Testi kırılınca Şiiri - İbrahim Hazini

İbrahim Hazini
32

ŞİİR


0

TAKİPÇİ

Testi kırılınca

Şiirin hikâyesi
Yazan: İbrahim HAZİNİ
14.02.2008

Testi kırılınca

Testi kırılınca umutlar çabucak kabarıverdi.
Muhteviyatı bilinmeden iştahlar açılıverdi.

Beklenilenlerin sofrasında kurtlar çıkıverdi.
Umutlar kırılınca yüzler bin kat kızarıverdi.

Keşke yerler biran yarılıp bizi yutabilseydi
'O zaman bu zilletten kurtulabilirdik' derdi

Testi kırılınca

Film gibi oynanan ve her şey kısa süren bir dünyadayız. Oyuncu olup, sanki çevrilecek bir film gibiyiz. Geçmişte veya var olan oyunculardan her birinin bir rol üstlenmesi, gerçek niteliğin belirlenmesi ve film gibi bir hikâyesi olan ve yazılan. Hala oynanmaya ve yazılmaya devam eden.

Hayatımız da geçiciliğin ve geçmişliğin zamana bağlı olduğu bir gerçektir. Her saniye geçmişliğinde bir hikâye olarak türeyip bittiğini bilmekte yarar vardır. Bu film gibi hikâyemiz de, kendimizi geçmiş olanlarla kıyaslamaya biraz meşgul olursak elde edilecek benzerlikler şüphesiz aynı ve günümüzdeki kıssalarla mutabık bulunabilir. Kötülükler ve iyilikler yan yana bulunmaktan ziyade aynı zamanda insanların içlerinden kaynaklandığını ve dışarıya yansıtıldığı rahatça söylenebilir. Aklıma düşen ve düşündüren hikâye, film gibi başlayıp çabuk bitmesidir.

Belki eski ve geçmiş asırların hayat hikâyelerini çağımıza uyduramıyoruz. Belki de kavrama yeteneğimiz zayıf olduğu için anlamak mümkün olmayabilir. Bu hikâyeyi yazma nedenim, aklıma takılan ve içimi kemiren her şey çabucak başlayıp, şimşek gibi değişip geçmesidir. Hep film gibi başlayıp kısa ve çabucak biten, arkasında bırakılan kalıcı izler ve soru işaretler.

Zira eski oynanmış filmlerden ibret ya da ders almadan, aynı filmi tekrar oynayıp veya oynatıp çevrilmesidir. Böyle bir duruma düşmek endişelerimizin daha da çok artmasına sebep olmaz mı sizce? Bu hikâye konuyla ilgili yaşam mücadeleleri, hırsları, bir takım değişimler ve bir takım hayat kıssaları taşıyordu. Film gibi hayat kıssamız, öyle çabuk geçip sonlandı ki kimse onun hatıralarda kalacağına emin olamadı.
Bu hikâyeye başlarken bazı düşüncelerimi kelime kelime ve açık şekilde beyaz sayfaya dökmek ya da aktarmak için uygun bir zaman gördüğüme şükürler olsun. Her şeyin sürekli değiştiğini ve eskisi gibi kalmadığını hissederek ve görerek vurgulamak isterim.
Değişen iklim, değişen güç, değişen insanlar, değişen iman, değişen ömür ve değişenin değişeni de değişmiş olduğunun her halde farkındayız. Nedenlerin nedenini aramak ya da bulmak istesek basit bir cümleyle özetlenebilir. Dünyamız geçici bir nesne, devamlı değişmekte olduğu ve içinde kapsadığı her şey de geçici. Böyle yaratılıp ve böyle ayarlanmış olarak düzene sokulmuş.

Varlığımızla bizde geçiciyiz. Ne gördüysek hepsi geçicidir. İnsanlar tabiatlarında çok değişken bir mahlûktur. İyiden kötüye veya kötüden iyiye, sağlıktan hastalığa veya hastalıktan sağlığa, fakirlikten zenginliğe ya da tersi de olabilir. Masallar gibi bir varmış bir yokmuş ya da bir yokmuş bir varmış halka içinde yuvarlanıp gidiyoruz. Yani güzel şeyler farazi olarak ya da hoşlandığımız eşyalar bir müddet sonra hoşumuza gitmeyebilir veya aynı güzelliği ve özelliği kalmayabilir.

