-Her şey zıddı ile kaim-
Çocukluk yıllarımda sokağımızda bir kadın otururdu. Çapraz karşımızdaydı evi…
Cuma günleri evinden tütsü kokuları gelirdi, Müzekker bir mizacı vardı, modern tabirle eril enerjisi yüksek… Hani övünçle erkek gibi dediklerinden…
Geceleri geç uyur, gündüzleri de hep bir yerlere yetişme gayretinde dünyanın çarkını o çeviriyormuş da; el çekse duracakmış gibi bir havayla sarı saçlarını salardı/ Tütün sarardı.
Makyaj yapmaz, İyi giyinir, kokular sürerdi. Her işe en iyisini kendi bildiğinden emin yetişir, herkes tarafından sevilirdi… Herkes dediğim de onun çevresinde; onu yüzde çeyrek nisbette tanıyan herkes… Eni konu bilinseydi eğer o alacalı ruhu, bence sayısı da azalabilirdi yakınındakilerin…
Bir ben, bir de kulağı kertikli tekir kedi biliyorduk bunu…Biliyorduk dediğim öğrendik(!) Ama ben önceden de yüzüne bakınca gelen tuhaf ürpertiden bunu hissedebiliyordum .
Akıl yanılır kalp yanılmaz ya hani…
...
Kapısının önünde bir gün, çocuk aklı işte, avcumda peynir yedirdiğim kediyi kovalarken öyle bir bakış atmıştı ki bana, offf…
O bakışta zerre bir şevkat emaresi yoktu, olamazdı. Göz kalbin aynasıysa eğer,- ki bu gerçekti- öyle bir kalpte yer bulamazdı, tutunamazdı.
“Kapınızın önünde besle şu geberesiceyi tipsiz ” derken saçılan tükürüklerinin aksine benim boğazım öyle bir kurumuştu ki, boğazıma kadar çıkan kalbimi, korkudan yerini unutup geri yuttum zannederek, korku içinde bir depar...
Topuğu ardıma vura vura, tekir bir yana ben bir yana …
Ama işte insanın mihengi merhametiymiş. Yaş aldıkça iyice anlıyor insan.
Sekiz yaşında bir kız çocuğu ve bir sokak kedisine hangi öfkenin yıktığı enkazı boşaltabilirdi ki insan olan?
-O yıktı-
Biz korktuk!
Yerde hafriyat niyetine bir iki peynir kırıntısı...
Ben o şevkati gözünde göremedim ne o gün ne de daha sonraki günlerde...
Çirkin diyemem, ama güzel olmayan bir şey sezerdim onda…Yoldan geçenin peş peşe iki kere baktığına bile şahit olmuştum bir keresinde, o penceredeydi...Beyaz giyer, yazın omuzlarının ve biraz da gerdanının görünmesini severdi. Bunu hissederdim.
Çünkü konuşurken omuzlarını ya da boynunu kaşıyarak işaret fişeğini fırlatır, karsısındaki gayr-ı ihtiyari işaretlediği yere baktığında ise gözünde bir şey parlardı.
O yaşlarda pek aklım basmadığından medeni durumunu bilmiyorum ama yanında yabancı bir sima gördüğümü anımsayamıyorum, yalnız yaşardı.
Fakat bir kaç kez, penceresindeki çiçekleri suladıktan sonra bir şarkı açıp tellendirdiği sigarasıyla, gözlerini silip burnu çekişini görmüştüm akşam ezanı vakti , bir de yine aynı vaziyette bir sabah okula giderken...
Belli ki içine dert olan anıları vardı.
Buraya dek biraz olsun, havsalada zatına dair bir portre çizilmiştir sanıyorum, böyle biriydi işte…
İsminini yazmayacağım zira hem önemi yok hem de mizacına zıt müennes bir isimdiı; Karakediye Rengin ismi koymuş gibi zıt bir isim yani.
Hayattaysa Allah selamet versin ,değilse rahmet etsin.
Ama başka bir isim koydum ben ona, cuk oturan /aklimda bu İsmiyle müsemma..!
Çünkü hafızama çivilediğim merhametsiz yanına yoldaş bir de başka yanı vardı...Çocuk aklıyla tanımlayamadığım ama ortadan ikiye ayrılmış mıknatısın asla bir araya gelemeyişi gibi beni iten yoğun, menfi ve kuvvetli bir yanı...
Allah var; dedim ya eli yüzü temizdi; en nihayetinde her şeyi güzel yaratan Allah onu da yaratmıştı.
Sureti, -has cevherden anlamayanın- gözlerini kamaştırıyor bile olabilirdi.
Hani uzun tırnakları beton duvara sürtünce çıkan o sinir bükücü ses tesiriyle; bol şekerli çayı karıştıran kaşığın bardağa içerden vura vura zulmettiği gibi;
orta kulakta patlayan muttasıl ve cingilli sesini, beyinde çınlatarak konuşmaya başlayana dek tatlı bile sayılabilirdi
Allah affetsin, dul idiyse bunun muhakkak bir payesi olmalıydı...
