TAŞ ŞEHİR
Otobüsümüz Nevşehir terminaline girdiği zaman güneşin ılık sıcaklığı içimizi yeni ısıtmaya başlamıştı. Bazıları için son durak olan Nevşehir terminali bizler için henüz son durak olmamıştı. Buradan 20 Km daha, doğuda olan, bizim için meçhul şehirde karar kılacaktık.
Nedense tarif edilmez bir duygu içimi yalayıp geçti. Herhalde bir yerlere veya birilerine yaklaşmanın yakınlığı olacak.
Tekrar hareket eden otobüsümüzün içinde, tamamen farklı bir doğanın içerisinde olduğumuzu fark ettiğimde; taşların ilk kez bu kadar albenili olduğunu o zaman gördüm. Çeşit çeşit şekillerde bir sürü kaya; kimi peri bacası, kimi bacası olmayan peri, kimide binlerce yılın bekçiliğini yapan bekçi perisi. Her biri farklı karakterde, her birinde ayrı bir ahestelik. Kimi; usta bir sanatkârın elinden çıkmış Zeus heykeline benzerken kimileride Erosu kıskandıracak kadar zarif görünüşlüydü.
Nevşehir’den yaklaşık 20 km doğuya doğru gidildiğinde Taş Şehirle karşılaşıyoruz.
Şehre; “üç perilerin” hâkim olduğu bir tepede aşağı inerek “taş şehirle” müşerref oluyoruz.
İpek yolu üzerinde Türkiye’nin tam ortası. Diğer bir adıyla namı diğer “Kapadokya.”
Kapadokya: Persler döneminde “Katpatuko” adıyla anılır, anlamı ise “İyi at yetiştirilen bölge” imiş.
Taş şehirden kimler gelip geçmiş ki; Hattiler, Luviler, Hititler, Lidya, Med, Pers, Mekadonlar, Romalılar, Bizans, nihayet 11.yüzyılda Selçukluların hâkimiyetine giren Taş Şehir’in ismini de “Başhisar” koyarlar, daha sonra Osmanlılar zamanında “Burgut Kalesi” namıyla anılır olmuş. Cumhuriyet dönemimizde ise son şeklini alır. ÜRĞÜP.
Taş Şehir’in otobüs terminaline girdiğimiz zaman taş şehrin taş binaları ile çepeçevre kuşatılmış olduğunuzu iyice görürsünüz. Binalar, dükkânlar, kahvehaneler… Bu arada kahvehaneler demişken şu gerçeği de belirtelim ki gezip gördüğüm yerler içerisin de; kahvehanesi en az olan yerlerden biri.
Hele oteller. Oteller diyarı desek hiçte abartmış olmayız. Hem de taş oteller. Hatta kimileri taşların içerisine oyulmuş.
Bu kadar taş binanın neden bu şehirde olduğunu ister istemez sorguluyorsunuz. Sorar, soruşturursunuz. Ardından şu cevabı bulursunuz: Şehrin doğal dokusu bozulmasın diye alınan bir karar imiş.
Taş Şehirden yaklaşık 4 km doğuya gidip, ikamet yerimiz olan Karacaören Köyüne geliyoruz. Yine aynı manzara. Taştan bir köy. Dahası taşların içerisine kazılmış köy. Anadolu’nun toz, toprak yolları yine karşımıza çıkıyor. Kısa bir yokuşun ardından büyükçe görünüşlü Karacaören Köyü karşımızdadır artık. Büyükçe görünüşlü demiştik. Ama gezip gördüklerimiz hiçte öyle olmadığını gösterdi. Adeta terkedilmişliğin kendi kaderinde.
Ne bir ışık, ne bir çocuk sesi, ne bir köpek havlaması.
Yaşlılar. Sadece yaşlılar.
Onlar da bağ bozumu için oradalar. Bağ bozumu demişken üzümden bahsetmemek olmaz.
