Onu gördüğümde cılız kollarıyla sarıldığı akordeonun körüğünden çıkan hava akımıyla kanatlanıp göğe yükseliyordu sanki. Öylesine meleksi, yumuşak, hafifliğini kendiliğinden belli eden bir ifadeyle epeydir karşılaşmamıştım. Güneşin altında başaklar misali ışıldayan saçları, bembeyaz dişleri ve yüzünü neşeli bir papatya tarhı gibi gösteren çilli yanaklarıyla kalabalık caddenin köşesinde öylece duruyordu. Yanındaki bebek arabasını birkaç adım sonra fark ettim ve nedense bunun bir davet olduğunu hissedip yanına gittim. Konuşmadık. O körükten yükselen deniz buğulu melodi son notasına kadar havada eridi. Önümüzden geçenlere bakıyorduk ama kimse bizi fark etmiyordu. Yaşamıyorduk, hiç var olmamıştık. Öylesine kesif bir yabancılaşma... Oğlu çıldırtıcı korna seslerine, kalabalığın uğultusuna ve lodosla savrulan toz bulutuna inat derin bir uykuya dalmıştı.
Karşı kaldırımda biriken insanlar tabutu omuzlayarak cenaze arabasına yerleştirdi. Caminin yanındaki çiçekçi bir kadınla pazarlık yapıyordu. Suya koyduğunda gevşeyip kendisi gibi katmerlenecek pembe erengülleri gönülden istediği o kadar belliydi ki... Baharın kalp çarpıntısı çapkın gülümsemesine yansımıştı. Mağazadan çıkan siyah gözlüklü bir kadın zarif bileklerini daha da güzel gösteren ayakkabılarının kirlenmemesine özen göstererek elindeki paketleri şoförüne verip arka koltuğa yerleşti. Köşedeki kafenin önünde eski bir paspas gibi yayılıp burnundaki sineğe bakan iri köpeğin umurunda değildi dünyanın bu yorgun kıpırtısı. Yalnız bir kumru rengârenk çuha çiçeklerinin güvenli saksısına yerleşiverdi. Küçük, sıradan sahnelerin de pekâlâ sarsıcı olabildiğini söyleyen bir film karesine yanlışlıkla girmiş gibi tedirgindik. Aceleci hayatlar mütemadiyen birbirine teğet geçiyordu. Kimse kimseyi fark etmiyordu... O anda haftalardır yatağımın tam karşısındaki rafta duran kitabın kapağındaki Virgina Woolf’un soluk silueti belirdi. Bulutlar umudunu kaybetmiş bir kadının yüzü gibi aniden karardı ve sonunda hiddetle içini boşalttı. Kalabalık dağılmaya başlayınca içimde bir çıtırtı duydum. Hemen eve dönüp yıllar sonra yeniden Mrs. Dalloway’i okumak istedim.
“Romanlarıma inanç duymadım”
Daha evvel yazmıştım, ben öyle çılgın bir Woolf hayranı değilim ama olgunlaştıkça onun kimselere benzemeyen anlatımını –hâlâ garip bir boğulma hissi yaratsa da– daha çok seviyorum. İnsanın kristalleşmiş “iç yaşamını” onun kadar çıplak, müdanasız ve coşkulu anlatabilen çok az yazar vardır herhalde. Dünyaya yabancılaştığı ölçüde insanın toprağın altında kalan köküne yaklaşır o. Hayranları bilir, “gerçekliği” eğip bükerek, duyguların içini boşalttıktan sonra bilincin dağınık parçalarını birleştirme ustasıdır Woolf. Yazar dostlarını küçümseyen, huysuz ve epey hırslı olduğu için arada rol yapan sesi, günlüğüne “Asıl hayat yazmaktır, budur heyecan veren, okunmak değil” dese de, kitaplarının hangi gün ne kadar sattığını kontrol edip defterlerine kaydedecek kadar çok istiyordu okunmayı. Yani kibri, yalnızlığı, koyu bencilliğiyle hakiki bir yazardan bahsediyoruz.
İnsanı birkaç saniye içinde değiştiren küçük anların ne kadar sarsıcı olabileceğini bir kadının tek bir gününe kocaman bir hayatı sığdırarak anlatabildiği ve bunu 1920’li yıllarda Joyce’a, o dönemde sevilen ve okunan Henry James’e, Thomas Hardy’ye ve J. Conrad’a rağmen yapmaya cüret ettiği için seviyorum onu. İncelikli ama bazen yoran anlatımıyla çağıl çağıl akan zihnini gerektiğinde kımıltısız bir ânın üzerinde dondurabilmesine ve o ânı parçalayarak esnetebilmesine hayret ediyorum çünkü. O bilincini kendi kuyusunun dibine çeken zihinsel hastalığına rağmen ne yaptığının farkındaydı ve tutkuyla yazıya sığınan bütün yazarlar gibi onaylanmak ve hatırlanmak istiyordu: “Şimdi galiba ilginç sayılan yazarlardan biri olabilirim –büyük demeyeceğim– ama ilginç sayılan yazarlardan biri miyim? Garip şey, onca kendimi beğenmişliğime rağmen, şimdiye kadar romanlarıma pek inanç duymadım ya da onların benim dışavurumum olduklarını hiç düşünmedim.” (20 Nisan 1925)
İç içe geçen hikâyeler...
