Anadolu şairlerinin piri Homeros, İlyada ve Odisea’da Troia’dan (Troya veya Truva) İda’ya kadar olan Kuzey Ege sahil şeridini, bu bölgede yaşananları efsaneleştirerek anlatır. 9 yıl süren Troia Savaşları’nın, İda Dağı’nda yapılan güzellik yarışmalarının, Homeros’un doyulmaz tatta anlattığı efsanelerin geçtiği bu bölge, her gidişimde yepyeni heyecanlar duyduğum, keşiflere keşif eklediğim gezilesi yerlerdir.
Çanakkale’de müthiş bir duygu sağanağının altına girmek, buralar hakkında birşeyler okuyan, bilen ve yolu düşen her ölümlünün yaşadığı bir ürpertidir sanıyorum. Geçtiğiniz yollarda dağ, tepe aşarken gözünüz hep bir yerlere kayıyor. Tabyalar, siperler, kaleler, kitabeler, destanlar... Sanki her taşın, her ağacın arkasından, elinde geniş ağızlı kılıcıyla ya bir eski Yunanlı ya da ucu süngülü mavzeriyle bir Anzak askeri çıkıverecek karşınıza. Sağa sola bakınırken bir el omzunuza dokunup “Ben Homeros’um; gel gezdireyim seni” diyerek, elinizden tutacak. Gösterişli giysisiyle bir Akha kumandanı: “Gel gir şu ata, Troia’yı alalım; sana da ganimet var” diyecek. Bir başka ses çınlayıverecek kulaklarında: “Yaaaaat! Şarapnel geliyooor! ”
Bilmem, buralarda gezip dolaşanlar bunu benim kadar hissetmişler midir? Fakat Homeros’un İlyada ve Odisea’sına burnunuzu gömüp de, “Şimdi oralarda olmak vardı” demişseniz, bu duygular en az benim kadar sizin de yüreğinizi kanatlandırmıştır.
Çanakkale’den çıkıp, İzmir yönüne doğru yol almaya başladığınızdan yaklaşık 25 kilometre sonra, Troia tabelası sizi sağa döndürüyor. Küçük ve sessiz bir Ege köyünün kıyısından geçip, efsaneler şehrinin kalıntılarına ulaşıyorsunuz. İyi korunmuş bir park alanı içinde binlerce yılın kat kat, üst üste durduğu bu şehir kalıntısına Homeros’u dinlemeyenler nasıl bakar bilmem ama ben, her kerpiçin, her taşın altında neler yattığını öğrenmek istercesine saatlerce gezdim bu destansı şehrin harabelerini.
Antik çağ ruhunun temellerini atan insanların başında gelen Homeros, yaşadığı M.Ö. 8. yüzyılda, inanılmazı başarmış ve bugüne kadar gelen destanları yaratmış. Belki de Homeros’suz ne Troia, ne Akilleus varolabilecekti. Homeros’a “İnsanlığın Tanıdığı En Büyük Şair” desek, kimin itirazı olabilir ki?
Bugün Troia Savaşları, Homeros’un İlyada’daki anlatımı sayesinde bu denli yaygın olarak bilinmektedir. Destana göre, yıllarca süren savaşın sonunda, Akhalar bir yandan gemilerinin yelkenlerini açıp, gidiyor gibi yaparken, öte yandan içine cesur askerlerini saklayacakları tahta bir at yaparlar. Laokoon’un tüm uyarılarına rağmen, Troialılar atı, tanrıça Atena’ya adak olarak sunmak üzere şehrin surları içine alırlar. Gece karanlık bastığında, atın içine gizlenen savaşçılar çıkarak, gidiyor gibi görünen Akha filosuna işaret vererek şehir kapılarını açarlar. Akhalar 9 yıl süren savaştan sonra, emellerine ulaşır ve bu hileyle Troia’yı alırlar.
Troia’yada o tarihi olayı yaşatmak adına, dev bir tahta at yapılmış. 1975 yılında İzzet Senemoğlu tarafından yapılan at, bu bölgenin korunmasına sponsorsuk desteği veren Daimler-Chrysler’in katkısıyla sapasağlam ayakta duruyor.