En muazzam eser, en büyük Firavun gibi de bir süre sonra muazzamlığı ve büyüklüğünü zaman içinde yitiriverir. En sevdiğimiz varlığı bazen anlamadan, görmeden kayıp edebiliriz ya da anlayarak, görerek ve üstelik bir şey yapamadan kayıp edebiliriz. Demek ki her şeyin güzelliği ve çirkinliği geçicidir. Geldiği gibi gitmesi de zor değildir. Gelmiş geçmiş en büyük güçlerin, en verimli çağların ve saltanatlı olarak yaşayanların; o sahip oldukları güçler, varlıklar, zenginlikler ve sağlıklar da geçicidir, fanidir demek istedim.
1.Bölüm
Hikâyemizin kahramanı bir zamanlar itibarlı, çok sevilen ve hürmet gören biriydi. Kişiliği ve itibarı bir tarafa, zenginliği ve cömertliği son derecede barizdi. Saygılı ve ağır başlı bir kişiydi. Söz sahibiydi.

Onun itibarlılığından ve kişiliğinden söz ederken yaşlılığından ve fakirleştirilmesinden daha çok etkilenmiş oldum ve kendime bazı tavsiyelerde bulunmak için elime kalem alarak hikâyeyi yazmaya başladım bile. Gençliğinin ve zenginliğinin en verimli dönemlerinde bir şey anlayamadan, hayat o kadar gaddarca ve çarçabuk geçip bittince, sarsılmasına neden oldu. Kendisine tek kalan eski hatıraları, hatırlayıp dert ediniyordu. Gençliği ve zenginliği yitirilince yatağa düştü. İşler iyice birbirine karışıp her şey tersine döndü.

Artık yaşlanmış ve tükenmiş haliyle; zenginlik, fakirlik, dostluk ve evlatlık nedir, ne manaya gelir anlamıştı! Ne değerde olduğunu yumak söker gibi çözmeye başladı. Ama artık geriye dönüş olmadığından dolayı teslim olmaktan başka çaresi kalmadığını anlamıştı.
En sevdiği öz evlatları ve en güvendiği yakınlarından, ümitlendiği gibi hiç destek ya da yardım göremedi. Zannetti ki âlem, eşyalar gibi parayla değişip güzel olmazdı. Dünyası iyice kararıp başına yıkıldı. Artık her saat ömründen geçtikçe; acılı, ızdıraplı ve sanki kor üzerinde yürümüş gibi yakınıyordu. Artık iyice çökmüş ve eski neşesini kaybetmişti. Ümitsizdi, yalnızdı, terk edilmiş ve hep kötü muamele görmekten feryat ediyordu. Kimseye derdini anlatamıyordu. Kendi güzel evinin en loş odasında bir hayat sürdürmeye mecbur bırakılmıştı.

Ne öz evlatları ne de komşuları onunla doğru dürüst ilgileniyor, soruyordu. Kendi yemeği kapı kenarından atılıveriyordu. Böylece perişanlık ve sefalet içinde kalmıştı. Bakımsızlık nedeniyle hastalığı git gide ağırlaşıyor, ölümü artık daha çok istiyordu. Kederli ve cezalanmış olarak hayatından yıllar geçip gitmişti. O zavallı adamın dünyası, ancak bodrumdaki harabe evin kırık camlı penceresinden görebildiği kadar görünüyordu.

Torunları olduğu halde fazla tanımıyordu. Ancak hayal meyal ya da seslerinden veya çıkardıkları yaygaracılıklarından teselli olmaya çalışıyordu.

Torunlarını göremeyince, çektiği torun hasreti, ona o kadar ağır geldi ki algılamak ya da tasavvur etmek akıl donmazsa çok zorlanırdı. Adamcağız artık oğullarından ümidi kestiği halde, sabırdan başka bir şey yapacak gücü kalmamıştı. Zaten eşi vefat ettikten sonra yıkılıp, iyice yıpranmıştı. Ama içinde aldığı büyük kasvetli yara, bir türlü kapanmıyordu. Alevlendikçe alevleniyordu, durmadan sızlandırıyordu. O kadar ki; evlatları, gelinleri, komşuları ve tanıdıklarından hiç biri, insaflı çıkıp hatırını bile sormamıştı.
Hepsi bencil, menfaatçi olup menfaat peşinde koştuklarını bir türlü kabul etmek ya da çağrıştırmak istemiyordu. “Yılan mı besledim yoksa günah mı işledim veyahut çocuklarımı iyi terbiye edemeden mi kendimi emekliye çektim. Sanırım onlara güzel mal mülk bırakınca çok şımarıp yaratanı unutmuşlar. Amanın âmâsı yok, keşke evlatlarıma güzel ahlak ve güzel adap miras bıraksaydım. Maldan bin kat daha hayırlı olurdu.

