Taze Simit Bayat Hayat (öykü)

Gökhan Sarıkaya
24

ŞİİR


0

TAKİPÇİ

Taze Simit Bayat Hayat (öykü)

"Umutların bizi yaşama bağladığı o güçlü anlarda, yaşadığımız yerin neresi olduğu konusunda pek fazla sorun yaşamayız genellikle. Fakat dış dünyanın arzu edilen cazibesi kaburgalarımıza basınç yaptığı zamanlarda ise çaresizliğimizin dipsiz kuyularında buluruz kendimizi çığlık çığlığa. Bu tuhaf çelişkilerin zihnimizde yarattığı dünya dünyaların en kötüsüdür.
Beyaz sayfalara çizilen eğri büğrü çiçeklerin isimlerini bilip kokularını belki de bir daha duyumsamdan, yaz sıcağında kuruyan otların çıtırtısını, üzerinde gezindiğimiz dünyanın yağmur sonrası toprak kokusunu ciğerlerimize çekmeden yaşamak...
Böylesi bir insan kuşatılmış olduğu ümitsizlik batağından hangi meydan okumayla kurtulabilir?
Kurtuluş; kapana sıkışmış olduğumuzu inkâr edip hayali bir senaryoyla gerçeğe karşı kazanılacağına inanılan bir sorumsuzluk halimidir?

Kurtuluş: yaralı olanı azarlamış olan bu hoyrat dünyanın sunulmamış olan nimetlerine, lanet okuyarak ve daha fazla zalimleşmesine izin vermeyerek, onu reddederek gerçekleşir.
Çünkü, bir kez kırılmış, yaralanmış ve incinmiş olan kişinin tutunacağı dal, hayal kırıklığının meyvesini verir.
Kurtuluş ateşinin yalancı harıyla kavrulan, kabul ettiği hayatın saçmalığında kaybolur..."

Fikri, bu düşüncelere kapılıp giderken, kendini göz kapaklarının arkasından konuşuyormuş gibi hissetti. Birbiri ardına geçen araçların gürültüsü ve korna sesleri dâhi bölememişti bu vecd hâlini. Tezgâhın başına gelip duran küçük bir erkek çocuğunun öksürük sesiyle irkilip açmıştı gözlerini. Çocuk, utangaç bir tedirginlikle,

-iki tane simit alabilir miyim?
dedi.
Çocuğun gözü bir yandan tezgâhta duran susamları kızarmış simitteyken, bir yandan da uyuduğunu düşündüğü saçı sakalı birbirine karışmış olan adamın garip görüntüsündeydi.
Fikri, çarçabuk toparlanıp simitleri küçük kese kağıdına koyup çocuğa uzattı.
Çocuk avuçlarında tuttuğu bozuklukları tezgâhın üzerine koydu.
-Ne kadardı simitler?
dedi kuru bir sesle ceplerini yoklarken.
Fikri tezgâhın üzerinde duran bozuk paraları sayıp diğer avucuna aldı,
+Altı lira, fakat burada dört lira elli kuruş var.
dedi
Çocuk nafile bir çabayla ceplerini yokluyordu. Yere bakıyor, ceplerini ters yüz ediyor, fakat olan parası bu.
Fikri, kırçıl sakalıyla çevrelenmiş yüzüne ince bir tebessüm yerleştirip çocuğun uzayıp giden çaresiz arayışını sonlandırmak istedi.

+Tamam bu seferlik böyle olsun ne yapalım. Bir gün çok paran olursa ve ben burada olursam fazlasıyla ödersin.
dedi.

Işıl ışıl olmuştu çocuğun gözleri. Ses tonuna yansıyan sevinçle teşekkür edip, yağmur damlacıklarıyla ıslanmış caddenin parlayan yüzüne ayaklarını vura vura koşarak uzaklaşıp gitmişti.

