Olgunlaşmamış sevginin nedenlerini sorgulamak benliğimizi, zihnimizi, duygu sistemimizi yıpratır. Bu yüzden ne kendimizi ne de ‘onları’ o tehlikeli sorularla baş başa bırakabiliriz. Sevdiklerimizden ya da sever gibi yaptıklarımızdan ihtimamla sakladığımız cevaplar eksik, abartılı hatta çoğu zaman yanlış olsa da kıymetlidir, bize yol boyu eşlik eden ‘büyük boşluğa’ rağmen umut vaat eden bir geleceğin zayıf halkalarına tutunmamıza yardımcı olur. Neden artık onsuz yaşayamayacağımızı ya da onun güçlü sevgisine rağmen boğulup nefes alamadığımızı aynadaki yansımamıza sorduğumuzda karşılaşacağımız muhtemel gerçeklerden fena halde korkuyoruz sanırım. Sevebilme yeteneğinin ve daha ziyade buna bağlı olan sevilme becerisinin herkese bahşedilmediği gerçeğini seziyoruz çünkü. Bütün çocukları için endişelenen adil bir Tanrı varsa eğer, o yeteneği acıtan, hakiki tecrübelerle daha derinden keşfedebileceğini göstermek için bizi yalnız bırakıyor diye düşünüyorum. Böyle tesellilerle avunmak benim gibi bu hususta kendini biraz beceriksiz zanneden çatlak ruhları da besliyordur belki, kim bilir?
Geçenlerde dünyanın yüz yıldır Tolstoy’suz olduğunu hatırlatan yazılara göz atarken, onun yarattığı karakterleri sevme potansiyelinin uzağında duran doğal insanlık hallerini, sevilme becerisinin ürpertici sihrini de bu sorular vesileyle hatırladım. Hayat hikâyesini farklı yazarlardan tekrar okuyunca keskin özelliklerinin yanı sıra çelişkilerle beslenen büyük bir yazarın neden çok sevildiğini ve her daim ‘zamansız yazarlar’ listesinin en tepesine yerleştirdiklerini de daha iyi kavradım. Ona yakıştırılan en güçlü sıfatları sıralamaya başladığınızda nefesiniz kesiliyor. Bilge, kaçık, gerçekçi, melankolik, inançlı, günahkâr, yapay Hıristiyan, ahlakçı, despot, umutsuz, hayalperest, dünyevi, tanrısal, enerjik, münzevi, karamsar, neşeli, mizah duygusundan yoksun, kederli, ihtiraslı, kalabalıklara mesafeli, samimi, kibirli, yabani, sabırlı, vahşi, mahzun... Yazar olmaya lüzum yok, herkes değişen duygu ve davranışlarıyla varlığının kaotik yapısından beslenir ama çok az yazar özünden damıtabildiklerini hiç bozmadan, insan olmanın değerini yücelterek, onun gibi olduğu haliyle yazıya aktarabilir.
Onun tanrısal ışığı...
Baş döndürücü biyografilerini sevdiğim romanları özler gibi arada kurcaladığım Zweig, Tolstoy’u en iyi anlayan ve anlatan yazarlardan birisiydi. Onun hiçbir zaman yaşadığımız dünyanın ötesinde hayalî dünyalar yaratmadığını söyleyen Zweig, hiç şiir yazmamış olmasının rastlantı olmadığını söyler ve hemen ekler; “Onun sanatı gerçeğin tek bir dilini konuşur ama bu dili de bir şairden daha iyi kullanır”. Ben de onun gerçeğin sınırları içersinde kalarak bir tanrı gibi yarattığı sıradan ama derinlikli karakterleri aracılığıyla kendisini, insanlığa hizmet etmeyi, onları nasıl sevdiğini görebiliyorum. Tuhaf bir şekilde sahip olduğu ‘tanrısal ışık’, hayatının ikinci yarısında edindiği kibirli, eğitmen papaz tavrına rağmen bazen onu üzerine titrediği sanatından bile daha cazip kılıyor sanki.
