür…
Onu sen kurtardın, yaşamı sana bağlı
Dilersen onu da Beybabana eş yap…
Amma önce yarım olan eşini tamamla
Onu merak etme…
Vaktinde orada olacak,
Hadi var git, yolun açık ola…
Henüz sınavın bitmedi der” der.
Beyoğlu, şaşkın şaşkın yoluna döner,
Kaldığı yerden devam eder,
Altındaki yağız Karatay’ı terlemiş,
Sırılsıklam sular süzülmektedir.
Kara yaldız gibi olan vücudundan
Ak ak köpük olup akmaktadır terleri.
Beyoğlu bir hayli daha yol alır,
Artık kendi de, atı da çok yorulmuştur.
Halsiz düşmüşlerdir…
Fakat bir an evvel menzile varmak,
“Beyin emri yerine geldi mi…” diye?
Askerlere sormak istiyor,
Beyin emrinin ne olduğunu da,
Merak ediyordu… (Devam edecek)
Öğlen vakti geçmiş,
Güneş dağlardan yöne devrilmiş,
İlkindi vakti yaklaşmıştı.
Artık atında da,
Kendinde de güç kalmamıştı.
Mutlaka bir yerde durup,
Soluklanmalı, mola vermeliydiler…
Derken, karşılarına vadinin sonunda,
Onları, bir karpuz tarlası karşıladı.
İnsan kellesinden büyük,
Karpuzlar, kavunlar
Gelip geçenlere sanki;
“Buraya gel, buraya gel…” diyorlardı.
Bostanda ise yaşlı bir zat,
Tarlanın kapısına bir sebil yapmış,
Gelen geçene su, ayran, karpuz ve kavun
Türlü yiyecekler sunuyor,
Yedirip içirmeden
Gitmelerine izin vermiyordu.
O zat hemen Beyoğlu’nun
Önünü kesti, atının dizginlerini tuttu.
“Dur yiğidim, soluklan biraz…
Bu telaşın, acelen nedir?
Gel hele, kon şuracığa,
Hem atını, hem kendini dinlendir.
Bak hayvanın kan ter içinde,
Sen de öyle, vebale girme…
Gel, ikramımızı kabul et ”der.
Beyoğlu tüm ısrarlara rağmen,
İkramı alıp, eğlenmek istemez.
Ama yaşlı zat; “ Allah rızası için gel,
Ha beş dakika önce, ha sonra” deyince
Yine öğütçü koca adamı,
Onun üçüncü öğüdünü hatırlar.
“ Allah rızası için denilen isteği çevirme,
Senin için hayır vardır” sözünü anımsar.
“Pekiyi beyim, beş dakika mola…” der.
Suyunu, ayranını içer… Karpuz, kavun yer.
Hayvanını da dinlendirip, terini kurutarak sular.
Derken o beş dakika, yarım saati geçer…
Kocamış bostancının sohbeti hoştur.
Ayrılamaz kısa zamanda…
Bir farkına varır ki geç olmuş,
Zaman bu kez ilkindiyi geçmiştir.
Telaşla izin alıp, bostancıyla vedalaşır.
Doludizgin, dörtnala yoluna devam eder.
Bir hayli zaman geçer…
Bakar ki ateş çukuru,
Cayır cayır yanıyor.
Yanına varınca sorar askerlere;
“ Beyin emri, yerine geldi mi? ” der.
Askerler hep bir ağızdan;
“Geldi beyim, geldi.
Senden az önce Bey eşi geldi,
İnfazı yapıldı, emir yerine geldi” derler.
Beyoğlu, şaşkın şaşkın bakakalır çukura.
“Bu çukur nedir, nedendir?
Beyin emri nedir, niçindir? “
Sorularını sorunca askerler,
Babasının emrini, kararını,
Bir bir Beyoğlu’na anlatırlar.
Tüm bu olaylar sonucunda,
Beyoğlu, öğütçü kocanın,
Üç doğrusunu tartmış,
Tecrübe ile öğrenmiş olur.
Doğruların değişmeyeceğini,
Dünya durdukça Hakkın Adaleti’nin,
Tecelli edeceğini anlamış olur.
Askerlerle köye, obalarına dönünce,
Kocalar Meclisi, Babası ve Kurtardığı kadını,
Onları bekler bulular…
Beyoğlu babasının boynuna atılır, kucaklaşırlar.
İhtiyar Meclisi kocalarının tek tek ellerini öper.
Lala anne öne çıkıp konuşur,
“Beyler, kocalar bu bayan bana emanet edilmiştir
Beyoğlu’muzun kurtardığı cariyedir,
Yalın kılıçlı bir yiğit Beyoğlu’na getirmiştir.
Önünüzde Beyoğlu’muza teslim ediyorum, der.
Beyoğlu genç bayanın elinden tutarak,
Otuz beş - kırk yaşlarında gösteren bayanı,
Beybabasının yanına götürerek,
Bayanın elini, babasının elinin üstüne koyup,
Yaşlılara döner; “ Ey Atalar, ey kocalar,
Ey obamın aziz halkı, herkes duysun ki,
Ve dahi Ulu Rabbim şahit olsun derim ki,
Bu bayan şuandan tezi yok benim anam,
Obamın, kabilemin Bey anasıdır…
Allah mesut bahtiyar ede, başımızın tacı edile, der.
Yine her yere ulaklar, haberciler salınır,
Kırk gün kırk gece düğün, toy kurulur
Destanımız da burada son bulur.

Suat Tutak
Kayıt Tarihi : 21.9.2008 04:06:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Suat Tutak