Troia’nın bir de yakın tarihi var. W Dörpfeld tarafından başlatılan ilk sistemli kazıları, 1923-1938 yılları arasında Prof. Carl Blege’nin çalışmaları izler. Blege’nin kazıları sonucu ortaya çıkan stratigrafiye göre M.Ö. 3000 ile M.Ö. 400 yılları arasında Troia’da 9 tabaka halinde yerleşim merkezlerinin mevcut olduğu tesbit edilmiş. Bugün görülen kalıntılar çoğunlukla kentin 9. tabakasına yani M.Ö. 350-400 yıllarına ait. Roma devri Athena tapınağı ve tiyatro bunlardan bazısı.
Troia’dan ayrılıp, yine E87 yoluyla izmire doğru yaklaşık 5 kilometre yol aldıktan sonra tekrar sağa giden bir yola sapıyorum. Geyikli üzerinden Büyük İskender’in komutanlarından Antigonos’un yazlığı denilebilecek yere, Dalyan’daki Alexandria Troas’a ulaşıyorum.
Alexandria Troas, Antigonos tarafından M.Ö. 310 yılında kurulmuş. Ancak İskender’in ölümünden sonra, Trakya Kralı Lysimachos tarafından çevre halklarının buraya getirilmesiyle büyümüş ve adı Alexandria Troas olmuş. Şehir bir deprem sonucu büyük ölçüde yıkılmış ve yapı elemanları başka yerlerde yapılan inşaatlar için kullanılmış. Bugünkü kalıntılardan tiyatro, saray, dor düzenindeki mabet ve nekropol alanları, şehrin batısındaki liman ve şehri çevreleyen surların bir kısmı, görülmeye değer yerler olarak ayakta duruyor. Yapılan bilimsel araştırmalara göre Alexandria Troas’ın bulunduğu bölgenin güneşin en yararlı olduğu ender yerlerden biri olduğu tespit edilmiş.
Yine aynı güzergahtan devam ettiğimde kısa bir süre sonra Kestanbol Kaplıcaları’na varıyorum. Kaplıca Müdürü, buranın Troas antik kentinin hamamları olabileceğini söylüyor. Bir faydan sızarak yeryüzüne çıkan yüksek radyoaktiviteli termal suyun sıcaklığı 67-68 dereceyi buluyor. Tarihi kaplıcanın üzerine 150 yataklı bir otel de inşa edilmiş. Müdür, kaplıca suyunun romatizmal rahatsızlıklara, siyatiğe, kireçlenmeye ve kısırlığa iyi geldiğini söylüyor.
Yoluma devam ettiğimde uzun zamandır gördüğüm Apollon Smintheion tabelasını takip ediyorum. Yolun sağı solu tuz içinde. Kırmızı, siyah, kütlelerinin arasından tuzlar sızıyor. Burası Tuzla... Bir başka kaplıca bölgesi. Kestanbol kadar gelişmiş olmasa da ziyaretçisi eksik olmuyor.
Tuzla’yı geçip, dar sokaklarıyla eski bir kenti hatırlatan Gülpınar’a ulaşıyorum. İşte Apollon Smintheion tabelası ve bu sefer dar bir sokaktan bahçe araları gösteriyor. Bahçe aralarında, yanında birkaç basamakla inilen gürül gürül bir çeşmenin aktığı Apollon Tapınağı’na ulaşıyorum.
Bekçi, kendisine verilen görevin hazzıyla ve bu ıssız yerde ötecek tek borunun onunki olduğunu bilmenin verdiği gazla karizmasını konuşturmak istiyor. “Oraya dokunma, ordan geçme” diye buyruklar savuruyor. Biraz uysallık gösterisi, biraz peygamber sabrı ve biraz da uyanıklıkla bu işin içinden de çıkmayı beceriyorum.
Smintheion Kutsal Alanı’ndaki Apollon Tapınağı Helenistik döneme tarihleniyor. Halen kazı çalışmaları sürdürülen yerden elde edilen bulgular, tapınak kalıntısının hemen yanında, eski bir zeytinyağı mengenesi olduğunu öğrendiğim taş bir yapıda sergileniyor. Yalnız, güvenlik gereği, sadece kazı çalışmalarının yapıldığı Haziran-Ağustos arasında bu yapının kapılarının açıldığını öğreniyorum. Tapınağın yakın zamanda bütün görkemiyle yeniden yükselmesi için çalışmalar sürdürülüyor.
