Leyla’yla mutat ‘hayat ve memleket sorunlarını değerlendirme’ konuşmaları yapıp, “nasıl sancılı, yorgun bir ülke burası” diye iç geçirirken haliyle söylenmeye başladım: “İnsanlara sıradan bir pazar günü bir gazetenin kültür-sanat sayfasında edebiyattan, sanattan, müzikten, felsefeden, sinemadan, resimden bahsetmek tuhaf mı olur acaba, diye düşünmeyeceğim bir yerde yaşamak istiyorum galiba.” Sonra bir an cazip gelen o fikre de pek bayılmadım. Neden kaçıp gitmem gerekiyor. Evet, her güne nedensiz ölümlerin içimi yakan berbat acısıyla başlamak istemiyorum. Yaşadığım bu ülkenin tekinsiz ortamı beni de herkes gibi fena halde üzüyor, hırpalıyor ama gitmek istemiyorum. Her türlü acıyı siyasetin arkasına saklanarak çoğaltanlara, “Tam da sizin yüzünüzden bir yere gitmek istemiyorum. Ben bu coğrafyanın, bu kültürün, bu toplumun, bu tarihin beğendiğim ve bazen hiç beğenmediğim yanlarıyla bir parçasıyım. Burada kendime benzemeyenlerle birlikte yaşayabilmeyi hayal ediyorum mümkünse” demek istiyorum. İnsan her daim böyle sağlam ve kararlı duramıyor tabii. Malum, yine o en zalim haftalardan birisini yaşadık...
Yazmayı planladığım her sözcüğün karşılığı acının ve öfkenin yanında eksilecek gibi geldi bana. Sipariş ettiğim kitap paketini açarken gözüm televizyondaki şiddet ve cenaze görüntülerindeydi. Sokaklarda taşlarla, sopalarla, silahlarla koştururken basit bir hayat tasavvuruna bile sahip olamadan ölümün koynuna girmeye hazır görünen çocukların, içlerinde saatli bir bomba gibi taşıdıkları çarpıtılmış aidiyet duygusuyla nasıl ‘hiçleştiklerini’ düşündüm. Bilmiyorum, belki sadece tanık olduğum şiddet değil, o paketin içinden çıkan bir kitap da ‘aidiyetsizliğin’ manasını hatırlamama sebep olmuştur.
Özgürleşmekten korkmak...
Torunlar daha evvel dünyanın farklı ülkelerinde de ilgi gören Anneannem kitabını yazarı Fethiye Çetin’in Ayşe Gül Altınay’la birlikte hazırladığı bir kitap. Kapak yazısı, “1915’te ya da daha öncesinde Müslümanlaştırılarak, asimile edilerek Anadolu’da kalmış Ermeni çocuklarının hikâyelerini, torunlarının ağzından dinleyeceksiniz” diye başlıyor. O sahici iç dökmeleri okurken ürperten, şaşırtan, sarsan, hiç beklemediğiniz bir anda gülümseten, heyecanlandıran, düşündüren hayat hikâyelerinin tanığı oluyorsunuz ama vaat ettikleri yazılanlarla sınırlı değil. Günlerdir yüz yıl evvel yaşanmış o hikâyelerle onları bugüne taşıyan kuşaklar arasındaki derin uçurumu, o uçurum üzerine kurulmuş güvensiz köprüleri, onlara miras bırakılmış utancın, acıların, korkunun sessizliğe nasıl dönüşebildiğini düşünüyorum. Kayıp bir gezgin gibi sisli bir ormanda onlarla birlikte yolumu bulmaya çalışırken aklımda hep aynı soru var: “Aidiyet duygusunu yitirmek bir insanı neden korkunç bir şekilde parçalar? ” Böyle kaotik bir sorunun cevabını burada verebilmek biraz zor belki ama bu parçalanma son tahlilde hakiki manada ‘özgürleşmekten’ delicesine korkmakla ilgili gibi gelir bana hep. O yoksunluğun neden olduğu acının kaynağı çok farklı olsa da –din, dil, ülke, etnik ve siyasi kimlikler, aile, dostlar, değerler, statüler- korku hep aynı karanlık noktada kendisini hatırlatıyor bence; kimliksizlik!
‘Etnik saflık söylemi koca bir yalan’
Kitabı yayına hazırlayanlar, konuştukları torunların farklı tepkilerinden söz ediyorlardı: “Pek çoğu kendilerine, ailelerine dair bir gerçeğin uzun yıllar gizli kalmasından dolayı çok acı çekmişti, hatta öfkeliydi. Ama hepsinin bu yaşananlara tepkisi aynı değildi. Kimisi ailesine dair bu gerçeği öğrendikten sonra kimliğini ve inancını nasıl sorgulamaya başladığını paylaştı bizimle, kimisi kendini ‘özgürleşmiş’ hissettiğini anlattı. Kendini ‘Ermeni’ olarak hissetmeye başlayanlar da vardı aralarında, çok kimlikliliğin güzelliğini vurgulayanlar da, hiçbir kimlik tanımlamasını istemeyenler de...”