En azında o kadar azmazlardı. İnsanlara da yardım ederken yardımın maksadını öğretmeli ki yoksa böyle sırt çeviremezlerdi” diye düşünüp içlendi. Malın fazlası olunca insanların terbiyelerinin çok bozulduğunu gördü. Yaptığı tedbirsizlik ve acelecilik çok büyüktü. “Allah onları ıslah etsin, içim parçalandığı halde onlara hayırlı dua etmekten başka bir şey yapamam. Şimdi onların acısını fazlasıyla çekmeye mahkûm oldum” diye düşündü.
2-Bölüm
Hal böyleyken ve aynı eziyet devam ederken birden evinin kapısı çalındı. Bu kez kapıyı çalan kişi onun eski ve samimi arkadaşıydı. Zengin ve gençken tanışmışlardı. Adamcağız bodruma atıldıktan sonra ilk defa onu soran birisi olmuştu.
Kapıyı açan gelinleri alışılmadık bir sahneyle karşı karşıya kaldı. Kapıyı çalan kişinin yaşlı ve yabancı biriydi. Yüzü tozdan dolayı fazla net görünmüyordu. Sarıklıydı, cübbeliydi, sakalı uzamış ve ince yapılıydı. Elinde içi dolu bir file taşıyordu. Yorgun ve uzun yolculuktan geldiğini ter kokusundan anlamışlardı. Kapı aralandı ve kapı arkasından çocuk ve bayan sesleri duyulmaya başlandı.

“Kim o” diyen ses bir bayana aitti. “Ben babanızın eski arkadaşıyım” dedi ve kendini tanıtmaya başladı. “Acaba arkadaşımın evi doğru mu? Eskiden burada oturuyordu diye hatırlıyorum. Çok zamandır ondan haber alamıyorum. Bir türlü fırsat olmadı ki gelip göreyim. Acaba ne durumda, çok merak ediyorum”. Yaşlı adam arkadaşını sorunca gelinler şaşırıp kalmışlardı. Dilleri tutulup “adam bu kadar yol gelip bizim kayınpederimizin hatırını soruyor, hâlbuki biz ise ona hiç yakınlık göstermiyor ve birkaç adım ötede olmasına rağmen sanki bize çok uzak kalıyormuş gibi davranıyoruz.

Üstelik şimdi bu haliyle kayınpederimizi görse bizim hakkımızda ne düşünecek? ” diye biraz durgunlaşıp cevap vermekten çekindiler. Adam biraz bekledi ve baktı ki cevap gelmeyince bir daha arkadaşını soruverdi.
Gelinler “Evet, evet. Evi burada ve hala yaşıyor. Şu evin bodrum odasında kalıyor. Çok hasta, kapıya kadar çağırsanız gelemez. İsterseniz siz yanına geçebilirsiniz. Belli ki siz uzaktan gelmişsiniz. Çok yorgunsunuz, sizi fazla kapıda tutmayalım”. Adam; “Evet çok yorgunum evlatlarım, her halde siz arkadaşımın gelinlerisiniz. Sizin kocalarınızın çocukluklarını çok iyi bilirim. Sanki dün gibi onları hatırlıyorum. Zaman nasıl akıp geçiyor görüyorsunuz. Beni hep Ali Rıza amca olarak tanırlardı. Çocuklarımla oynarlardı. Yaşlılıktan dolayı sağlığım iyi değildi, hatıralarım gidip geliyordu. Evlatlarımdan Allah bin kere razı olsun, bana bu yolculuğu tek başıma da olsa yapmama müsaade ettiler. Kayınpederinizle aynı yaşta sayılır ve gençliğimizde çok güzel işleri beraber yapardık. Çok dürüst ve efendi biriydi. Ona minnettarım, ailece onu çok severiz. Evet, kızlarım ben şehrin öbür ucundan geldim.

Sırf onun için o kadar yol kat ettim, belki onu ölmeden görürüm diye. Bu insan benim için çok değerli biridir. Rabbime şükürler olsun bizi kavuşturdu. Müsaadenizle bana yol gösterin, ben kendim gidebilirim” diye kapı arkasında gelinlerle kısa bir sohbet geçirmiş oldu.
Gelinlerinin tarif ettiği arkadaşının odasına doğru yaklaşırken alışılmamış pis kokular kısa sürede yayılmaya başladı. Adam burnunun bir kısmını kapatmaya çalışırken, öbür taraftan yürüyordu. Kapıya gelince hemen açamadı. Biraz heyecanlanıp durdu. Tekrar derin nefes almayı denedi. O kokunun verdiği fenalık hissinin geçmesini bekledi. Sonra kapıyı yavaşça açınca korkunç bir manzaraya şahit oldu. “Böyle bir şey görülmemiştir hayatta” dedi. “Allah evlatlarımdan bin kere razı olsun, bana çiçek gibi bakıyorlar. Üstelik onlara ne mal ne de mülk bırakabildim. Allah evlatlarımızı doğru yoldan saptırmasın” diye dua etti.