Köyün ve civar köylerin hemen hemen tek geçim kaynağı bağcılık. Bağcılık derken meyvecilik çok az bir yer tutar. Ağırlıkla üzüm. Ama bizim bildiğimiz asma üzümü değil. Küçük, bodur çalılarda olan küçük taneli, siyah kan üzümü veya sarı şaraplık üzüm.
Bizim geldiğimiz mevsimde bağ bozumu olduğu için, üzüm bağlarının içine düşmüştük.
Kül gibi kuru toprak içerisinde yetişen üzümler tatlı ve sulu. Susuz bu topraklarda bu kadar suyu bu üzümler nerden alır bilinmez ama bilinen bir şey var; o da Taş Şehre tam beş senedir yağmur yağmamasıdır. Su büyük bir sıkıntı. Köyün bütün kaynakları kurumuş. Hatta meyve ağaçlarının bir kısmı susuzluktan kurumaya başlamış. Susuzluktan küçük kalmış elmalar; küçük ama sulular, bu da tezat bir durum. Sıcak var ama susuz bir sıcak! Susuz topraklar üzerinde sulu meyveler! Köyün suyunu aşağılarda ki dereden hortumla alıyorlar. Suyu damağınıza yağlı gibi gelir, kolay kolay alışamazsınız. Su boğazınıza sarılır adeta.
1969’da 280 hane olan köyün nüfusu o tarihten sonra hızla azalmaya başlamış. Göç tufanı onları da vurmuş. Nevşehir, Kayseri, Adana, Bursa, İstanbul en çok göç alan illerimiz arasında. O tarihlerde taşların içerisine oydukları evler de yaşayanlar varmış, daha sonra bu evler depo olarak kullanılmaya başlanmış. Taş evlerin içerisine girdiğiniz zaman tecirli, terekli, kemerli hatta tandırlı, bacalı bir evle karşılaşırsınız. Küçük alçak tavanlı odalar iç içe oyulmuştur. Kemerleri sonradan yapılmış evlerde de görmek mümkün. Garip olanı odaların içlerine de kemer yapmışlar. Soğuk ve sıcağı dengeliyor. Doğal bir klima. Birde güvercinlikler var. Güvercinlerin gübrelerinden faydalanmak için yükseklerde, taşlara oyulmuş güvercin yuvaları. Ama bu yuvalara ince bir ahestelik verilmiş. Anadolu insanı elinin emeğini, gözünün nurunu, anlının terini vermiştir. Bu yuvalar da; Mimar Sinan’ın bir kemer süslemesini veya antik bir şehrin zafer takını görebilirsiniz.
Şimdilerde Karacaören köyü 60-70 hane kalmış, oda bağ bozumu için gelenleri düşersek kışın bu nüfus yarıya düşer. Kışın Karacaören Köyü yalnızlığın tam kucağına düşer.
Karacaörenli’ler; üzümden başka patates, salata, domates, biber patlıcan da ekiyorlar ama su kısıtlı olduğu için fazla bir üretimleri yok. Bir diğer ürünleri ise kabak çekirdeği. Fazlaca üretilen bu ürün diğer illere de satılıyor.
Bağ bozumuna gelip de; bağa gitmemek olmaz.
Köyün yukarılarında ki Hüsün ağanın bağına gidiyoruz. Yaşlı hanımı ile beraber üzüm topluyorlar. Selam verip kolay gelsin diyor, Hüsün ağayla beraber hem üzüm topluyor hem muhabbet ediyoruz.
“Oğul buralarda bele işte. Pek şivelerimiz uymasa da hoşuma gittin. Hele üzüm ye. Sen bize bakma, goca garıyla biz buralar sız yapamıyoruz. Ne yapalım böyük şeherin hengâmesine uyamadık. Çocuklar hep gittiler. Goca garıyla biz galdık. Bizde gördüğün gibi. Daha bin çıbık üzümümüz var toplanacak.