Uzaklaşmak, cisimlerin merkezi noktadan git gide görünmeyecek hâle gelinceye kadar ufalıp nokta kadar olması. Birinin gözünde büyüyen varlığın, kendi evreni dışına çıktığında hayalin sığdırabildiği oranda yer işgal etmesi. Uzaklaşmak bir başkasına karşı kazanılan galibiyet mi?
Eskidikçe görünmez kederlerin yükünü de üzerinde taşıyan eşyalar gibi gittikçe daha çok yıpranarak, koyu renkler bırakıp arkasından kendi izlerini takip ederek topal bir bilincin son sürat hızıyla uzaklaşmak ...
İşte böyle baka kalmıştı çocuğun uzaklaşıp giden görüntüsüne kendi anısını katarak ve anısına rahmet okuyarak üstü kapalı sözcüklerle.
Sesine sinen geçmiş ve şimdinin ezerek harap ettiği yorgun ruhuyla,

+Simit, taze simitlerim var
diyerek normal durumuna dönmeye çalıştı. Sonra daha gür bir sesle,
+Taze bunlar, çıtır çıtır.

Mahallenin çukurlu yollarından simit arabasını evine doğru sürükleyip götürürken, duvarların sloganlarla bezenmiş yüzlerine bakıp, yalancı bir baharın kısa süren sevincini hissetti içinde. Sanki çiçek bahçelerinde geziniyormuş ve sanki o duvarlardan birinin beton gövdesini kırarak çıkıp gelecekti gençliği. Belki o an yıllar önceki haliylen kavgaya tutuşacaktı. Ama her defasında kavgayı o sert yüzlü gençliği kazanacaktı. Yaşlı yüzünde biriken karanlığı, küfürsüz bir hoyratlıkla göz kamaştıran bir aydınlığa çevirecekti o duvarların arasından fırlayıp gelen gençliği. Böylece kabuğunun içerisinde gittikçe alev topuna dönüşen öfkesi yavaş yavaş soğuyarak, kendi küllerinden yaratılmış pürüssüz bir umudu gövdeye getirecekti.

Bahçeli evinin tahta kapısını ardına kadar açıp simit arabasını içeriye koyduktan sonra, iki göz odalı evinin eşiğinden adımını içeriye doğru atmıştı. Kendine ait bir oda, böyle söylemiş ve böyle bir kitabı okuduğunu anımsamıştı bir an. Sonra yorgun bedenini boş bir çuval gibi çek yatın üzerine bırakmıştı boylu boyunca. Kısa bir süre sonra odanın tüm boşlukları Fikri'nin hırıltılarıyla dolmuştu. Tek kişilik bir kalabalığın tahakkümüne teslim olmuştu oda. Uyurken seyirip duran yüzü ve kuru dudaklarıyla mırıldandığı birkaç sözcük, Fikri'nin derin bir rüyada olduğunu gösteriyordu.
Rüya; avuntulara açılan kapılar, kraliyet saraylarına en ucuz yolculuk...

Boğulacakmış gibi uyanıverdi birden. Bahçesine bakan penceresine doğru hareketlenip telaşla perdeyi aralayıp dışarıya baktı. Daha sonra derin bir ohh çekti ve rahatladı. Evet simit arabası bıraktığı şekliyle aynı yerindeydi. Ve sanki simit arabası da Fikri'nin bu hâline alışmış gibi minnet ve sevgiyle onun derin çizgilerle dolu yüzüne bakıyordu.
Belki konuşacak olsa şöyle bir şey derdi kesin;
-Evet buradayım korkulacak bir şey yok Fikri.

Mahallesini seviyor, Bakkal Asım'ı seviyor, Kahveci Hüseyin'i seviyor, mahallesinin duvarlarında ki yazıları ve hatta başı boş kedi köpeklerini dahi seviyordu Fikri. Ama bir yandan da ekmek teknesinin bir gün bahçesinden çalınıp gideceğinden korkuyordu. Bu korku kimi zaman onu rüyalarına kadar takip etmekteydi. Dış gerçekliği tamamen mahalledeki hırsızların insafına kalmış gibiydi. Bazen kendi kendine söylenirdi;
+Yok canım yok çalmazlar. Hırsızın başka işi mi yokta gelip benim arabayı çalsın?
Bir süre bu düşünceye inanıyordu ama daha sonra gazete ve tv'ler de gördüğü haberleri okuyunca büsbütün keyfi kaçıyordu.
"Mahalleliye pes ettiren hırsız sabahın erken saatlerinde bir evin demir kapısını çalıp götürürken kameralara yakalandı."
"Mağazanın önünde duran cansız mankeni ve üzerinde ki kıyafetleri çalarak kaybolup gitti."
"Hırsızın bıraktığı not şaşkına çevirdi! Kıymalı yumurta yapıp, duş almış ve bir not bırakarak pencereden çıkıp gitmiş."
+Ya çalarlarsa ne yaparım ?

