Adanın en yüksek tepesindeki kilisenin avlusundan küçük adacıklar gibi görünen yorgun şileplere bakarken bir an için orada olmadığımız hissiyle içim kamaştı. Onlar biz değildik. Hayal etmeyi seven ‘yaratıcının’ zihni büsbütün karışmıştı. Ne yapacağını bilemediği için güzel bir adaya göndermişti bizi ama geleceğimizi tasavvur edemiyordu. Belki de hazin sonumuzu görmekten korkuyordu. Geleceğimiz geçmişimizin içinde eriyip yok olmuştu. Kıpırtısız bir sessizlik tabiatı örtünce varoluşun çekirdeği kırıldı sanki. Hayatın sıkı yumağı çözülüverdi; rüzgâr küstü, kuşlar uçmayı unuttu. Orman sustu. Hayalle gerçeğin birbirine karıştığı görüntüler arasına sıkışan tutsak bedenlerimiz, dünya kadar ihtiyar olan ruhlarımızın gösterişli elbiseleri gibiydi.
Biraz sonra boşalacak kederli bulutların ağırlığıyla kabaran koyu denize bakarken varlığımızın hakikatinden neden şüphe ettiğimi düşündüm. O ânın mistik durgunluğunu benimle birlikte yaşayanlar, herhalde böyle acayip sorular sormuyorlardı kendilerine. Eğer Unamuno’nun yıllar evvel okuduğum bir romanıyla tesadüfen karşılaşmamış olsaydım, bu donuk resmin içindeki kırılgan ânı ben de böyle tarif etmeyecektim muhtemelen.
At olmak isterdim...
O durgun öğle sonrasında, yağmurun hırçın kırbaçlarından korunmak için birbirlerine sokulan tayların ıslak bedenlerine bakakaldım. Sevgilileriyle mahcup kızlar gibi oynaşmalarını hayranlıkla izlerken onlardan biri oldum. Tanrı rüyasında beni insan olarak gördüğü için böyle doğmuşum, diyordum. Narin bir at, kimbilir hangi rüzgârlarla gelip o atın yelesine takılan bir dal kırığı veya iri kanatlarıyla yeryüzünü altına alan vahşi bir martı olmak da mümkünken nedense insan oluvermiştim. Deliliğe davetiye çıkaran böyle tuhaf düşüncelere saplanınca bir kez daha yazının, sanatın insanı kurtaran tarafını düşündüm.
Yazar insanın kendini ve acılarını unutmak için roman okuduğunu söyleyenlere karşı sanatın aslında bizi kendimizden şüpheye düşürmek için keşfedildiğini yazmıştı ve buna benzer düşünceleri roman kahramanlarının fikirleriyle tartışmak filozof Unamuno’ya çok yakışıyordu.
Yazar kendisiyle dalga geçiyor...
İspanyol yazar, oyun, roman, şiir, deneme yazmanın yanı sıra, diktatörlüğe karşı çıktığı için ülkesinden sürgün edildiği yılların dışında hayatı boyunca üniversitede ders vermiş, rektörlük yapmış bir felsefe ve edebiyat profesörüydü. Onunla Sis sayesinde tanıştığımda diğer kitapları henüz Türkçeye çevrilmemişti. Hayatın anlamını ironik, şiirsel ama aynı zamanda sağlam argümanlarla sorgulayabilen bu yazarın felsefe kitaplarını da merak etmiştim. Yüz sene evvel yazılmış bir romanın dili, kurgusu ve basit gibi görünen karmaşık hikâyesi itibarıyla çağının bu kadar ilerisinde olmasına çok şaşırdığımı hatırlıyorum.
Sis, evde uşağı ve aşçısıyla yaşayan zengin, kimsesiz bir adamın hikâyesini anlatıyor. Agusto, dostu Victor’la satranç oynayıp kadınlar, erkekler ve hayat üzerine soru sormaktan ve düşünmekten başka hiçbir şey yapmıyor neredeyse. Köpeği Orpheus’tan başka kimsenin gerçek olmadığını düşünüyor. Bir gün yine boşlukta uçar gibi sokaklarda dolaşırken bir kadının peşine takılıyor ve sisler arasında karşılaştığı Eugenia’ya âşık olduğuna karar veriyor.
Unamuno, kader, ruhun ölümsüzlüğü ve sınırlı hayatlarımızın anlamı üzerine sorular sorarken felsefeyi de kullanarak oyunlar oynamayı ve okuru sorularla şaşırtmayı seven bir yazar. Bu romanda da sizi düz bir çizgi gibi ilerleyen gerçek bir hikâye anlattığına ikna ettikten sonra kitabı hiç beklemediğiniz bir anda uçuruveriyor mesela. Aşk acısı çektiği için intihar etmesine müsaade etmeyen yaratıcısı Unamuno’ya isyan eden Agusto, yazar olmanın edebiyattaki varlık sebebini kendisiyle dalga geçerek hatırlatıyor: “Azizim Don Miguel, bizzat sizin bir hayal yaratığı olmadığınız; hakikatte ne ölü, ne diri var olmadığınız ne malum? Hikâyemin, dünyanın buna benzer başka hikâyeleri gibi, bilinip tanınması için, sizin sadece bir vesile olmadığınız ne malum? Günün birinde büsbütün öldüğünüz vakit ruhunuz, yaşamasına bizler devam edecek.” Bu konuşmadan sonra İspanyol edebiyatının tanrısı Cervantes’in öldüğünü ama Don Kişot’un yaşadığını ve kelimelerin ömrü kadar yaşayacağını da hatırlatıyor bir gün yok olacağını bilen huzursuz okura.