Topladığımız üzümleri plastik üzüm kasalarına koyuyoruz. Daha sonra bu kasaları “Patpat” denen küçük motorla başka bir üzüm bağının güney yamacına seriyoruz. Üzümlerin altına uzunca bir sergi yayıp üzümleri birer salkım olarak diziyoruz. Yirmi gün böyle kalıyor. Daha sonra bunları ters çevirip altta kalan taraflarını da kurutuyorlar. Sonra toplayıp salkımları silkeliyorlar. Kurumuş üzüm taneleri bizlere “Kuru Kan” üzümü olarak sunuluyor. Hüsün emmi bizlere köyün eski durumunu anlatıyor.
“ Bizim köy eskiden cıvıl cıvıldı. Zaten Ürgüp’e ne kadar uzak ki, bir mahallesi sayılırız. Yakında da mahalle edecekler. Şu gördüğün ilkokulda beş sınıf tıka basa öğrenci doluydu. Şimdide köyde topu topu on dört tane öğrenci var. Onlarda Ürgüp’te okuyorlar. Taşımalı sistem diyorlar. Okulumuzu kapatıp kütüphane yaptılar. Kütüphaneyi de kapattılar, kitap okuyacak kimse yok ki. Şimdilerde köy konağı olarak kullanıyoruz; o da düğünlerde, cenazelerde yemek vermek için. Nerden nerelere. Ah bu su; su bize küstü. Beş on senedir doğru düzgün yağmur yağmaz buralara. Hele beş senedir hiç yağmur yağmadı Ürgüp’e. Suda küstü, insanlarda. Babanın oğuldan, oğlun babadan haberi olmaz oldu artık. Biz kimler için yapıyoruz? Onlar için.”
Hüsün emmiyi dinlemek hem hüzün veriyor, hem memleketimizin sosyal yapısını düşündürüyor.
Taş şehrin taştan otelleri demiştik. Diye biliriz ki evden çok otel ve pansiyon var. Birçokları evlerini pansiyon olarak işletmeye açmış. Bu oteller öyle boşu boşuna yapılan oteller değil. Büyük bir turist yoğunluğu var. Bütün ekonomisi turizme bağlı, desek hiçte abartmış olmayız. Kafilelerle gelen turistler bu taştan otellerde konaklıyor, Peribacalarını, Ihlara vadisini, Göreme’yi, Zelve’yi geziyorlar. Buralarda çokça erken dönem manastırlar var. Hıristiyanlığın henüz Roma devleti tarafından serbestleşmediği dönem de; kayaların içine oyulmuşlar.
Gelen turistlerin bu manzarayı daha iyi görebilmeleri için balonlu turlar düzenliyorlar. Sabah erkenden havalanan rengârenk balonlar gökyüzünde adeta açılmış paraşütlere benziyor.
Balonları görebilmemiz için sabah oldukça erken kalkmamız lazımdı. Bizde öyle yaptık. Erkenden Karacaören köyünün yüksekçe tepelerine tırmandık. İyide bir spor oldu. Birer birer havalanan balonlar peribacalarını kuşbakışı geçtikten sonra yönlerini ıhlara vadisine çevirip gözden kayboldular. Balonların seyrinden sonra yine bir üzüm bağındayız.
Bu sefer de Sülmen Ağanın bağındayız. Önce bize sabah kahvaltısı olarak toplamış olduğu üzümlerden ikram ediyor. “Aç karnına şifa niyetiyle yiyin” diyor. Hem üzüm yiyor, hem Sülmen Ağayla muhabbet ediyoruz. Sülmen Ağa elimize bir bıçkı veriyor. “Boş durmak olmaz çocuklar. Biz nasıl kesiyorsak sizde öyle kesin. Sakın elinizi kesmeyin ha! ” Diye de tembihi veriyor. Bizde onun gibi üzümleri toplayıp kasalara dolduruyoruz. Hem dolduruyor hem muhabbet ediyoruz.
