Biliyorum, biraz absürd tiyatro gibi ama sabahları ya en galiz sözcüklerle birbirlerine küfür eden şoförlerin kavga sesleriyle ya da penceremin altından geçen akordeoncunun çaldığı meşhur valslerle uyanıyorum. Arası yok, hemen her duygunun, hadisenin uçlarda yaşandığı sürprizli bir ülke burası. Aslında bu tuhaflığın insanı sarhoş eden müphem halini seviyorum ama bazen karmaşadan, şiddetten, kalabalığın manasız uğultusundan, kötülüğün tahakkümüne boyun eğenlerin sığ oyunlarından uzaklaşmak istiyorum. Ayrıca arada herkes gibi kendimden, tozlu alışkanlıklarımdan, yorgun beklentilerimden ve hayatı sıradanlaştıran ilişkilerin ağırlığından da fena halde sıkılıyorum.
Böyle tatsız bir hissiyatla gözlerimi araladığımda başka bir şehirde tertemiz, geçmişi olmayan bir güne doğduğumu hayal edip, tekrar gözlerimi yumuyorum. O yumuşak vals melodilerine eşlik eden kısa rüyalarım, geleceği gölgeleyen muhtemel sıkıntıların, buğulu mazinin üstünü ipeksi bir ışıkla örtüyor sanki. Akordeoncu sokağın köşesinden bana doğru yaklaşırken usulca kendi üstüme doğru kıvrılıyorum, bir cenin gibi iyice küçülüyorum. Artık karanlık bir rahmin içinde olmak istediğim şehirdeyim...
Fotoğraftaki pencere...
Fotoğrafta gördüğünüz ahşap kapının çürümüş kanatlarını parmak uçlarımla hafifçe itince, yaralı bir hayvanın iniltisine benzer bir gıcırtı duyuyorum. Bahar güneşinin yüzümü aniden aydınlatan yoğun parlaklığı önce biraz huzursuz ediyor ama sonra gerinirken iç kamaştıran ılıklığa alışıyorum. Bahar rüzgârıyla hafiften ürperen bacaklarımı süslü balkon demirlerine dayayıp bir süre sokağın seslerini dinliyorum. Aşağıdaki kahvede oturan insanların bilmediğim bir dildeki sabah mırıltıları meydandaki küçük çeşmeden fışkıran suların neşeli şıkırtısına karışıyor. Berberin şımarık çırağı sözcükleri esneterek, yayarak, uzatarak eğlenceli bir şarkı söylüyor. Bir an karşı pencereden izlendiğimi fark edince utanmış gibi yapıp içeri kaçıyorum. Mutfaktan avludaki manolyaların baygın kokusunu bile bastıran taze bir kahve aroması yükseliyor. Bomboş, tembel bir günün içinde salınacağımı bilmenin sevinciyle kütüphaneye gidip küçük ama unutulmaz bir kitap seçiyorum. Mrs. Stone’un Roma Baharı’nı alıyorum elime. Sararmış yaprakları rutubetli sandık içleri gibi kokuyor.
T. Williams’ın sinir uçları açık kadınları...
O naftalinli kokuyla gevşedikten sonra geniş, beyaz çarşaflı, pürüzsüz bir yatağın üzerine uzanıp kitabın ilk sayfasını açıyorum. Yüzyılın en önemli oyun yazarlarından birisinin modern edebiyatın kimi zaman ‘yalınlık’ sandığı kifayetsizliğiyle alay eder gibi yazdığı giriş cümlesini okuyunca üç bin senelik şehir sözcüklerin büyüsüyle canlanmaya başlıyor: “Sırtüstü uzanmış yatan dev kadınların memeleri gibi kabararak evlerin köşeli çatıları üzerinde yükselen eski kiliselerin kubbeleri, hala altın rengi bir ışıkla yıkanıyordu.” İşte o şehirde güzelliğinin kaybettiğinin bilincine varan eski bir yıldız, Karen Stone, gerçeklik duygusunu kaybetmiş yanılsamasıyla dolaşıyor. Kaybetmemiş aslında, zihninin gerçekle düş arasında gidip gelen yolcuğunu sessizce kabullenmiş gibi görünüyor sadece. Onunla birlikte kehribar rengi binaların arasına sıkışmış dar sokaklarda, parlak vitrin camlarında, pahallı terzi salonlarında, Roma sakinlerinin ‘rondini’ dediği kırlangıçların begonvilli terasların hizasına kadar alçalıp ‘kımıl kımıl bir ağ indirdikleri’ alacalı akşamlarda kayboluyorum. Mrs Stone, Williams’ın bütün sinir uçları açık,‘uyurgezer’ kadın kahramanları gibi yetersizliğini, uyumsuzluğunu kalp bilgisiyle hissetmeye çalışıyor. Hayat bildik düzenin matematiksel kurallarıyla devam ettiği halde, o ‘ölüm sonrasını yaşadığı hissini uyandıran’ Roma’da hayata kapılıp gitmiş gibi davranıyor. Ama neye kapılmak istediğini tam bilmiyor. Geçmişte bıraktığı parçasının üstünü yağmur bulutları kaplamış. Çoktandır hatırlayamadığı, bir zamanlar derin bir sevgiyle sevdiği o adamın ismini düşünüyor. Kimdi o?