Biliyorum, bu satırları okuyan bazılarınız, muhtemelen size çocukluğunuzdan beri öğretilen doğal bir refleksle içinizden “ama sadece onlar değildi acı çeken, kimliksizleştirilen, göçe zorlanan, mağdur edilen, öldürülen, onlar da bize yaptı” gibi bir takım ezberleri tekrar edip kızacaksınız. Bence bazı siyasetçilerin sığ diline pelesenk olan ‘onlar ve biz’ klişesine teslim olmadan önce bu çarpıcı hikâyelere bir göz atın. O hikâyelerin vicdanları harekete geçiren, yaraları saran, gelece dair ümitlendiren, buruk hatıraları yakınlaştıran sihrini gördüğünüzde Fethiye Çetin’in söylediği gibi, ‘etnik saflık’ söyleminin koca bir yalandan ibaret olduğunu fark ediyorsunuz çünkü.
‘Ne Türküm, ne Ermeniyim’
Okuduklarımdan hangilerinin bende daha çok iz bırakacağını bilmiyorum henüz. Aslında yaşanan acılardan ziyade insanların o acıları saklamasının ardındaki utanç duygusunun neden olduğu derin ‘suskunluk’ beni yaraladı galiba. Kendilerini hayatlarının büyük bir bölümünde Müslüman sanan torunların, Ermeni olduklarını öğrendikten sonra korktukları için ‘sırlarını’ paylaşamamaları da yeterince travmatik ama farklı nedenlerle susmak zorunda kalanların yaşadığı dikenli çaresizlik hepsinden daha korkunç bence.
Barış, anneannesinin 1915 tehcirinde sırtına dikiş makinesi konarak hamal gibi kaçırılan bir Ermeni olduğunu 21 yaşında öğrenmiş. “Artık kendimi insan olarak tanımlıyorum. Ne Türküm, ne Ermeniyim ben aslında. O yüzden rahatım” diyor. Deniz, insanları yerinden yurdundan eden sevkiyat memuru dedesinin hayatını kurtardığı Ermeni babaannesinin kocasını gerçekten sevip sevmediğini merak ediyor. Arif Kürt bir din adamı olan dedesiyle evlenen, beş vakit namaz kılan nenesinin Ermeni olduğunu tesadüfen onun nüfus cüzdanına baktığında idrak etmiş. Kendisini torunlarına adayan Sogomin’in ailenin otoriter Kürt Müslüman kadınları tarafından bir hizmetçi gibi kullanılmasının onun ‘dönme’ olma psikolojisine bağlıyor. Mehmet, 12 Eylül sonrasında askere gidince aylarca dayak yemiş. “Sen Türk değilsin” demişler. Anlatıyor: “Dedim, ‘ben Ermeni değilim, Müslümanım öyle bir şey yoktur.’ Bilmediğim için kabul etmedim yani. Bana sordular, ‘Sen sünnet olmuşsun? ’ Dedim, ‘Olmuşum.’ Nasıl kanıtlayacaksın? Affedersiniz, ‘Çocukken olmuşum’ dedim, ‘ben bunun kanıtını size bir şey yapamam.’ Başka türlü anlattım, dayak yedik.” Ermeni olduğu gerçeğini sonradan babaannesini zorlayarak öğrenebilmiş.
Devletin üst kademelerinde görev yapmış birisi Kürtlerle Ermeni kızlarının evlenip 1914’e kadar birarada yaşadığı bir kasabadan bahsediyor. Ermeni babaannesi, bir Kürtle evlenince kendi isteğiyle Müslüman olmuş. Rusların işgaliyle bölgeye Ermenilerin hâkim olacağını duyunca çocuklarını ve kendisini kesecekler diye, Malazgirt’ten kaçıyor yani aslında dininden döndüğü için kendi soyundan çok korkuyor. 1916’daki Ermeni ailelerin göçünden sonra yaşadığı şehre dönüyor ve o çok korktuğu insanlardan kalan arazilerin büyük bir kısmına “bunlar aslında benimdir” diye sahip çıkıyor otoriter babaanne. Bu koşullarda ve sonrasında birbirinin içinde eriyen hayatlarda kimin Ermeni, kimin Türk, kimin Kürt, kimin Müslüman, kimin Hıristiyan olduğunun ne önemi kalıyor? Kitapta anlatılanlar, yer yüzüne ve bu topraklara dağılıp kaybolmuş yüz binlerce hikâyeden sadece birkaç tanesi.
Başbakan’a okuma tavsiyesi...
Malum, Başbakan geçen hafta Amerika’da Ermeni meselesiyle ilgili “Benim ecdadım soykırım yapmaz” demişti. Olanlara ne deneceğine ve bizden sonraki nesiller tarafından nasıl algılanacağına tarih karar verecek. Onun öyle keskin cümleler kurmasına pek şaşırmıyoruz elbet. O bir siyasetçi ama ben Meclis’te insanları ağlatan ‘duygusal’ konuşmalar yaptığına da tanık oldum. Sanırım Dersim katliamında yaşananlar gibi hakiki hayat hikâyeleri son zamanlarda ilgisini çekiyor. Bence bu kitabı da bir okusun. Başbakan olarak değil, mümkünse dinî, siyasi ve etnik kimliklerini iki saat için unutup, bu ülkede yaşayan sıradan bir vatandaş olarak. İsterse okuduktan sonra ne düşündüğünü, ne hissettiğini hiç kimseyle paylaşmasın. Sadece okusun. Ecdadının kimlerden oluştuğu ve tam olarak başlarına neler geldiği onun sandığı ve iddia ettiği kadar basit değil. Bu hayattan geçip giderken var oluşun derin manasını kavrayabilmek biraz daha samimi bir çaba ve niyet gerektiriyor çünkü.
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 5.3.2016 11:47:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!