Akşam gittikçe yaklaşıyor. Günbatımını Assos’ta karşılamak için var gücümle altımdaki arabanın gaz pedalına yükleniyorum. Fakat yolda rastladığım, ineği ile muhabbet eden Recep Amca ile bir iki satır lakırtı etmeden yola devam etmek gelmiyor içimden.
Bademlik köyünü geçip, Behramkale’ye hızla yaklaşıyorum. İşte Behramkale... Antik adıyla Assos... Gün iyice batmaya yüz tuttu. Aracı park edebileceğim bir yer bulmakta zorlandıkça sinirlerim geriliyor. Eğer günbatımını kaçırırsam, 24 saat burada beklemem ya da ertesi günün gündüzünü başka yerlerde dolaşarak geçirmem ve akşamına buraya dönmem gerekecek. Bu da bir gezgin için sıkıntı demektir.
Sonunda aracı park edecek yeri buldum ve yokuş yukarı koşarcasına tırmanmaya başladım. Benimle birlikte, belki de aynı amaç için var güçlerini kullanan onlarca insanın da tırmanmaya çalıştığını görüyorum. Çünkü herkesin fotoğraflarda gördüğü Assos, sütunların arasından batan güneşin hüzmeleriydi.
Hava müthiş rüzgarlı. Hanımlar hesap etmeden giydikleri kısacık eteklerini elleriyle bacaklarına yapıştırmaya uğraşıyorlar. Hiç kuşkusuz çok da üşüyorlar. Ben de tıpkı onlar gibi buranın bu kadar rüzgarlı olacağını hesap etmeden ve üzerime uygun birşey almadan çıktığım için üşüyorum. Geri dönemem. Assos’ta günbatımı tutkum, üşümeyi unutturuyor. Saçlarımın savrulmasına engel olsun diye kafama giydiğim kep, arkasından yetişemeyeceğim bir hızla, ulaşamayacağım bir uzaklığa uçuyor.
İşte o muhteşem görüntü... Buraya gelip de günbatımını çekmemiş çok az fotoğrafçı vardır sanıyorum. Batı, Kuzeybatı, Güneybatı... Bir yanı batı olan ne yana dönerseniz dönün o muhteşem görüntüyü objektifinizle filminize aktarabilirsiniz.
M.Ö. 400 yıllarında, Midilli adasından gelen Aioller tarafından kurulan ve daha sonra Pers ve Lidya egemenliğine girmiş olan Assos, 5. yüzyılda Atina Birliği’ne katılmış. Bir süre sonra kent özelleştirilmiş ve banker Euboulos’un yönetimine geçmiş. Kentin sonraki sahibi de bankerin mirasçısı olan azatlı köle, hadım Hermias olmuş.
Filozof Platon’un (Eflatun) öğrencisi olan Hermias, mantık biliminin babası sayılan Aristotales’i Assos’a davet eder. İlk felsefe okulunu burada açan Aristotales, 3 yıl Assos’ta kalarak felsefe ve mantık dersleri verir.
Assos’un hikayesine buradan başlamamın nedeni sadece bu büyülü tepenin tarihe yansıyan izdüşümü değil elbette. Dingin, telaşsız, kalabalıktan uzak, bu tatil beldesinde, bir akşam günbatımında Athena sütunlarının altında ya da bir sabah uyandığınızda antik iskelenin ucunda kendinizi düşüncelere dalıp gitmiş olarak bulursanız, nedenini içinizde depreşen bunalımlarınız sanmayın sakın. Bunun kabahatini arayacaksanız da, sizden tam ikibin küsur yıl önce burada, felsefenin ve mantığın birbiriyle çarpıştığı bu yerde yaşamış filozoflarda arayın. Ben ilk kez buraya kaçış hikayemi hatırlıyorum da, başımda tarifsiz bir sevda ve paylaşmayı istemediğim yalnızlığımla gelmiştim. Sanırım buraya gelenlerin birçoğu, yeni bir sevdaya tutulanlar veya eskimeyen sevdalarını her gün yenileyerek yaşayanlar olmalı.
Mesut BıyıkKayıt Tarihi : 26.11.2007 17:58:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Dergilerde yayınlanan yazılardan.

'Ş'
TÜM YORUMLAR (1)