Bu manzarayı görünce şok olmuştu. Kendini zor tutarak duvara sendeledi. Oda darmadağınık ve gündüz olduğu halde karanlıktı. Hemen birkaç mum ve duvardaki aslı olan gaz lambasını yaktı. Oda biraz aydınlandı. Arkadaşını ilk bakışta heyecandan görememişti. Böcekler ve fareler odanın içinde kol geziyordu. Her yere musallat olmuşlardı. Artık insandan ve gürültüden kaçmaz olmuşlardı. Her tarafta yuva yapıp kalıcı mesken bulmuşlar ve böyle çöplükte ancak bu tür kötü canlı yaratıkların keyifleri yerine gelirdi. Pis tabaklar yığılmış, havasızlık bir yanda, güneş girecek yer ya da delik bulamayıp geri dönüyordu.

Arkadaşını odanın bir köşesinde uzanmış vaziyette zor nefes alıp verirken gördü. Çok hasta, bir türlü öksürüğü kesilmiyordu. Her öksürmede boğuluyordu. Çok zayıf, perişan ve her tarafı titriyordu. Pirelenmiş ve bitlenmiş haldeydi. Onu ürpertmemek için sessizce ve yavaşça adım adım ona yaklaştı. Uzun süre geçmesine rağmen arkadaşıyla konuşamadan yüzüne bakmakla yetindi. Sinesini gam kapladı.
Ali Rıza onu bu haliyle görünce ağlamaya başladı. Birden elleriyle sararak öpmeye başladı. Sarılmaktan ziyade bir türlü bırakmak istemedi. Adıyla seslenerek uyandırmaya çalıştı. Hafızasının tekrar canlanmasına ve konuşturmaya gayret etti. Önce kendinden söz etmeye başlayıp hatırlatmaya çalıştı. “Ben Ali Rızayım, ben Ali Rıza” deyip durdu. Arkadaşının fazla tepkisini göremeyince anladı ki arkadaşının gözleri çok net görmüyor, kulakları iyi işitmiyordu. Daha yüksek sesle denedi ve bağırarak işittirmeye çalıştı. Sanki derin uykudaymış ya da komadaymış gibi ona sesini duyuramıyordu.

Şanssız adam yavaş yavaş hafızaları birbirlerine birleşip tek tük konuşmaya başladı. Her iki kişiden de özlem gözyaşları yüreğin derinliğinden fışkırdığını hissedilecek şekilde sergilendi. Sevinçten, üzüntüden bir yana; her ikisinin de gözlerinden duramayan yaşlar ve incecik göz kanallarından damla damla utançlı olarak akmaya başladı. Tekrar arkadaşına sarılarak ve her yerini kontrol etmeyi ihmal etmedi. Bir müddet sonra havalar normale döndü. Tansiyon düştü. Hasretlerin bir kısmı giderildi, anılar tazelendi. Arkadaşının yerini temizleyerek oturtmaya çalıştı. Elinde taşıdığı erzaktan birkaç lokma yedirdi. Odasını biraz toplayıp süprüntüleri bir kenara topladı. Vücudunu ıslak bezle ve biraz sirkeyle temizleyerek yeni elbiselerini giydirdi, saçını ve sakalını makasla keserek şekillendirdi. Gerçek güzel yüzünü ortaya çıktı.
Eski hatıralardan ve gençlikten başlayıp bu güne kadar her şeyi az çok konuştular. Zavallı adamın dudaklarında çatlaklar olduğu halde azcık tebessüm göründü. Ali Rıza içinde sakladığı merak sorusunu arkadaşına alçak sesle sorarak “seni bu hale sokan nedir? Çok varlıklısın. Çok evladın var. Hepsi terbiyeliydi bildiğim kadarıyla. Az çok eşin dostun da var. Ne oldu ki kalpleri taşlaşıp seni bakılmaz hale getirdiler? Seni böyle görmeyi gözlerime inandıramıyorum! Kulaklarıma işittiremiyorum! Bu ev senin olduğu halde böyle bir mağaraya nasıl seni mahkûm ettiler? Sana nasıl kıydılar? Bir türlü anlam veremiyorum, vermekte de istemiyorum”,dedi.