Kıl testere gibi işleyen, tiz sesinin aksine, konuşurken bir de -bas perdeden kontralto bir kibir- çarpıyordu nefesiyle insanın yüzüne.
Ki antrparantez, kibir ne kadar ince ünlü harflerle yazılsa da, kabalığın ünlü özelliklerindenmiş, bunu da büyüdükçe anladım.
Hakkını yiyemem; konuşurken satır başlarına teğelleye teğelleye “Övünmekten haz etmem” derdi.
Haz etmezdi...
“Yok ben tokum, gelmeyeyim” deyip, ikinci teklifte başına geçince sofra bezinin yamasına dek yiyenler gibi, istemeye istemeye övünürdü yani.
Daima doğal(a özdeş) samimi bir tonlamada konuşur, anlatırdı meramını. Abi’li, abla’lı, eyvallah’lı aksesuarla modifiyeli cümleler sarfederdi. Ama bir şey vardı onda, tuhaftı.
Mütevazi tabirinin üzerinde duramadan kayıp gidişinin kibrin pürüzsüzlüğünden olduğunu o yaşlarda sezmiştim; sadece büyüdükçe daha iyi tarif edebildim.
"Baylar ve Bayanlar! bu elimde görmüş olduğunuz bardak; dünyanın en şahane tutuşuyla tutulmuş olup;
en zarif parmakları arasında, arz-ı endam ettiğinden, içine koyulan her şeyi ölümsüzlük iksirine dönüştürebilr!Ve dünyada sadece elimdekinden başka da emsali yoktur!" diyerek;
"esasında keramet ellerimde" diyen -şuur altı göndermesiyle-; alelâde optikli bir çay bardağını bile, yeryüzünde sadece bir tanecik, sihirli bir Çek kristaliymiş gibi kendinden emince anlatabilme kabiliyeti de vardı örneğin, ve bu takdire şayandı...
Yani şayandı da, işte kibir de o esnada hep parmak izlerine biriktiğinden bardağın şeffaflığını azaltıyordu/bunu göremiyordu.
Gerçi burada bir dip not geçeyim; o” billurluğun manasını “görmüş olsa belki bilirdi, kalbin teslim alındığı gibi kalması gerektiğini ve her ne kadar büyük punto ve kalın fontlarla “Dikkat/Kırılır” yazmasa da kalplerin camlardan daha hızlı kırılabildiğini ...
Ya da kendisi kırıldıkça, bildiklerini unutup, türüne cinsine bakmadan kırmayı öğrenmişti ! (üç nokta)
…
Ha bir de; bir hüzün ateşi yanardı gözünde, böyle hangi açıdan baksan renk değiştiren bir biçimde…
O da kuvvetle muhtemel meslek hastalığı gibi, kapalı bünyede sürekli aynı bed duyguları solumaktan tezahür etmişti gözlerinde.
Hüzün dediğime de bakmayın, etimolojik kökenine inersek ucu sonbahara da dokunur lakin, ben hüznün yüze mahzun bir güzellik katışından değil, ciğere çöküp yüzü karartan parti-küllü yapısından söz ediyorum...Yani kendi küllerinde boğulmuştu...
Mâazallah, göçmüşse şayet ya sigaradan ya bundan göçmüştür.
Bunu düşününce de insanız, üzülmüyor değilim, kibri yerine merhameti olsaymis belki de iyi kadındı diyorum.
"Vallahi Mevlam herkesin yardımcısı olsun" deyip hülâsa ederek torbanın ağzını düğümlüyorum.
Çünkü biliyorum sadece ben tanımadım, her yerde var onun gibileri; herkesin mutlaka hayatının bir bölümünde tanımış olduğu yahut olacağı...
Yani maskelerin ardında gizlenenler, yani kalbini örtenler, yani özünü sahiden nildiren olmadıkça kendini altın zannedenler...
Tıpkı altın gibi yaldır yaldır parlayan bir şamdan içinde, yan yana yanan iki mum gibi,
kibir ve bunun farkedilmeyen huzursuzluğunun verdiği hüznün eş zamanlı yaktığı bir çift göz...
Düşünsenize, bir insanın Bundan bihaber bir ömür geçirip, dünyaya bu gözlerle baktığını...
İşte bu sebepten adını “Tombak Şamdan” koydum .
Yani görünürde altın gibi parlak, ama sahte ve kendi ateşini de kendi içinde tutan…
…
Onu yetişkin bir idrakle anladığımdan beridir, aslında bana yaptığının iyilik olduğunu yıllara sâri biçimde kavramış oldum.
Çocuk yaşta aklıma kazdığı suret/siret tezati tekamül yolunda azık olmuş meğer, sonra anladım.
Evet her şey zıttı ile kaimmiş.
Yani sana minnettarım Tombak Şamdan Abla,
Ruhunun karanlığıyla kalbimi aydınlattın...
Umarım başka hafızalarda güzel kaldığın bir hayat sürmüşsündür.
Göçtüysen de kaldiysan da, Allah in merhameti seninle olsun.
Deng-î Naz
27.08.24
İstanbul
Kayıt Tarihi : 28.8.2024 02:29:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Anı/Deneme
İnşallah diyelim.
TÜM YORUMLAR (1)