Terkedenler Şiiri - Vasfi Okur

Vasfi Okur
38

ŞİİR


2

TAKİPÇİ

Terkedenler

TERKEDENLER

Hacali zili çal!
Bu sert emir karşısında;
Hacı Ali; koşa koşa okulun merdivenlerinden çıkar, tahta saplı, sarı dökümden, iri tokmaklı, kocaman; okulun zilini eline alır, hafif ileri doğru kaykılarak merdivenlerin başında zili çalmaya başlardı.
Kenarda, köşede, duvarların üstünde, ağaçların altında, arka bahçede hatta okula yakın; evlerine giden bütün talebeler zilin sesini duyar duymaz koşa koşa okula gelirlerdi.
Derse yetişmenin telaşı içerisinde olan talebeler okulun merdivenlerinin başında dikilen Kemal ŞAKAR’ı gördükleri gibi kendilerine çeki düzen verir, okul müdürünü başlarıyla selamlayarak, okuldan içeri girerlerdi.
Kemal ŞAKAR; elleri arkasında, takım elbiseli, dört mevsim ayakkabıları boyalı, ceketinin önü ilikli, elbiseye uygun kravatı resmi bir biçimde bağlar, kır saçlarını arkaya doğru taralı, yüzünde hem ciddiyeti, hem resmiyeti, hem şefkati hepsini bir arada barındırırdı. Yüzüne baktığın zaman ister istemez bir saygı gösterirdiniz. Ama bu saygının içerisinde ne bir korku, ne bir çekingenlik vardı. Bu saygının içerisinde bir evladın babasına olan saygısı vardı.
Kemal ŞAKAR; Cumhuriyet döneminin ilk muallimlerinden olup, işini büyük bir ciddiyetle yapan, oldukça vakur, işini “adam” gibi yapan, adam gibi bir adamdı. Bütün öğrencilerin idolüydü. Onun yanında hangi öğrenciye sorsalar “Büyüyünce ne olacaksın? ” bu sorunun karşılığı hiç şüphesiz “ Öğretmen olacağım.” Olurdu.
Tek kapılı, taş duvarlı, ahşap damlı, kısa merdivenli okulumuz; büyük bir bahçeye sahip olup bu bahçede akasya, dişbudak, çam ağaçlarıyla çepe çevre sarılmış, gül ağaçlarıyla bir gül bahçesine çevrilmişti. Gül mevsimi geldiği zaman bahçeyi, insanın içini bayıltan bir koku yayılır, bu baygınlık bütün talebeleri sarardı.
Gül mevsiminde; daha hareketli oyunlar olan; birdirbir, kız taklası, kovboyculuk, ebe, mendil kapmaca oyunları bırakılır, kol kola gezmeler, güllerin altında oturup fıkra anlatmalar, bilmece yarışmaları veya ismini hatırlayamadığım bir oyunu oynamaya başlardık. Bu ismini hatırlayamadığım oyundan biraz bahsedecek olursam eminim hepiniz hatırlayacaksınız.
Çepe çevre yuvarlak bir daire çizen çocuklar; oldukları yere otururlar, öğretmen orta yere oturur, bir talebenin eline mendil verir, yüzleri öğretmene dönük öğrenciler, arkalarında dolaşan çocuğun elindeki mendili kimin arkasına koyacağını bilemez, diğerleri dört gözle bunu hissetmeye çalışırlardı. Elinde mendil olan çocuk; kimin arkasına mendili bırakırsa var gücüyle dairenin etrafında koşmaya başlardı. Mendili arkasından alan çocuk, koşan çocuğun peşinden koşar, çemberin etrafında bir kovalamaca başlar, mendili bırakan çocuk, mendil elindeki çocuğun yerine oturdu mu canını kurtarırdı. Bu oyun böyle sürüp giderdi. Eminim hepiniz hatırladınız.
Ağaçların serin gölgesi, güllerin baygın kokusu “ O” bahçeyi bir cennet bahçesine çevirirdi.