Adam Boynunu bükerek “Evet azizim, haklısın. İnsanların içlerini bilemezsin ne gizlediklerini ortaya çıkaramazsın. Önce Rabbime şükür edeyim seni gördüğüme. Sonra sana bütün olup bitenleri anlatayım”. Hüzünlü ve kesik bir sesle konuşmaya başladı. Konuşurken ara sıra titreme ve öksürük krizi geçiriyordu. Her yeni bir şey aklına geldiğinde gözleri ağlamaktan şişip kapanıyordu. Arkadaşı onu sakinleştirince konuşmaya devam ediyordu.

Arada bir testiden tasa su doldurup içiriyordu. “Azizim buradaki insanların çoğu maddiyata çok önem veriyor. Çok doyuruculuğu olmayan bir emek veren ve harıl harıl çalışan insanlar bunlar. Para; helal, haram ayrım yapmadan ve kazanmaktan başka bir şey düşünmeden yaşıyorlar. Aralarında hiç bir iyilikleri yok. Ölçüler ve değerler maddiyata bağlı.
Azizim param varken herkes bana hürmet ederdi, saygı duyardı. Çocuklarım da dâhil buna. Mukadderattan, yaşlılıktan kimse kaçamaz. Baktım ki yaşlandım, takatim azaldı. Çocuklarım işimi aksatmadan yürütüyor diye onlara devir ettim. Hareketlerimin iyice azalıp zayıflaşınca gözlerimde sanki perde var gibi rahat göremiyorum.

Kulaklarımdan da şikâyetim oldu. Bağırılmayınca iyi işitemiyorum. Bu nedenle eve çekildim. Namazlarımı ta yatağa düşene kadar camide kıldım. Bütün varlığımın bir kısmını eşe dosta ve kalanları evlatlarıma eşit olarak dağıttım. Bir kuruş dahi kendime bırakmadım. Eşim öldükten ve mal mülk dağıtıldıktan sonra herkes bozuldu. Eskisi gibi hürmetkârlıkları ve saygıları kalmadı. İstediğin kadar çağır, bağır, nasihat et, artık dinlemez oldular. Duymazlıktan geliyorlar. Hasta oluyorum kimse bana bakmıyor, kendi ihtiyacımı yardım olmadan yapamıyorum. Çocuklarım ise esir gibi işe dalmışlar. Öyle dalmışlar ki Allah'ı unutmuşlar. Doğru dürüst namazları yok. Fakir fukaralara yardım etmezler.

Artık biran önce ölmemi istiyorlar, benden sıkılıyorlar. Gelinlerime gelince evlatlarımdan hayır gelmeyince, göremeyince gelinlerden mi gelecek? Zaten param bitince insanlık da bitti. İşte gördüğün gibi yataktayım. Ne yapayım, ne yapabilirim çaresiz kaldım. Bir meteliğim bile yok, hastayım ilaç alamıyorum, Kendi malımla dilenci oldum.
Bu kadar hainlik, insafsızlık olamaz. Daha ne anlatayım? İçim kanıyor. Torunlarım bile benden tiksindikleri için yaklaşmıyorlar”.
Arkadaşı, bütün olup bitenleri dinleyince, onu sakinleştirmeye ve yatıştırmaya çalıştı. Derin bir nefes aldıktan sonra hüzünlü olarak düşünmeye daldı ve biran önce arkadaşını pis ortamdan kurtarmak için beynini iyice zorladı. Bunu düşünürken arkadaşını teselli etmeyi unutmadı. Sonra aklına güzel bir düşünce, ilham geldi.

Arkadaşına yönelerek sanki ona müjde verecek gibi bir sevinç dağıttı. “Allah'ın izniyle seni bu çöplükten en kısa sürede kurtarıp eski azizliğine kavuşturacağım, göreceksin. Mademki bu millet paradan başka bir dünya tanımıyorsa, ahrete aldırmıyorsa, o zaman paranın başlarına ne getireceğini görsünler. Önce bu pislikleri toplayıp büyük testiye doldurayım. Sonra tavana sağlam şekilde bağlayayım. Ancak kırılınca içindekiler savrulsun. Sende tüm gelinlerini teker teker çağırırsın. Aynı şekilde hepsine söylersin. Bu tavanda asılı görülen testi içinde son hazinem var. Ölene kadar kim bana daha iyi bakarsa bu onun olacaktır. Vasiyetimi mahalledeki muhtara yollayacağım.