Bütün gücüyle simit arabasına abanıp sabahın erken saatinde Kahveci Hüseyin'in kahvesine gidip o saatte orada olan ve sabahın taze çayını yudumlayan farklı hikayeleri olan birbirinden farklı adamlara simitlerini sattı. Tavana monte edilmiş demir kutunun içinde sürekli cızırtılı sesler çıkaran siyah beyaz televizyonun karşısına geçip haberleri izledi, bir yandan da çayını yudumluyordu. Çayından kalan son yudumu da içtikten sonra, demir kaşığı bardağın içine bırakarak,

+Hüseyin, bir çay daha verir misin kurban.
dedi.
Kahveci Hüseyin çay ocağından çayı getirirken, yarı alaycı bir sesle,

-Maşallah sanki ağzında teneke var. Ne acele ediyorsun biraz yavaş içsene. Gören de devlet için önemli işler yapan biri sanacak seni.
dedi.

Fikri'nin yüzü düşmüştü o an,
+Niye yapmadık mı bir zaman?

-Tamam yaptın bir zamanlar, yaptın da eline ne geçtiyse sanki. Neyse sabah sabah canını sıkmayayım. Al bakalım tavşan kanı bu.

+Eyvallah Hüseyin arkadaş. Haklısın yaptık da elimize ne geçti ki? Siktir çekilip bir kenara atıldık bir şeylere itiraz ettiğimiz için. Bize onursuz yaşa dediler, yaşamadık can dost! Simit sattık ama onurumuzu satmadık. Dimdik durduk, dimdik öleceğiz.

-Öyle tâbi, ne mutlu onurunu satmayana. Ne mutlu dirençle çoğalana...

Yaşamın kendisine inat sonsuz bir sabırla göğüs gerebilmek her şeye. Yıkılmanın da adabına yakışır bir şekilde o son düşüşe kadar dimdik durabilmek. Herkeslerin ve hiç kimselerin seni duyamayacağını bile bile kendi yankılarınla başbaşa kalıp savaşmak insan ötesi bir çabayla.
Sürdü arabasını yokuş yukarı, gitti gitti. Yürüdüğü sadece yoldu, yolu yürüyen sadece ayaklarıydı. Gözleri uzak çok uzak bir noktaya erişmek için bedeninden bağımsız ve hatta şehrin kendisinden bağımsız bir başka uzağa gidiyor, bir başka uzağı arıyor gibiydi. Bakışlarının dayandığı sınırlar nerede başlıyor, nerede son buluyordu? Şu bir gerçekti ki hiçbir şeyin ona dokunamadığı bir yerdeydi, o yerin mutlak hafifliğindeydi ruhu. Bedenini çevreleyen, içine çeken ve onu boğan bu toprakların lanetlenmiş bir yabancısıydı Fikri. Yaşadığı şehrin kanserli hücresine dönüşüyordu tüm iç çekişleri. Kendinden başka hiç kimsesi yoktu bu hayatta. Yaşamında olan ve onunla yürüyen kim varsa bir bir çıkıp gitmişlerdi.
Yiten buydu işte ...

Acı bir fren sesi duydu kulakları son kez. Dağılıp yere savrulmuştu bedeni ve yere savrulmuştu simit arabasındaki tüm simitler. Cansız bedeni ona hiç benzemeyen bir adama dönüşmüştü kısa süre sonra. Ve kendi soğuk kanının için bir eski fotoğraf. Eski fotoğrafın içinde onlarca yanık yüzlü köy çocuğu. Çocukların ortasında takım elbiseli, gür bıyıklı Fikri öğretmen.
Fotoğrafın altında bir el yazısı:
"Çocuklarımı özledim. Çocuklarım sizi çok özledim!"
Artık yoktu ve yıkılmış bir ses kalmıştı kendi sokağına,
+Taze simitlerim var..."

Gökhan Sarıkaya
Kayıt Tarihi : 29.5.2022 22:46:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Gökhan Sarıkaya