Mevzu dönüp dolaşıp dostluğa geliyor. Dost olmanın öneminden dostluğun özelliklerinden bahsediyor Sülmen Ağa.
Bu dağın başında öyle bir kemale rastlıyoruz ki hayret etmemek elde değil. Hiçte göründüğü gibi değil Sülmen Ağa. Adeta “üzerimizi unlu görüp de bizi değirmenci sanmayın.” Der gibi.
“ Oğul dost arıyorsan Allah yeter. Ama dostun, dostlarına da ihtiyacımız var. Dostluk öyle bir duygudur ki ‘Dostun yanında soyunup üryan olasın ama o dost ki, dostunda bir kusur aramaz onu eksiksiz tam görür. Hatta arkasını dönüp bakmaz bile.’ Dostluk Allah için olur oğul. Menfaatin olduğu dostluklara dostluk denmez. Muhakkak bitmeye mahkûmdur. Allah için olan dostluklar bakidir. Çünkü baki kalacak olan Allah tır. Şimdi ki dostluklar hep menfaate bağlıdır.”
“Sizinle aynı duyguları paylaşıyoruz Sülmen Ağam. Ama bazen sevdiklerimize, sevdiğimizi anlatamıyoruz. Bunda bazen acze düşüyoruz. Allah Resulü buyuruyor ya ‘Sevdiklerinize, sevdiğinizi söyleyiniz.’ Bu emrini yapmaya çalışıyoruz. Ama yine de bazen başarılı olamıyoruz. Kısacası derdimizi iyi anlatamıyoruz. Veya anlaşılmak istenmiyoruz.”
“Haklısın oğul. Ama onlarda haklı. Bu gibi duygular o kadar sömürüldü ki; kimin kurt, kimin kuzu olduğu bir birine karıştı. Ortalıkta o kadar kurt görünümlü kuzu, kuzu görünümlü kurt var ki, ne yapsın biçareler. Şimdi sen dersin ki ‘feraset’. Nerde kaldı insanların ferasetleri? Evlat: bunun için sen bir şey yapamazsın. Vermeyince Mevla, kul ne yapsın. Sabredeceksin. Sabır evlat sabır. Umulur ki sana verdiği sevgiyi bir gün Yüce Yaratan, sevdiklerine de verebilir. Sen yeter ki Allah için sev. Sevgine nefsini karıştırma. Zira nefsin karıştığı her iş kerihtir. Ondan artık hayır bekleme. Evlat dünya sevgi üzerine kurulmuştur. Sevginin en ekmeli muhabbettir. Yani Aşktır. Allah; Resulüne olan muhabbetine bu âlemi yarattı. ‘ Sen olmasaydın bu âlemi yaratmazdım ey Habibim (Sevgilim) ! ’ Seven kim? Allah. Sevilen kim? Resulullah. Allah Resulüne âşık ta, Resulü Allaha âşık değil mi? Yüce Allah Habibini hicret ettireceği zaman ‘ Ey habibim! Seni; Senin sevdiğin yerden, benim sevdiğim yere göndereceğim.’ Habibinin sevdiği yer nere? Mekke. Neden? Orda Kâbe var Allahın nazargahı. Allah oraya günde yetmiş kez nazar ediyor. Yani ora ‘aşkının mekânı’. Peki, Allahın sevdiği yer nere? Medine. Medine de ne var. Ravza-yı Mutahhara. Allah Resulü orada metfun. Orada; Allahın sevgilisinin mekânı. Sevginin yüceliğini şimdi anladın mı evlat? Sev evlat sev. Sen yeter ki Allah için sev. Allah herkesin kalbini bilendir.”