Bakalım nasıl değişecekler. Ben sana birkaç ay sonra çocuklarımla birlikte geri döneceğim Allah takdir ederse. Hem onlarla tanışırsınız, hem de sizi görmüş olurlar. Senden çok söz ettiğim için görmeyi çok arzuluyorlar. Ellerinden öperler. Tekrar kavuşmak üzere şimdilik hoşça kalın. Kendinize iyi bakın. Yemeğinizi ve ilacınızı düzenli olarak alın. Allah'a emanet olun” diyerek vedalaşıp kasabadan ayrıldı.

Gerçekten şanssız adamın şansı bir gün açılacaktı. Bu hikâyeyi okuyunca öğreneceğiz zaten. Daha Ali Rıza'nın gitmesinden uzun vakit geçmeden, ona söylenenleri harfiyen uyguladı. Tüm gelinleri tek tek yalvararak kapıya kadar çağırabildi. Testiden söz eder etmez, tümü para aşkıyla içeriye ilk defa adım attılar. Odanın halini görmeden tavanda asılı testiye daldılar. Aslı olduğundan dolayı içine bakamadan kayınpederlerinin sözünü dikkatlice dinlediler. “Bana kalan son testim bu. Kendime ve böyle günlere sakladım.

Artık halim kalmadı. Yürüyemiyorum, nefes bile almakta zorlanıyorum. Sağ olsun arkadaşım Ali Rıza olmasaydı testiyi kimseye göstermeyecektim” diye biraz kederinden söz etti.” Artık bundan sonra bana kim daha iyi bakabiliyorsa, testiyi ona miras bırakacağım” diye onlara anlattı.
3-BÖLÜM
Birkaç ay geçtikten sonra ilkbahar mevsimi geldi. Her yer yemyeşil oldu. Çiçekler açılıp büyüyünce güzelliği görenleri imrendirdi. Yağmur güneş birlikte olunca birbiriyle sohbet eder gibi ortamı şenlendirdi. Hayat sıfırdan başlayıp çiçekler ve ağaçları süsledi. Kuşlar tüm tabiat nimetlerden faydalanarak ötmeye başladı derken, Ali Rıza bu güzel mevsimle birlikte eski arkadaşının tekrar ziyaretine gitti.

Bu sefer çocuklarıyla birlikte yola çıkmıştı. Öyle özlemişti ki onu yolculuk sırasında içinin daraldığını hissetti. Sanki yol eskiye nazaran daha da uzamıştı. Arkadaşını bıraktığında durumu çok ağırdı. Sağlığı da kritikti ve onun endişesinden yolun çabucak bitmesi için sabırsızlanıyordu.
Kasabaya varınca hiç dinlenmeden ve midelerine bir lokma koymadan doğruca arkadaşının evine yöneldiler. Kapıyı çok nazikçe çaldı. Daha çalma yankısı dağılmadan “kim o” diyen bir kadın sesi duyulmuştu. “Ben babanızın eski arkadaşı Ali rızayım” diye seslendi. “Daha önce tek başıma gelmiştim. Belki hatırlarsınız. Şimdi çocuklarımla birlikte geldik. İnşallah kayınpederiniz sağlığına kavuşmuştur. Bıraktığımda çok iyi değildi. Aklım hep onda kaldı. Çok sıkıntılı, kırgın, dargın görmüştüm onu. Müsaade ederseniz biran önce kayınpederinizin odasına geçelim” diye izin istedi. “Evet, buyurunuz buyurunuz hoş geldiniz safa getirdiniz. Sizi hatırlamaz mıyım? Siz gittikten sonra babamız hep sizden söz eder oldu. Neşesi geri geldi. Onu bahçeye bakan bir odaya yerleştirdik. Lütfen buyurunuz yol sizin” diye hararetli olarak cevap verdi kadın. Adam çocuklarıyla birlikte odaya doğru yaklaşırken, değişik değişik bitkiler ve mis gibi kokular her taraftan yayılıyordu.

Öyle sevindi ki mest oldu ali rıza. Ölçülenemeyecek bir sevgi içine gömülmüştü. Rengârenk çiçek saksıları her tarafa halı gibi döşenmişti. Evin avlusunda büyük bir fıskiyeden su fışkırıyordu. Oluşturduğu çağlayanlarıyla etrafa huzur ve neşe saçıyordu. Odanın penceresine nazırdı ve yataktan bile görünebilirdi.
Allah’a şükür etti ve şükrünü çok arttırdı. İçinden geçenleri çocuklarına okumaya başlamıştı. “Lanet olsun paraya tapanlar. Lanet olsun ebeveynlerine iyilik etmeyenler”. Daha kelimenin son harfi ağzından çıkmadan “estağfurullah estağfurullah ben ne dedim. Tövbe tövbe estağfurullah” dedi. “Böyle lanet kelimesini ağzımıza alıştırmayalım evlatlarım. En iyisi Allah onların kalplerini temizlesin. Şefkat ve merhamet içlerine dolsun. Öyle dolsun ki dolma dolar gibi dolsun.

