Ben O’nun otoritesine koşulsuz boyun eğen hakiki çocuklarından birisi olmadım hiç. Belki O’nunla konuşurken nasıl bir dil kullanacağımı da pek bilemediğimden babasının varlığından değil de kızdığında gazabından korkan bir çocuk gibi hep biraz ürktüm O’ndan... Duymasın ama bazen O’nun bizden daha ‘insani’ bir yaşam sürdüğünü düşünüyorum, dolayısıyla o benim için sadece yeri, göğü, kâinatı ve bizleri yaratan değil. Belki içinde biraz saflık da barındıran küstah bir düşünme biçimi ama eğer O gerçekten varsa bence ‘eşitiz’; tek bir farkla, O bizim ‘sonsuzluk’ tasavvurumuza zaman çemberini kırabilmenin gücüyle meydan okuyor... O’nu yeterince sevmediğimizde küsebilen kırılgan bir çocuk, günah işlediğimizde cezalandıran kibirli bir öğretmen, acı çektiğimizde üzülen bir anne, korktuğunda çocuğunu terk eden bencil bir baba, içimizdeki kötülüğü çıkarmaya muktedir bir zalim, başkasına teslimiyetimizi hissettiğinde kıskanç bir sevgili hatta bazen adalet duygusunu yitirmiş acımasız bir düşman gibi davranan, yarı insan görünümünde çok tuhaf bir varlık olduğuna inanıyorum.
O’nu böyle yaşamsal refleksleriyle somutlaştırarak hayal etmek hoşuma gidiyor. Tam da bu yüzden pek anlaşamıyoruz. Ben O’nun var olma ihtimalini seviyorum, bu şüpheci bakışım sebebiyle biraz mesafeli bir ilişkimiz var. Önemli değil, O benim içgüdüsel tepkilerimi daha ilk nefes alışımda hissetti ve birbirimizi böyle kabullendik. Belki hayatımı büsbütün doldurmuyor, sevgisi sarhoş etmiyor, her şeye kadir olduğu inancıyla kendimden vazgeçmiyorum ama O’nun teselli veren merhametini, iyiliğini, yaratıcılığının ihtişamını kalp gözüyle baktığım her yerde görebiliyor, evrenin tılsımlı sesleri sayesinde O’nu işitebiliyorum.
Sanat, bir dua etme biçimi...
Bazen dalından düşen olgun meyvelerin kendiliğinden, pıtır pıtır, kımıltısız, cam gibi parlayan masmavi denize doğru yuvarlanışını izlerken, ağaçları kamçılayan taze sabah rüzgârının ayazına yüzümü tuttuğumda, ya da asma çardağının gölgesinde otururken aniden boşanan yaz yağmuruyla topraktan havaya dağılan o baharatlı kokuyu içime çektiğimde, O’nun büyük boşluğumuzu doldurmak için her yerde ve aslında hiçbir yerde olduğunu sezebiliyorum. Ama O’nu daha çok yarattıklarının aynasından yansıyan eserlerde görüyorum sanki... Bach’ın ibadet edercesine bestelediği müziğinin mistik tınılarıyla ürperdiğimde, sanatın bir yakarma, dua etme biçimi olduğuna inanan Tarkovski’nin Tanrı’nın kırık jestlerini taklit eder gibi kamerasıyla yansıttığı gölgeli, aydınlık, tozlu ışık huzmelerinde sükût içinde dolaşırken, Homeros’un lirik destanından unutulmaz bir mısra ile kelamın gücünü hissettiğimde O’nunla birlikteyim zaten. Caravaggio’nun insanı kendi doğallığına hapseden vahşi resimlerindeki ayrıntılarda kaybolduğumda, Michelangelo’nun, İsa’nın ölü vücudunun Meryem’in kıvrımlı elbisesinin üzerinde yatışını gösterdiği kederli heykelde dinin gizli köklerini ararken Tanrıların insan, insanların da Tanrı olabildiğine içtenlikle inanıyorum.
Yine de itiraf emeliyim ki, bence O olmasaydı biz ‘hiç’ olurduk ama O’nu bahşettiği yaratma yeteneğiyle anlatanlar olmasaydı kendisi de ‘hiç’ olurdu. Bugünlerde O’nu üvey evlatları olan bazı yazarlarla anlamaya çalışmak hoşuma gidiyor. Pek de masum olmayan, garip bir zevk alıyorum okuduklarımdan...
Tavus kuşlarının dostu...
