216.
İlkokul yıllarıma dair hatırladığım en kuvvetli duygu, derin ve şiddetli bir nefrettir. Okuldan, öğretmenlerden, sınıf arkadaşlarımdan, binadan, sıradan, kapıdan, siyah önlükten… Kelimenin tam manasıyla nefret ediyordum. Kafayı sıyırmak üzereyken, Jules Verne tuttu elimden..
Ortaokulla beraber öfkemin yerini bir tür öğrenilmiş çaresizlik aldı. Kendim dahil herkese ve her şeye gittikçe daha çok kızıyordum. Hiçbir şeyi değiştirecek gücüm olmadığını da çok iyi bildiğimden daha da içime kapanıyordum. Eğer o zamanlar yolum Dostoyevski’yle kesişmeseydi, belki de kendi karanlığımda kaybolup giderdim daha o yaşta. Onun, efsanevi huzursuzluklarla satır aralarında acı çeken kahramanları, kendimi mutsuzluk ilahı ilan etmeme engel oldu..
Lisede, derin bir nihilist egoyla yaklaşıyordum her şeye. Kendimi, büyük işlere yeltenip hepsinde başarısız olmuş ve artık mücadeleden vazgeçmiş züppe bir ergen artığı gibi görüyordum. Derken Oğuz Atay girdi hayatıma. Selim Işık’ı ruhani liderim ilan edip, kaybetmenin de soylu olabileceğini keşfettim Tutunamayanlar’ın karanlık dehlizlerinde..
O masal dağında ünleyen gazal
Güz ve hasret yüklü akşam bulutu
Güz ve güneş yüklü saman kağnısı
Babamdan duyduğum o mahzun gazel
Ahengiyle dalgalandığım harman