Bu adamın hazinesi kalacak diye ne tezgahlar kuruyorlar, iki yüzlü davranıyorlar. Evlatlarım herkes malın kokusunu alınca kediler gibi yalanıp duruyor. Yüzlerine maske takıp öyle geziniyorlar. Sakının evlatlarım, para hırsından sakının. Para hırsı gözlerinizi haktan saptırır. Allah zikrinden uzaklaştırır” telkininde bulundu.

Ali rıza kapıyı açmak için tuttuğu anda kapı birden açılıverdi. Kapıyı açan en büyük oğlandı. “Buyursunlar, hoş geldiniz. Safalar getirdiniz” diye selam yağmuruna tuttu misafirleri. Adam çocuklarıyla birlikte çok şaşırdı. O kadar ilgi, o kadar iltifat gördüler ki şaşkınlıkları uzun bir müddet devam etti. Ali Rıza etrafa baktı ki arkadaşı evin en güzel odasında, en temiz elbiselerini giyinmiş; muhteşem, kral gibi. Çok rahat görünen bir yatakta mışıl mışıl uyuklayıp uzanıyor. Etrafında ne ararsan var. yok yok bile denilebilir. Hizmetler tam. Yemek ve meyve çeşitleri o kadar zengin ki sergi gibi dizilmiş, durmadan yenileniyor. Bütün komşular testiden haberdar olunca her gün akın akın ziyaretine geliyor ve hediyeler getiriyor.
Onu öyle görünce eski azizliğine ve şenliğine döndü gözleri. Arkadaşına doğru yatağına yanaşıp tokalaşıp sarıldı. Adam; “Allah senden razı olsun. Beni bu zalim ve cahil kafalardan kurtardığınız için Rabbime şükürler olsun. Hakkını ödeyemem. Şimdi çok mutluyum. Rahat ve huzur içinde kendimi insan olarak görmeye başladım” dedi. Ali Rıza arkadaşına şöyle bir baktı. O böyle konuşurken ve iyi haliyle cennet gibi bir hayat sürdürürken Rızanın içine büyük bir rahatlama oluştu. Öyle bir rahatlama oluştu ki sanki her yeri kanlanıp serin tuttu. Artık gözü arkada kalmayacaktı. Çocuklarıyla birlikte birkaç gün orda kaldıktan, arkadaşıyla uzun ve doyurucu bir sohbet arasından geçtikten sonra vedalaşıp kendi kasabasına dönmek için yola koyuldu.
4. Bölüm
Bir müddet hayat devam etti. İklim mevsimleri ardı ardına değişimleriyle bir bir geldi geçti. Ama kimse hikayenin sonunun bu mevsimde noktalayacağını kestiremedi. Tam sonbahar mevsimine denk geldi. Hüzün sanki bütün mevsimi kaplamıştı.

Tüm ağaçlar ilkbahar halini hatırlayarak ağlıyor, bütün yapraklarını gözyaşları gibi döküyorlardı. Sanki bütün tabiat son yaşam günlerini yaşıyordu. Evet, böyle bir mevsimde; yapraklar sararıp ağaçlardan düşerken, Ali Rıza arkadaşının ölüm haberini aldı. Büyük bir kalabalık onu son yolculuğuna uğurlamıştı. Ağzından tek bir kelime döküldü âli rızanın; “Takdir Allah’ın dır”.
Daha defin işlemi bitmeden miras kavgası başladı. Bütün gelinler ve oğlanlar birbirine girdi. Herkes bu testiden fazla pay almak istiyordu ve herkes babasına daha fazlaca baktığını iddia ediyordu. Baktılar ki karmaşa bitmeyecek; bu miras işini çözmek için muhtara danışılmasına karar verdiler. Hep beraber muhtara gidildi. Muhtar rahmetlinin vasiyetini okuyunca iştahı bir anda kabardı. Üzüntülü bir sesle “sevdiğim ve kaybettiğim en değerli dostumdu. Onun hatırasını yaşatmak için, mutlaka benimde bu testide bir payım olmalı” diyerek miras kavgasına oda dâhil oldu.