Uzun bir muhabbetten sonra Sülmen Ağadan müsaade istiyoruz. Bize bir kova üzüm veriyor.”Bu sizin hakkınız çocuklar.” Diyor. Kalbimiz Sülmen Ağada kalarak ayrılıyoruz.
Göreme, Zelve, Avanos’u gezmek için Taş Şehrin terminalindeyiz. Otobüsümüz bizi son durak olan Avanos da bırakıyor. Taştan yeraltı şehirlerinin bol olduğu Avanos da çömlekçilik ileri bir safhada. Kızılırmak. Ah Kızılırmak; “Nittin allı pullu gelini” İlkokul Türkçe kitaplarında ilk kez bu türküyle tanıştığım “Kızılırmak” şimdi karşımda idi. Akar mı, durur mu, hangi tarafa akar pek belli olmayan bu büyük nehir, doğal mecrasıyla, küçük adacıklarıyla uyuyan tufana benzer. Üzerinde uzunca asma köprüsü, üstündekileri salındıra salındıra geçirip, altından nazlıca akan deli poyraz. Nazlı gelinlerin ince salıntısını almış her bir kıvrımında. Kızılırmağa doyamadan ayrılıyoruz. Bu sefer ki durağımız; Zelve.
Zelve; taş sütunların, konik vadilerin şehri. Küçük bir yerleşim birimi ama turisti bol. Daha sonra ki durak: son durak, Göreme.
Göreme de; önce bir nefeslenip semaver çayı içiyoruz. Ama buraların semaveri biraz değişik. Çaylarımızı yudumlayıp burayı yayan olarak gezmeye karar veriyoruz. Servis şoförüne son servisi soruyoruz. “19.20 de Göreme’de olur.” Cevabını alıyoruz. Yaklaşık üç km yürüyoruz. Taş mağaraların ardından Hıristiyanlığın ilk mabetleri çıkıyor karşımıza. İç içe alt alta oyulmuş çeşitli galerilerle birbirlerine bağlantılı taş mabetler. Bir sürü peri bacası, hepsi başka şekillerde. Hiç biri birine benzemiyor. Doğanın ender vakıalarından. Ara sıra üzüm bağlarının ardından anayola çıkıp otobüsü bekliyoruz. Bekleyene kadar biraz yürüyelim diyoruz. Yürü ha yürü. Bu arada yaklaşık üç km yürüdük. Otobüs görünürler de yok. Yüksekçe bir rampanın ardından mola veriyoruz. Artık akşamın kızıllığı ufku kaplamıştı. Hala gelen giden yok. Bir sigara içelim, ha geldi ha gelecek. Görünürlerde kimseler yok. Bir sigara da içiyoruz. Ardından bir sigara daha. Artık ufukta kızıllıkta kalmadı. Gecenin karanlığı iyice etrafı kucakladı, bizlerde içerisindeyiz. Bu ara da saat 20 olmuş hala gelen giden yok. Zifiri bir karanlığın içerisindeyiz. Uzaklarda köy yollarının ince hattında, araba ışıkları taş sütunları aydınlatıyor, gecenin karanlığında bizlere yürek soğukluğu veriyordu. Otostop yapma fikri aklıma geliyor bir türlü cesaret edemiyorum. Zira bilmediğim yollar. Tanımadığım insanlar. Artık bu otobüsün zamanı geldi de çoktan geçiyor. Ama bizim otobüsten hala bir ışık yok. Yaklaşık yarım saat önce gelmiş olması gereken otobüsümüz, başka yolda olmadığına göre her hangi bir mazereti olamazdı. Yanımızdan geçip de görmememiz imkânsız bir şey.