‘Bilinçli’ tesadüfler...
Unamuno’nun bu romandaki soruları yaratıcılığın beslendiği müphem duygularla ilgili değil sadece. Âşık olmaya bilinciyle hazırlanan Agusto, tesadüflerin kaderle ilişkisini de sorguluyor: “Yalnızlığımın, hayalimin yarattığı Eugenia... Bu dünyanın en derin ritmi ve şiirin ruhudur tesadüf... Ne büyük acılar, ne küçük sevinçler öldürür insanları; bu yüzden bu acı ve sevinçler, küçük küçük değersiz şeylerden oluşan muazzam bir sisle sarılı gözükürler. Evet, işte hayat dediğin; bir sis olup olacağı! Hayat bir sistir. Bu sisin içinden Eugenia çıktı. Kim bu Eugenia? Sanırım ben onu çoktan arıyordum.”
Unamuno’yla tekrar buluşmak bana aynı soruyu yıllar sonra başka türlü sordurdu. Onu bir arkadaşımın tavsiyesiyle sahaftan alıp okuduğumda hayatın ‘bilinçli tesadüflerle’ örülü bir sis olduğuna inanmamıştım doğrusu. Hadiseleri daha kıvrımsız gören genç bir bakışa sahip olduğum için belki, kaderimi istediğim gibi yontabileceğime inanıyordum. Aradıklarımın günün birinde o sislerin içinden çıkıp istediğim için bana geleceği gerçeğini farkında olmadan küçümsemiştim. Artık arzulanan karşılaşmaların çoğunlukla hayalimizin, beklentimizin yarattığı insanlarla gerçekleştiğini biliyorum galiba. Ama “âşık dediğin, sevmekte olduğunu sanan bir kimseden başka nedir” gibi ‘metafizik’ sorularla okuru huzursuz eden yazara verecek mantıklı bir cevabım yok. Âşık olduğunu sanan birinin bunun gerçek olup olmadığını nasıl anladığını da kavrayamıyorum hâlâ.
Tanrıyı uykusunda sallamak...
Unamuno, edebiyatı felsefeyle, dinle, inançla buluşturmayı seven bir yazar. Agusto, kendini ve Tanrı’nın varlığını sorguluyordu: “Benim başımdan geçenler, etrafımdakilerin başından geçenler hakikat mi, hayal mi? Eğer O’na dua ediyor, ezgilerde O’nu yüceltiyorsak bu; O’nu uyutmak, sallayarak rüyalara dalmasını sağlamak istediğinden doğamaz mı? Neticede bütün dinlerdeki ibadetler sırf bir şekil, uyanıp da bizi rüyasında görmesi sona ermesin diye, Tanrı’yı uykusunda sallamanın bir şekli değil midir? ”
Eğer Unamuno’nun dediği gibi biz O’nun rüyasıysak, o rüyayı olabildiğince renkli kılabilmek için oyunların, aşkın, romanların, tehlikeli ilişkilerin, maceranın, hazzın, eğlencenin keşfedilmesini borçlu olduğumuz ‘sıkıntıların’ tadını çıkarmalıyız, diye düşünüyorum. Her zaman böyle hissedemiyoruz elbette. Hayat sırtımızı ağrıtıyor. O vakit yazarın bize tavsiye ettiği gibi yaşamayı her seferinde yeni baştan öğrenmemiz mi gerekir, hayatın tek mürşidi hayat mıdır, bilmiyorum.
Ebediyetin korkunç uçurumu...
Adadan dönerken aslında kim için var olduğumuzu düşünüyordum. Karşımıza çıkan insanlar, başımıza gelenler satranç oyununun bir parçası mıydı? Bu sisli hikâyenin içinde dolaşırken okuyucunun hayallerinde yaşadığına inanan Agusto gibi biraz çaresiz olduğumuzu düşündüm. Ancak başkalarının hikâyelerinde var olarak ‘sonsuz hayat’ özlemine kavuşabilen insanın hüzünlü yalnızlığını gördüm anlattıklarında çünkü. “Kendi başına kaldığında geleceğe gözlerini kaparsa, rüyasında ebediyetin korkunç uçurumu açılır insanın önüne” diyen yazarı duyunca ürperdim bir an.
Sessizce sahile doğru yürürken ormandaki yalnız taylar gibi ıslanıyorduk. Geleceğimizi bilmiyorduk ama umutluyduk sanki. Gökten dökülen gümüş paralarla delik deşik olan denizin ürkütücü görüntüsü beni basit, gündelik gerçekliğime döndürdü ama yazarının hayalinde yaşayan Agusto hâlâ üzgündü. Varlığının sırrını duyurabilmek için bize sesleniyordu: “Şu anda bu hikâyeyi okuyanlar, sizlerin zihinlerinizden doğru, varlığa, hayata doğru yükseliyorsam, ebediyen, ebediyen ıstırap çeken, acıyla dolu bir ruh gibi, niçin var olmayayım? Neden? ”
Tanrıyı uyandırmamak lazım, dedim içimden. Bırakalım rüyasında hep bizi görsün. Usulca uyusun...
A. Esra YalazanKayıt Tarihi : 5.3.2016 11:37:00
© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!