Kırılgan duruşlarına rağmen biraz küstah olan o kahramanlarla ve ironik anlatıcısıyla birlikte bu şehvetli maceranın içinde özgürce dolaşıyorum. Mrs. Stone’un pek hoşlanmadığını söylediği halde, karşı koyamadığı genç jigolosu Paolo’da sevdiği o erkeksi ağır kokuyu duyuyorum, kalçalarının üzerinde dinlendirirken hayal ettiği parlak ve büyük ellerini görebiliyorum. “Karşıdakiyle oynaşmaktan çok karşısındakinin kendisiyle oynaşmasına alışkın olduğunu açıkça belli eden” güvenli ifadesinin sonra nasıl kırılıp döküleceğini sezebiliyorum. Kendisine karşı çalışan zamana direnmesini, yüzleşmek zorunda olduğu yaş dönümünün sancılarını derinden hissetmesini anlayabiliyorum. İyi bir sanatçıdan çok renkli bir sahne yıldızı olduğunu bilen, yitirdiği güzelliğin zamanla kendisini nasıl eksilteceğini anlayan zeki bir kadının pervasızca, zevk alarak yaşadığı o hoyrat, ‘ucuz’ ilişkide nasıl hırpalandığını görebiliyorum. “Beni kimsenin kendim olduğum için arzulamayacağı bir an gelecekse eğer, hiç kimse arzulamasın daha iyi” derken sesinin nasıl çatladığını da duyabiliyorum. Kendini aldatışındaki o soylu duruş için onu bir kez daha içtenlikle seviyorum. ‘Tehlikenin gizli bilincinden, akıldan arınmış’ saf bir arzuya kapılabilen bir kadının neye benzediğini onu yaratan usta yazarının incelikli diliyle hissedebiliyorum çünkü.
Tennessee Manolyası...
Mrs. Stone, dünyanın büyük boşluğunda kalakalmış gibi duruyor. O terasa çıktığında her şeyin, ‘gökyüzünün, zamanın ve varoluşun kapılıp gittiğini’ görebiliyor. Ona hem biraz acıyor, hem de kendisini o doğal akışa teslim edebilmesini kıskanıyorum. Williams’ın söylediği gibi, insana özgü bütün dürtülerde anlaşılmaz bir yan var belki de. Yazarın, “Çok genç biriyle daha yaşlıca biri arasındaki aşkın en korkunç tarafı da kişinin kendisine olan saygısını kaybetmesini neredeyse zorunlu kılması galiba” diyerek ruhu çaresiz bırakan dikenli cümlesi biraz içimi burkuyor.
Kitabı kapatınca uykunun koyu ağırlığına yenik düşüyorum. Roma’daki rüyamda, güneyli aksanı ve kadınsı davranışları yüzünden kendisine “Tennessee manolyası” ismi takılan yakışıklı bir çocuk-adam görüyorum. Çocuklarına tacizden çekinmeyen ayyaş babası ona “Nancy Hanım” diye sesleniyor. Thomas’a “kaç oradan, sakın arkana bakma” demek istiyorum ama sesim çıkmıyor. O kimseyi duymuyor zaten.13 yaşındayken annesinin hediye ettiği daktilonun başında, ağzından çıkan mavi dumanların arkasından hınzırca gülümsüyor. Masasında yanından hiç eksik etmediği yarısı boş bir viski şişesi duruyor. Muhtemelen onda iz bırakmış bütün güneyli kadınların, kendi düşlerinde yaşayan annesinin, şizofren kız kardeşinin ve diğerlerinin içinde sonsuza kadar yaşayacağı oyunlarını düşünüyor. Sonra aniden bana dönüp “Biliyor musun, ben en önemli oyunlarımı; İhtiras Tramvayı, Kızgın Damdaki Kedi, İguana Gecesi, Yaz ve Duman, Gençliğin Tatlı Kuşu’nu, onun sayesinde yazdım” diyor. Ölene kadar tek aşkı olarak kalacak olan Frank Merlot’dan bahsediyor ve kadehini onun şerefine kaldırıyor.
İç içe geçen rüyalarım giderek yükselen akordeon sesiyle parçalanıyor. Bir süre sonra gürültücü adamlar benim bildiğim bir dilde küfretmeye başlıyor. Kendi yatağımda, bildiğim bir sabaha uyanacağımı anlıyorum. Ve nedense mutlu oluyorum...
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 5.3.2016 11:55:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!