ADI KONMUŞ BİÇİMİN OKUYUCUYA ETKİSİ
Yaratıcı drama çalışmasında kullanılan bir yöntem vardır. İki kişilik mini gruplar oluşturulur. Kişilerden biri A olur, diğeri B. Önce A hamur olur, B heykeltıraş, sonra tersi. İlk şekilde B, A’yı dilediğince yoğurur. Hamurunun kıvamının hazır olduğunu hissettiğinde ona şekil vermeye başlar.A, B’nin kendisine yaptırdığı hareketlerin bedeninde duruşuna tamamen uyum göstermek zorundadır. Başka bir deyişle kendini B’ye bırakır. A’nın kafasında B’yi yoğururken oluşan hikaye gittikçe belirginleşmeye başlar. Kendince A’ya son şekli verdiğini düşündüğünde onu o formatta bırakır. A kendisine verilmiş son durumunu sabitleyerek bir heykel gibi hareketsiz kalır. Bu çalışmayı yapan tüm ekipler heykelini bitirdiğinde çalıştırıcı teker teker heykellerin etrafında gezinir. Herhangi birinin omzuna dokunur. Dokunduğu kişi kendisinin hangi hal içinde olduğunu düşünüyorsa, ona uygun şekilde doğaçlama yaparak oynamaya başlar. “Ben şuyum ” diye değil de doğrudan o olarak. İşte bu bitirilmiş son pozisyonla, konuşmaya başlanma noktasına kadar geçen sessiz aralığa kocaman öyküler sığar.
Çok ilginçtir ki, tam bir konsantrasyon ile çalışabilmiş ekiplerde hamur konumundaki kişinin kendi vücuduna verilmiş şekle oldukça uygun olacak biçimde davrandığı görülür. Tam da kendisine yüklenen temaya ve onun yarattığı psikolojiye çok yakın bir öyküyü barındıran tutumlar sergiler. Farklı olma durumunda ise, bu o kadar önemli mi sizce? BU durumda hamurun düşüncesi mi gerçek olandır, heykeltraşınki mi, yoksa o çalışmayı izleyen çalıştırıcının gözünde canlanan öykü mü? O safhada hangi öykünün gerçek olduğuna kim karar verecek? Konuya somut olarak bakıldığında; ortada sadece netleşmiş bir beden duruşu vardır ve sonrasında söylenmiş birkaç cümle. İşte oradaki duruşlarda, gülümseyişlerde, alındaki bir çizgide, kaldırılmış bir kolun havadaki edasında şiirsellik vardır. Duruşun içinde şiir, o şiirin içinde gizli öyküler vardır. Tanımlanmamış, sınırları çizilmemiş bir aralıkta dans eder orada sanat. Bu örneği edebiyat üzerinden düşünürsek, edebi form veya belli akımlara göre beklentisini önceden belirleyen okuyucuda ürüne karşı doğal olarak oluşan ön yargı yoktur bu aralıklarda. Dolayısıyla “ Tanımla ve sıkıştır”ların daraltılmış bakışı da.
“Düz yazı kolonyaysa, şiir parfümdür” denir. Doğrudur, ancak bu noktalarda öyle ince bir ayar var ki. Bir ürüne baktığımızda bunun biçiminin sorgulanması noktası birincil bazı oluşturuyorsa özü kaçırmak mümkün olabiliyor çoğu kez. Edip Cansever’in yer yer epik tiyatro gibi süren, yer yer yunan tregedyalarına benzeyen “Ben Ruhi Bey, Nasılım” isimli şiirini nereye koyacağız bu ölçütlerin süzgecinden bakarsak? Ya da İsmet özel’in “Ils Sont Eux” isimli şiirini okudukça şiirde Andrei Tarkovsky tarafından çekilmiş bir filmin karelerini görür gibi oluruz. Peki buna dayanarak “Bu şiir değildir, açıkça öykü anlatır” mı diyeceğiz? Amaç, yaşama değen ürünleri paylaşmaksa, değdiği noktayı bırakıp bunun anlatıldığı şeklin adını mı tartışacağız, edebiyat çevrelerinde? Güzelmiş ama doğrusu bu duyguyu böyle anlatmanın modası geçti mi diyeceğiz? Hala Karacaoğlan’ın sözlerinden için için etkileniyorken, bir yandan da riyakarlık takınıp onu demode mi bulacağız?
işleri düşünmekten
Kalabalığın içinde kalabalıktan biri
Gecenin içinde bir yıldız, yitip gitmiş çocukluk gibi
Sevgilimsin,ak dişlerini öpüyorum, aralarında bir mısra gizli
Dün geceki tamamlanmamış sevişmeden