Söylendiği gibi onun sanatı sonbaharı mı andırır? Dün bu yazıyı yazmadan evvel uzun zamandır görmediğim bir dostumla şehri tepeden şahin gözüyle gören güzel bir restoranda yemek yerken denizin üzerindeki sisli ufuk çizgisinde dalgalanan gümüşi, soğuk ışığa takıldı bakışlarım. Ürperdim, belki de kaçınılmaz olarak siyaset konuştuğumuz için coşkulu ümitlerden, uçuşan hayallerden, mutluluğu müjdeleyen mutluluk hissinden epey uzaklaşmıştım. Eve dönünce o ânı olduğu gibi yazabilmeyi istedim ama o ‘donukluğu’ anlatma düşüncesi bile beni yordu. Kendime bergamot kokulu bir çay demleyip Anna Karenina’yı çekiverdim kütüphanemden.
O biricik romanın işaretli bölümlerini karıştırırken gerçekten söylendiği gibi zamanın çürümesine bağlı kalmadan anlattığı insanın korkularını, yalnızlığını, sahtekârlığını, güvensizliğini, sonsuzluk karşısındaki ezikliğini, cesaretini nasıl da çağının sınırlarını aşan müthiş bir ciddiyetle anlattığını hatırladım. Zweig’ın acımasız eleştirilerinin yanı sıra onu Tolstoy’un keskin üslubuyla tarif etmesi boşuna değil: “Tolstoy’un sanatında ne öğrenmek ne de öğrendiğini unutmak vardır, ne çoğalmak, ne de azalmak, ne iniş, ne de geçiş vardır, aksine yarım yüzyıl boyunca aynı nesnel mükemmelliğini korumuştur; nasıl kayalıklar Tanrı’nın karşısında ciddi, dayanıklı, inatçı ve hiçbir çizgisi değişmeden duruyorsa, Tolstoy’un eserleri de kararsız ve değişken çağın ortasında öylece duruyor.”
Anna’nın son günü...
Tolstoy’un şiirsellikten uzak duran destansı romanlarla edebiyat tarihinde nasıl önemli bir iz bıraktığını kavrayabilmek için Anna’nın son gününün başlangıcını nasıl tasvir ettiğine bakmak bile yeter: “Hava açıktı. Bütün sabah yağmur çiselemişti. Biraz önce yağmur kesilmiş, hava açmıştı. Mayıs güneşinin altında sac damlar, yaya kaldırımının yassı, yuvarlak taşları, arabanın tekerlekleri, deri, bakır, teneke bölümleri pırıl pırıl parlıyordu... Anna, bir çift kıratın hızla götürdüğü yumuşak yayları üzerinde belli belirsiz sallanan rahat arabanın bir köşesinde oturuyordu.”
Anna Karenina’yı o korkunç finale hazırlayan büyük bir romanın en dramatik bölümünde ölümü bile sıradanlaştıracak kadar acımasız olabilen bir yazar Tolstoy. Hayatı boyunca gizlediği deliliğin yanı sıra Nabokov’un söylediği gibi bilinç akışını Joyce’dan çok önce keşfeden küstah yaratıcılığıyla da her okuduğumda beni büyülüyor. Üstelik bunu da fevkalade dikenli yollardan geçerek yapıyor. Bir defasında arkadaşına o zahmetli süreci anlatmış: “Bu ön hazırlığın nasıl da güç bir iş olduğunu asla tahmin edemezsin. Çok kapsamlı bir eserin ağır ağır oluşan kişilerinin ilerde nasıl görüneceğini düşünmek ve düşüncenin ötesine geçebilmek korkunç zordur. Daha sonra aralarından birini seçebilmek için o kadar aksiyonun olanaklarını düşünmek de müthiş zordur.”
Bir yazarı sevmenin nedenlerini sorgulamak ve sıralamak da tıpkı o insanı neden sevdiğimizi düşünmek kadar yorucu bir süreç. Elbette daha somut ve edebî ölçüleri var ama ben onu da vazgeçemediğim diğer ‘sevgili yazarlarım’ gibi bütün zaaflarıyla kabullenmek ve sevmekten yanayım. Kendi hayatının nöbetini ‘günlüklerle, mektuplarla, benzersiz kahramanlarla’ tutan Tolstoy’un, yaşamının bir bölümünde kitaplarına sinen ahlakçılığını, ‘Prusyalı başçavuşlar gibi’ disiplinli olmak için kendisini zorladığı huzursuz hallerini, bir hece hatası yüzünden baskı makinesini durdurabilen sıkışık mükemmeliyetçiliğini, tam manasıyla inançlı olamayan ama hayatı boyunca bunun için çabalayan ilahi inanma kudretini, çelişkili mücadelesini zaaflarıyla seviyorum.