• Miras davası çözülmeyince mahallenin imamına intikal edildi. İmam “önce merhumun vasiyetini hep beraber okuyalım. Ondan sonra çözümüne bakalım” diyerek topluluğun sinirlerini yatıştırdı. Muhtar elindeki vasiyet kağıdını çıkarıp imama verdi. Gerçekten bu vasiyeti okuyunca herkes sevinç içinde oynayıp duruyordu. Çünkü bütün mahalledekilere bu mirastan pay düşer gibi kaleme alınmıştı.
• Merhumun vasiyetinde açık ve net olarak belirtilen öğüt ve paylamalar vardı. “Bana yapılan tüm kötülükler ve iyiliklerin hesabını ve ecrini ancak Allah verir. Bunu bilmenize yarar var. Artık kendinize gelin, tövbe edin, menfaat peşinde koşmayın. Allah'tan ecir bekleyenler ise testiden bir şey alıp dokunmasın.

• Şayet iyiliklerinizin karşılığını ille de dünyadan almak istiyorsanız ve eski alışkanlıklarınızdan vazgeçemiyorsanız; o zaman isteyen kişi testinin altında dursun. Testiyi indirmeden asayla kırın ve dilediğiniz kadar toplayın” diye yazılmıştı. İmam bunu okuduktan sonra “benim de testiden diğerleri kadar hakkım doğuyor. Onun benimle dostluğu ölçülmez derecedeydi.

Birazdan testiyi kıralım ki, üzüntümüz paylaşarak hafiflensin” diye fetva verdi. İmamın fetvası herkesi memnun etti. Mirastan pay almak isteyen herkes testinin altına geçti. Daha iyi bir yer kapabilmek için testinin altında birbirlerini itip kakıyorlardı. Nihayet testiyi asayla kırdılar. Evet, testiyi kırılınca, testinin içindeki bütün pislikler bir anda başlarından aşağı döküldü. Bütün pislikler üstlerine sıçrayıp yapıştı.
Öyle yapıştı ki ancak defalarca yıkamakla taharetlenir durumdaydı. Herkes rezil ve sefil oldu. Utançlarından yüzlerini nereye saklayacaklarını bilemediler. Saatlerce olayın şokundan kendilerine gelemediler.
Keşke yerler biran önce yarılıp bizi yutabilseydi, içlerinden geçiverdi.
Oğlanlar ve gelinler, babalarına yaptıkları için çok pişman olup Allah'tan mağfiret ve af dilediler. Haksızlıkları ve aç gözlülükleri nedeniyle kendilerinden nefret etmeye başlayıp, nefislerini arındırmaya karar verdiler. Diğer yağcı kasaba halkından bazıları bu hikayeden ders almadan dünyanın aldatmacasına kanıp, keyifle devam ettirdiler hayatlarını.

Allah Teala; dünyacı olanlar ve paraya dininden daha çok önem verenler hakkında çok ayet ve hadis şerifler indirdi dünyaya. Onlar genellikle karşılıksız iyilik yapmazlar. Minnet duymaz, amelleri hep kötü olarak ahrette merdüd dönecek. Onlar dünyada kör ve sağır olarak dolaşıp, ahrette ise zelil ve küstah olarak cehennemin dibinde kalacaklar. Zaten ebeveynlerin rızası olmadan cennetlik amel olmaz! Hikâyeden alınacak ders, belki birkaç satırla özetlenebilir. Belki de özetlenmezse daha iyi olur.

Her işin hakkıyla bedeli olmalı ve her iyiliğin ecri mutlaka Allah (c.c.) a aittir. Dünyada bulunmanın asıl gayesi para kazanmak ya da iyi bir mevki yakalamak değildi. Asıl gaye Allah yolundan şaşmamaktı ve İslam’ın şartlarını yerine getirmekti. Ebeveynlerine her yaşıyla destek ve yardımı esirgememeli. Ebeveynlerin kalplerini kırmadan iyilik yapmaktan ziyade, insanlara dürüstçe davranıp yaklaşmaktı. Evet, bunlar birbirine bağlı bir davranıştır.

Testi kırılınca

Testi kırılınca umutlar çabucak kabarıverdi.
Muhteviyatı bilinmeden iştahlar açılıverdi.

Beklenilenlerin sofrasında kurtlar çıkıverdi.
Umutlar kırılınca yüzler bin kat kızarıverdi.

Keşke yerler biran yarılıp bizi yutabilseydi
'O zaman bu zilletten kurtulabilirdik' derler

İbrahim Hazini
Kayıt Tarihi : 26.9.2009 23:44:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

İbrahim Hazini