Öğretmenimiz Çiğdem Hanım; uzunca boylu, gözlüklü, uzunca dalgalı saçlı her zaman döpiyes eteklik giyinen hanımca bir hanımefendiydi.
Onun şefkatli ellerinde olduğumuz için diğer öğrencilere “Bizim öğretmenimiz mi, iyi? Sizin öğretmeniniz mi? ” diye sorar. Bu sorunun cevabı: Her zaman “Bizim öğretmen” olurdu. Çocukça bir öğüncün içerisinde başımız dik, omuzlarımız kalkık yürürdük.
Sıcak bir Eylül ayında Purut Naim amcanın oğlu Güven abi; annemden küçük bir risaleye benzeyen kafa kâğıdımı alarak, Guduz Hacı’yla beraber, ellerimizden tutarak okula kayıta götürdü. İlk kez orada tanıştım okulumuzun “O “,yeni bir Dünya bulmuşçasına, biraz merak biraz heves biraz korku biraz heyecan verici o sevgi dolu havasıyla.
Ardımızdan mahallenin diğer çocukları; Kını Veysel, Gılık İsmail, Cefo Mustafa, küçük İbo……….
Birer ikişer okula kayıt oldular.
Tesadüf bütün arkadaşlar Çiğdem öğretmenin sınıfına düşmüştük. Kırk elli kişilik sınıfımız da kimler yoktu ki; Çil Lokman, Tuluk Savaş, Gümüşhaneli Recep, Kürt Çetin ve diğerleri.
Sarı renkli, okul çantamı elime aldım mı; sabahın serin tatlılığı içinde, Guduz Hacıyla el ele tutar o günkü heyecanı her gün tazeleyerek gider “O” yeni Dünyanın büyülü havasının içerisine girerdik.
“O” büyülü Dünyanın içinde; yeni kıtaları, çeşitli ırkları, farklı iklimleri, güneşi batmayan adaları keşfeder, bilinmeyen bu Dünyanın içerisinde kaybolur, her birimiz yeni topraklara sahip olmanın vermiş olduğu o kazanma hissini doyasıya yaşardık.
Kını Veysel; yeşil çakır gözlü oldukça muzip hareketleriyle oyunu kurar; ” O” gün artık, birdirbir mi? kılıç mı? topuz mu? Oyunu oynayacağız bunu belirler, yeşil gözlerini bir sağa bir sola çevirerek oyunun rotasını çizerdi. Guduz Hacı arada bir oyunbozanlık eder, Cefo Mustafa ortayı bulur, Gılık İsmail hiç itiraz etmez, oyun sürüp giderdi.
Aslına bakarsanız gurupta birde Yılmaz vardı. Guduz Hacının abisi. Yaşça biraz büyük olduğu için devamlı saygın bir yeri vardı.
Birde mahallemizin kızı Öznur.
Öznur; kıvırcık saçlı, oldukça sportif hatta okulda kros yarışmalarına katılır, çeşitli dereceleri olan atletik bir kızdı.
Öznur; mahallede “Yakar Top” oyunun organizatörü olup bütün çocuklar; onun başında toplanırdık. Çocukları iki guruba ayırır, oyunu kendi isteğine göre kurar, kimseye pabuç bırakmazdı.
Daha da ilerisi iyi bir yönetmendi. Mahallenin çocuklarını organize eder herkese bir görev verirdi.
Tipi tip sakızlarının resimlerinin toplatır, onları seri numaralarına göre dizer, olmayan numaraları tespit eder, bizlere görev verirdi.
“Şu, şu numaraları bulun gelin.”
Bizler bütün çöplükleri, kaldırımları, sokakları arar tarar bulabildiklerimizi toplar getirirdik.
Öznur; bulduklarımızı sıraya koyardı. Ardından bilgiç bakışlarla hepimizi süzer.
“İyi aradınız değil mi? ” der gibi gözleriyle sorguya çekerdi.
Kış geldiğinde okulumuz daha bir başka güzel olurdu.” Kar cennetinin içinde buzlar sarayı.” Talebeler gelmeden okulun “halfe” dediğimiz hademesi; yolları, kar küreğiyle temizler, sınıfların bütün sobalarını yakar, okulu ılık bir sıcaklık sarardı.