Otostop fikrine artık iyice ısınıyorum ve tam karar vermişken. Lüks bir otomobil hızını azaltarak biraz ilerde duruyor. Gerisin geri gelerek yanımızda eğleniyor. Camı açarak bize: Ürgüp yolunu sordu. “Bizde oraya gideceğiz, bizi de götürür müsün? Yolu biliyoruz.” Dedik. “Buyurun beraber gidelim. ” Kısa sürede sohbet, muhabbet hemen kaynaşıyoruz. Ürgüp’e tatile gelen Konya Ereğli’sinden, sanayici bir çift. Eşiyle birlikte bir haftalık tatillerini Ürgüp’te geçireceklermiş. Asmalı Konağı soruyorlar. Beraberce konağa gidiyoruz. Televizyonda gördüğü konağı görünce eşi hayret ediyor. “Ne kadar da küçükmüş! ” Diyor. Vakit bir hayli ilerledi. Kalacak otellerini yerini tarif ediyoruz.” “Bize artık müsaade arkadaş” diyip ayrılıyoruz. Kime niyet kime kısmet. Biz otobüsü beklerken lüks bir otomobil!
Şehir turumuz devam ediyor. Küçük bir müzeleri var. Müze görevlisi hanım; bizi sıcak karşılıyor. Uzunca muhabbet ediyoruz. Gezip göreceğimiz yerleri anlatıyor. Çeşitli broşürler veriyor. Temenni Tepesinden bahsediyor. Şu anda; heyelan sebebiyle çalışmalar olduğu için çıkamayacağımızı söylüyor.
Temenni tepesinde iki adet türbe olduğunu buların kesin olmamakla beraber 1268 yılında Vecihi Paşa tarafından yaptırılan ve halk arasında “Kılıçarslan Türbesi” olarak da anılan Selçuklu Sultanı IV. Rüknettin Kılıçarslan’a, diğerinin ise III. Alaaddin Keykubat’a ait olabileceğini söylüyor. Akşamın karanlığı Taş Şehrin semalarını sarmaya başladığı zaman Akşam ezanlarıyla müşerref oluyoruz ve namazı eda için Yahya Efendi Camisine (1400) giriyoruz. Camide imamla birlikte üç kişiyiz. Namazdan sonra caminin tarihi hakkında konuşuyoruz. Karamanoğulları zamanında devrin en ünlü medreselerindenmiş. Osmanlı zamanındada bu konumunu korumuş. Cumhuriyet devrinde hapishane olarak kullanılmış. Daha sonra camiye çevrilmiş. Caminin bahçesinde medresenin, müderrisleri metfun. Müderris Hacı Hüseyin Efendi (1281) , Müftü Hacı Ali Efendi (1328) , Hacı Kurra Hasan Efendi (1217) .
Cemaatten Sami Amcanın babası Ahmet Efendi; Hacı Kura Hasan Efendinin Talebesi imiş. Çok âlim bir zat olduğunu söylüyor. Talebeliğinde büyük bir kabiliyet olduğunu ispatlamış. Hatta (Kurra) lakabının verilmesine de talebeliğindeki son sınavı vesile olmuş. Bir gün hocaları talebelerinin icazetini vermek için onları bir derenin kenarına götürür. Başlar imtihan etmeye. Sıra, Hacı Kurra Hasan efendiye gelir. Kuranı kerimi okumaya başlar. Okuması bitip (Sadakalla Hul-azim) dediği zaman artık derenin akmadığını görürler. Su oraya kadar geliyor, oradan yukarı gölleniyormuş. İşte o günden sonra (Kurra) lakabıyla anılır olmuş.
Taş şehir gezmekle bitecek gibi değil. Her bir tarafı tarih kokuyor, her köşesi coğrafya harikası.
Artık Taş Şehirdeki gezimizin sonlarına yaklaşıyoruz. Ve Nevşehir Terminalinde Otobüsümüzü beklerken Uzun süre yağmayan yağmur, bardaktan boşanırcasına yağmaya başlıyor.
Vasfi OKUR
Kayıt Tarihi : 12.11.2010 09:12:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
ellerinize sağlık hatırlattığınız ve çok güzel anlattığınız için ...
tam puanla
TÜM YORUMLAR (1)