Ölümsüzlüğe inanmak...
Galiba en çok da ölümsüzlüğe, hayata, sanatına, yazıya inancını yitirdiği zor bir dönemde bile insanlığın ortak değerlerini kendi bakışı üzerinden sorgulamaktan vazgeçmeyen mücadeleci ruhuna hayranım. İtiraflarım’da yer alan satırlar neden onun evrensel bir yazar olduğunu da başka bir yanıyla açıkça ortaya koyuyor bence: “İnanç bilgisi aklıyla birlikte bütün insanlık bilgisi gibi, çok eski gizemli bir kaynaktan gelir. Nasıl bedenim Tanrı’dan bana gelmişse, aynı şekilde aklım ve hayat anlayışım da Tanrı’dan gelmiştir. Bu yüzden hayat anlayışının gelişimindeki bütün evreler yanlış olamaz. İnsanların gerçekten inandığı her şey hakikat olmalı, bu hakikat farklı ifade edilmiş olabilir ama yalan olamaz. Bu nedenle yalan gibi görünüyorsa benim onu anlamadığımı gösterir. Her inancın özelliği, ölümün yok etmediği bir anlam vermektir hayata. Doğal inanç en güç sorulara cevap verebilir.”
Tolstoy, 6 Mart 1886’da günlüğüne, “Ölümsüzlüğe inanmak için, ölümsüz bir hayat yaşamak gerekir” diye yazmış. Onu unutulmaz cümlelerle ebedîleştiren Zweig’ın anlattıklarına bakılırsa tam da öyle yaşamış; “Tolstoy bizi en tehlikeli çatışmalarına sürükler, en gizli kalmış duyguları ortaya çıkarır, tıpkı Goethe’nin şiiri gibi, Tolstoy’un düz yazısı da bütün yaşamı boyunca devam eden, kare kare tablolar şeklinde birbirini tamamlayan büyük bir itiraftan başka bir şey değildir.”
Anna’nın son anlarını yazarından tekrar okurken tam da bu tesbitleri doğrulayan bir hissiyatla irkiliyordum; “Trenin gölgesinde, traversleri örten kömürle karışık kuma bakarak, ‘oraya’ diye geçirdi içinden. ‘Tam orta yerine. Hem onun cezasını vermiş olacağım, hem her şeyden de, kendimden de kurtulmuş olacağım’... Sonra titredi, ışık sönmeye başladı, söndü.”
Günlüğüne Tanrı’ya ancak yalnızken yaklaşılabileceğini yazan Tolstoy, Anna’nınkine benzer güçlü bir içgüdüyle dünyevi olan bu yaşamı terk edebilmek için bütün sevdiklerinden uzakta, başka kalabalık bir tren istasyonuna kaçıp kendisiyle vedalaşmak istemişti. Sanıldığı gibi büsbütün delirmemişti. Ölmeden iki gün evvel kızına yazdırdığı mektupta söylemişti; ‘insanın kendisini sınırlı bir evrenin parçası olarak hissettiği o sınırsız evrene, onun zaman, madde ve mekân içindeki görünümüne Tanrı’ diyordu. Aramaktan hiç vazgeçmediklerini kendi Tanrı’sına sığınarak, karmaşık kâinatın içindeki ‘basitliği’ görerek keşfetmişti. Sonunda hayatıyla, eserleriyle hepimizin korktuğu ölümü yaşamın bir parçası haline getirdi.
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 5.3.2016 11:17:00
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
![Yıldız](/Content/img/y_0.png)
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
![A. Esra Yalazan](https://www.antoloji.com/i/siir/2016/03/05/tanriya-siginan-bilge-bir-kacak-tolstoy.jpg)
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!