“İnsanın günahlarını anlatmayı seven bir dindardı o” diye anılan Flannery O’ Connor’la yeni tanıştım ve daha okuduğum ilk hikâyesinin karnın boşluğuna acımasızca bıçak sokan vahşi finaliyle hemen sevdim onu. Sonra yaramaz bir kız çocuğu gibi öne çıkan çarpık dişleriyle gülümseyen, koltuk değnekleriyle sevdiği tavus kuşlarını kovalayan ‘güney gotiğinin ‘ fotoğraflarına baktım biraz. Sadece otuz dokuz yıl süren hayatına sığdırdığı, sert ve aynı zamanda merhametli olabilen hikâyelerini okurken Tanrı’nın sabırsız bir dost gibi onu erkenden yanına çağırmasını anlar gibi oldum. Dini acımasızca kullananların kurnazlığını ‘ahlaksızların’ korkunç eylemleriyle anlatan, içine doğduğu Katolik dünyayla bile hınzırca dalgasını geçen, kahvesini coca-cola’yla içmeyi seven, egzotik kuşlara kıyafet diken bir kadını en çok ironi ustası bir Tanrı sever, dedim kendi kendime... O, İyi İnsan Bulmak Zor isimli kitabındaki hikâyelerden birisinde inanmaktan sıkılan bir oğlanı tarif ediyordu: “Çoğunlukla âdet yerini bulsun diye, baştan savma bir şekilde dua ederdi, tabii dua etmeyi unutmazsa; ama kimileyin de –sözgelimi bir kabahat işlediğinde, kulağına müzik çalındığında hatta bazen durduk yere şevke gelir, İsa’nın çarmıha gerildiği tepeye uzanan, uzun azap dolu yolculuğunu, o kaba haçın altında üç kere yıkıldığını düşünürdü. Kafası bir süre bununla meşgul olur, derken hiçbir şey düşünmeden dalıp giderdi ve neden sonra kendine geldiğinde aklının İsa’da değil bambaşka bir yerde bazen bir köpekte, tanıdığı bir kızda ya da günün birinde yapacağı bir şeyde olduğunu fark edip şaşırırdı.”
Hep genç kalacak o ‘hasta kızla’ yalnızlığını kuşatan verandasında çay içebilseydim eğer, “edebiyatçı işini bitirdiğinde geriye açıklanamayacak bir gizem duygusu kalmalıdır” cümlesini onun kendi üzerine kapanan ruhunu deşerek sorabilmeyi isterdim. Muhtemelen ketum bir Tanrı gibi susup, iyilikle kötülüğün narin bir tavus kuşunun kanatlarındaki pırıltılı renkler gibi birbirinin içinde eridiği tekinsiz hikâyelerini okumamı tavsiye ederdi sadece.
İnsanlara çok görürler mutluluğu...
Belki onunla Tanrı’nın diğer üvey evlatlarını da konuşurduk. Dindar ailesinin tersine Tanrı’yla hiçbir zaman doğrudan bir ilişki kuramamış Lagerkvist’i sorardım mesela ona. Eminim kendisi gibi Tanrı’nın insana zulmettiğine inanan Nobel ödüllü yazarın o muhteşem minik romanını okumuştur. Geçenlerde sadece ismini çok sevdiğim için babamın kütüphanesinden çocukken çaldığım romanını biraz şaşırarak okudum. Tanrı Gelini Sibyl, Tanrı’yı istemeden gördüğü için kendini lanetlenmiş hisseden bir adamla, rahibe olmak için yetiştirilirken tek kollu bir adama âşık olup onu Tanrı’dan daha fazla sevdiği için cezalandırılan iki insanın karşılıklı iç döküşünü anlatıyor. Ve o itirafların bir yerinde Tanrı’nın gelini olduğuna zorla inandırılan kadın ona isyanını dile getiriyor: “İnsanın kaderi var ama bir tane. Tamamlanınca hiçbir şey kalmıyor. Yalnız Tanrılardır birçok kaderi olan. Onlar her şeyle doludur ve her şeyi denemişlerdir. Her şeyi.. insan mutluluğundan başka. Yalnız onu bilemezler ve bu yüzden de insanlara çok görürler mutluluğu. İnsanların mutlu olmaya kalkmaları ve dünyasal mutluluk uğruna onları unutmalıdır tanrıları bunca zalim, bunca kötü kılan, başka bir şey değil. Bundan ötürü de alıyorlar işte öçlerini...”
Tanrılardan intikamını böyle acımasız cümleler yazarak alıyor Lagerkvist ama sonunda dostuna Tanrı’dan nefret etmenin beyhudeliğini de anlatır: “Tanrı’dan bu aşırı nefret belki senin tanrısal yaşantındır. Belki de lanet yerine kutsayacak seni. Bilmiyorum. Belki de bir gün bırakacaksın İsa başını evinin duvarına dayasın. Belki de yapmayacaksın. Bir şey diyemem ama ne yaparsan yap, alın yazın hep Tanrı’ya bağlı kalacak.”
Tanrı hakkında düşünürken ona kızmaktan hiç vazgeçmeyen Romen düşünür Cioran’ın eğlenceli bir tezi var: “Tanrı vardır, yoksa bile...” diyor. Ben de sıkıldıkça o basit gibi görünen karmaşık cümleyi hayatın gidişatına göre tersine çeviriveriyorum; “Tanrı yoktur varsa bile...” diyorum. O’Connor’ın hikâyesinde dua etmekten sıkılan o şımarık çocuk gibi bugünlerde kabuk bağlayan dizime bakıp somurtuyorum.
Hem ne fark eder; bu zor yolculukta O’nun ‘sonsuzluğuna’ hakikatin farklı görüntüleriyle kavuşan herkes için hayat her daim derin bir vuslattan ibaret değil mi zaten?
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 5.3.2016 11:40:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!