TÜTÜN TARLASI
Nazilli basmasından allı güllü şalvarı, üzerindeki uzun kollu bluzu ve başına bağladığı oyalı yemenisi ile köylü kızından farkı yoktu. Henüz on iki yaşını doldurmamış, ortaokul 2. sınıfa geçmişti. Yaz tatilinde tütün tarlasına göçtüler. Tütün işini iyi biliyordu. Çocukluğundan beri ailece bu işte çalışmışlardı.
Kolay değildi tütün tarlasında çalışmak. Sabahın seherinde ve akşamın serinliğinde tütünler kırılır, keletirlere doldurulur, gün boyunca uzun tütün iğnelerine dizilir, kargılara sağılır, kurumaları için tel askıların olduğu kırmandalıya asılırdı. Tütünlerin dizimi ve kargıların asımı erken bitirilsin diye can atardı herkes. Sabah, öğlen ve akşam yemekleri dışında hep çalışırlardı. Dinlenmek için fırsatları kollardı her biri. Sözün kısası; gün doğumundan gün batımına çalışılırdı ailece.
Otlardan yapılmış tek odalı bir çardaktı evleri. Yatmak, tütün dizmek ve yaşam adına ne varsa bu odacıkta yapılırdı. Kapısız, penceresiz bir tarla evi işte! Geceleri, yatmadan önce bir örtü ile açık yerler kapatılırdı. Çardağın dışında uygun bir yerde annesinin topraktan yaptığı bir ocak vardı. Tam ortasında da üç ayaklı sacayağı. Üzerinde yemek pişirilen toprak tencerenin ya da börek pişirilen saçların konduğu demirden yapılmış bir alet. Annesinden yemek pişirmeyi, ocak yakmasını çoktan öğrenmişti. Çünkü annesi ona sık sık; «Yaptığın banaysa, öğrendiğin kendine yavrum.» derdi.
Babası seyyar satıcıydı. Önceleri kavrulmuş yer fıstığı satıyordu. Onun tek işi, eve ekmek parası getirmekti. Aniden küçük kız kardeşi ağır hastalandı. Anne ile babası Kuşadası’na doktora götürdüler kardeşini. Uzun zaman gelemeyeceklerdi. Nasıl olsa ağabeyi yetişkindi. İki kardeş tarlada kalabilirlerdi. Anacığı; kara kaşlı, üzüm gözlü, çalışkan kızını gözü arkada olmadan bırakıp gitmişti. Mecburdu. Başka da çaresi yoktu ki! Oğlunun geceleri çardağa gelmediğini bilemezdi. Oysa delikanlı, yakışıklı oğlu, geceleri sevgili peşinde dolanırdı. Babası ise haftada bir iki kez uğrar, bolca yiyecek getirirdi. İçme suyunu da bahçelerdeki kuyulardan doldurup getiriyordu ağabeyi. İki adet su testileri vardı.
Geceler geçmek bilmiyordu. Karanlık basar basmaz korkuları da depreşiyordu küçük kızın. Yapayalnız olmak ne kadar da zordu! Çaresizdi ama. Yorganı başının üstüne çekiyor, altında iki büklüm kıvrılıyordu. Bildiği duaları okuyarak, sabahın olmasını bekliyordu. Biliyordu, seherde yine güneş doğacaktı.
Düşündü küçük kız:
Daha dostum eller ile gezer mi?
Solmuş derler gül benzinin iziği,
Daha dostum eskisinden güzel mi?
O ne dedi, sen ne dedin varıncak?