Uykuyla uyanıklık arasında, hüzün tanrıçası Mara’nın avucunda, kalbi sıkı sıkı kuşatılmış, özgürlüğü doğmadan elinden alınmış, yırtık heybesi ayrılık ve yalnızlıkla yamalanmış, boynu bükük bir durumdayım..
İstesem gidemeyeceğim, ne olduğunu bilemeyeceğim mutluluk denen rüyanın çok uzağındayım..
İstila edilmiş, hatıraları yağmalanmış konakların, taş bakışlı yabanilerden ürkmüş sokakların, meydansız ve pazarsız bırakılmış yarı aç, yarı tok mahallelerin, ateşe verilmiş beyaz leçekli vakur şehirlerin, inkara sürüklenmiş haysiyetlerin, unutturulmaya çalışılmış dillerin, evlat acısıyla taşa dönüşmüş Niobelerin kucağındayım..
Hüzün perileri, ağıda ağıt yakan dilleri, yasa yas katan sözleri, uykuları kaçıran ninnileri, olanca heybetleriyle Machu Picchu’dan, Tikal’e, Kartaca’dan, Persepolis’e her yeri, yaka yaka, yıka yıka ilerliyorlar..
Geçerken viran ettikleri beldelerden, zamanın içinde saklanmış hatıraları, hafızaları, aşkları, acıları, yalnızlıkları yüklenerek kapına dayanıyorlar..
Ne şefkatin var, ne merhametin, alıp onları içeri, ilhamlarımı, kalp ağrılarımı, gözyaşlarımı süzüp ambrosia kaynatıyorsun hüznün perilerine. büyük bir zevkle; senden aldıkları cesaretle, ölümsüzlük ve gençlik iksiriyle besleniyorlar..
En zayıf anımda en güçlü halleriyle salıyorsun onları üzerime; asırlık bir çağrıyla bana sesleniyorlar:
“Ey eski aşklarının sonsuz elemiyle kurumuş kalbin sahibi, sana huzur yok; acıya dair hangi sır varsa hepsini senle açığa çıkardık.
Sana haram rüyalar, kırdık dizlerini, göremeyesin diye mutluluk vadisini ruhunu dağladık..”
Geçiyor çocukluğum, geçiyor gençliğim, geçiyor kırk beş sene, hala Mara’nın avucundayım; bir hata yapmışım, aşkın güneşinden ateş çalmışım diye her gün başka bir kartal deşiyor yaralarımı, ne zaman kalkacak olsam yoluma dikenli hatıraları seriyorlar, “bittim, tükendim, çok yorgunum, yok size verecek başka canım, yandıkça yanmış dört bir yanım” diyorum, unuttuğum virane şehirleri, konuşamadığım dilimi, ahu vahla yırtılmış beyaz leçekleri gösteriyorlar.
Bir de aşklarım var ki acısıyla kül olduğum, “öldüm” diyorum, külleri üstüme saçıp beni yeniden var ediyorlar..
Dirilmek, yeniden, yeniden, yeniden dirilmek..
Hep acı, hep kahır, hep hüzün..
Sonra birden, kırk beş yıllık bir çileden, asırlık bir çilehaneden basiretin ve ferasetin aynasında beliren bir hikmet..
Ruhun da orada, kalbin de, latifelerin de, latifliğin de, lakin aynada görünmez yüzün..
“Al” der gaipten gelen bir ses “aşkın zerafetini, ayrılığın şehadetini, vuslatın hakikatini doya doya hisset..”
Uyku ile uyanıklık arasında, kayıtsız bir mekanda, açılır kapılar buyur edilirsin içeri, kapıda seni selamlar Beyazıd-ı Bistami..
Bir muska asılır boynuna kokusu Ali’den, kılıfı on iki candan.. Okursun dehşetle evveli ve ezeli tek kalemde, düşer avucuna kainatın zerreleri..
Kafkas dağlarından aşarak, hüznün zincirlerini kırıp Anka’nın mirasına konarak, yırtıp atarsın hakikatin yüzünü örten bütün perdeleri..
—
Ey hüznün perileri bitti vazifeniz çoktan..
Artık zararınız dokunmaz bu cana; bu can ki varlığı yoktan..
Kayıt Tarihi : 4.11.2024 18:03:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.
Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!