Bizler sınıflarımıza girdiğimizde, ılık sıralara oturur, öğretmenimizi beklerdik.
Çiğdem öğretmen; sınıfa gelir “O” uzun boyuyla, uzun dalgalı saçlarıyla, nurdan bir firuze gibi etrafına ışık saçardı. Her bir salıntısında, gözlerimizle onu takip eder, ağzından her çıkanı, kutsal bir vahiymiş gibi içimize sindirir her halini küçük muhayyilemizde sinemize sığdırırdık.
Bazen gözyaşlarımızı siler; yumuşak munis bakışlarla sinesine bastırır “bir annenizde benim” der gibi yumuşak pamuk elleriyle sırtımızı okşar “Ben ona gösteririm.” Derdi. Bazen de mutluluğumuzu paylaşır; kendi çocukları ile gurur duyan bir anne gibi gözlerinde başarının ışıltısını saçardı. O ışıltı öyle bir ışık saçardı ki bütün sınıfı, bütün öğrencileri aydınlatırdı.
Bezenleri ise hüznün nemli matemi sarardı o kutsal yüzü. Onunla birlikte bütün sınıfı da aynı hüznün matemi sarardı. Bazı kız talebeler “Neden üzgünsünüz öğretmenim? ” diye sorarlar hatta boynuna sarılırlar içlerinden bazıları ağlamaya başlardı. O ise o anda tebessüm etmeye çalışır, ışıklı nur yüzünde taze bir çiğdemin, gül yaprağına düşmesi gibi gamzeleri oluşurdu. Yüreğindeki sıkıntıyı çocuklarına hissettirmeyen bir anne gibi.
Bezenleri lahuti bir sessizlik sarar, sarmalardı sınıfı; yağmurlu, şimşekli havalarda. İlahi seslerin çıkarmış olduğu o gümbürtü, ardından sağanak yağışın hışırtısı, hepimizi birbirimize yaklaştırırdı, dağ başında kalan kuzular gibi.
O zamanlar; Çiğdem öğretmeni daha çok yaklaştırırdı bizlere. Kanatlarının altına alan gök kuşağı meleklerine benzerdi. Mavi, mor, kırmızı pembe.
Çiğdem Öğretmen:
Hatırlarımın sisli mateminde kalan yürek yarası!
Çiğdem öğretmenimize doyamadık!
Üçüncü sınıfın sonunda ayrıldık. Tayini çıkmıştı. Ortada kalmıştık!
Dördüncü sınıfta sınıfımızı böldüler, yarısı başka sınıfa, yarısı başka bir sınıfa. Biz de Zeki KANSOY öğretmenin sınıfına düşmüştük. Bir müddet onda okuduk. Ama bir kere ortaya düşmüştük ya! Artık bize hoca ve sınıf dayanmadı. Bir “O” hocaya bir bu sınıfa dolandık durduk. Sizin anlayacağınız “Meco Kuzu” olmuştuk. Meco Kuzu nedir bilir misini? : Annesi ölen kuzuyu başka koyunlardan emzirirler ama ne kadar emzirirlerse emzirsinler yine “O” kuzu diğer kuzulardan küçük ve zayıf olur.
Dördüncü sınıf böyle geçti.
Beşinci sınıfa geldiğimizde Nurten öğretmen gelmişti. Kumralın güzeli, uzun düz saçları, göz alıcı uzun ojeli tırnaklarıyla Nurten öğretmen; Türk Filmlerin de başrol oynayan “küçük hanım” gibi bir hanımefendiydi.
Kızdığı zaman; cezalandıracağı öğrencinin kulaklarının yumuşak kısmını iki tırnağıyla sıkar, çocuklar: “ Öğretmenim bir daha yapmayacağım.” Diyene kadar sıkmaya devam ederdi. Nurten öğretmenin cezalandırması böyleydi.
Ama biz Nurten öğretmenimizi çok severdik. Çok olgun ve hanım bir öğretmendi.
(1)

Vasfi Okur
Kayıt Tarihi : 21.11.2010 15:18:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Vasfi Okur