Kim bilir belki içtenlikle yazmıştı bu cümleleri ama bunun ne önemi var? C. Dalloway, kâhin-deli şair Septimus, Richard ve toplumun hastalıklı halini anlatmak için kullandığı karakterlerle hatırlanan bu roman, 1925 yılında yayımlandı ve kısa sürede daha çok tanınmasını sağladı. Deliliği, aşkı, yalnızlığı, hayat oyununun dışına çıkarak yaşayanların dünyasında, “Clarissa bile değilim sadece Mrs. Dalloway’im ben” diyerek var oluşunun anlamsızlığını sorgulayan bu kadını nasıl yaratmıştı Woolf? Neden bütün kahramanları bir gece içinde kendilerini hapsettikleri kör tutsaklıktan kurtulmak istiyordu? Sonunda intihar etmesini istediği genç şair Septimus’u yazarken kendi ölümünü planlıyor muydu? Romanı ilk okuduğumda böyle sorular soruyordum.
Cevapların bazılarını günlüklerinde, bazılarını da Cunnigham’ın bu romandan yola çıkarak yazdığı daha sonra sinemaya da uyarlanan filmde bulmuştum. Hatta daha ziyade çarpıcı diyaloglarıyla, Saatler’i de ölümsüz kılan yetenekli oyun yazarı David Hare’in senaryosunda. Cunnigham’ın Virgina Woolf’un hayatı ve üç farklı döneme ait hikâyeleri birleştirerek yazdığı Saatler’in zekice tasarlanmış kurgusunu, önce romanı okuduğum halde filmi izlediğimde çözebilmiştim. Mrs. Dalloway’i yıllar sonra tekrar karıştırırken pişmanlıklarıyla kavrulan kahramanları sayesinde o bölümü hatırladım: “Otuz yılı aşkın bir süre sonra Clarissa’nın zihninde berrak bir biçimde canlılığını koruyan tek şey, ayaklarının altında bir öbek sararmış yaprakla, alacakaranlıkta verilen bir öpücük ve kararmakta olan havada sivrisinekler vızıldarken bir havuzun çevresinde yapılan yürüyüştü. O ânın benzersiz mükemmelliği hâlâ geçerli, mükemmel olmasının bir nedeni de, o zamanlar, daha çok şeyler vaat eder gibi görünmesiydi. Şimdi artık biliyor Clarissa: An tam o andı, tam o an. Başkası da olmamıştı.”
Eksiklik duygusu
Böyle oluyor galiba; çoğu kez o andan daha iyisinin olmayacağını bildiğimiz halde mutlu olma ihtimalini hep gelecekteki müphem bir rüya için erteliyoruz. Ve sona doğru yaklaşırken zihnimizde yaşattığımız mutluluk vaatleri birer birer silinmeye başlıyor. Arzuladıklarımızın zihnimizde yaşattığımız “eksik bir hayalden” ziyade belki de çoktan geçmişe gömdüğümüz benzersiz bir an olduğunu çok sonra idrak edebiliyoruz. Filmde şair Richard’ı oynayan Ed Harris, Bayan Dalloway diye hitap ettiği gençlik aşkı Clarissa’ya, pencereden atlayarak bütün acılarına son vermeyi isterken sayıklıyordu: “Bir yazar olmak istemiştim, o çiçekleri kollarında taşırken nasıl göründüklerini, elimdeki havlunun nasıl koktuğunu, dokununca nasıl bir his verdiğini, bütün hissettiklerimizi anlatmak istedim. Seni, beni... Bir zamanlar biz olan şeyin hikâyesini, dünyadaki her şeyi, karmaşık olan her şeyi... Ama başaramadım. Neyle başlarsan başla elinde hep daha azı kalıyor, kahrolası saf gurur ve aptallık.” Ben Woolf’un yazı serüveninde de hep buna benzer bir “eksiklik” yarası, kendisinde olmadığına inandığı o “kayıp parçayı” bulmak için bütüne kavuşma arzusu görüyorum. Ama onu yazar yapan biraz da böyle bir “kırbaçlanma” hali değil mi zaten?
Ani bir aydınlanma
Micheal Cunnigham, Saatler’de Woolf’u çalışma odasında, garda, tenha bahçelerde, nehir kenarında, ölü bir kuşun yanında uyurken hayal etti. Onun yazı sancılarını farklı hikâyelerle buluşturup başka bir roman yarattı. David Hare, o senaryoyu yazarken Woolf’u, Dalloway’i muhteşem cümlelerle ebedileştirdi. Milyonlarca insan Mrs. Dalloway’i sinema sanatıyla öğrendi, hatırladı. Ben küçücük, beklenmedik sürprizli bir ânın içinde durup eksik kalmaya mahkûm duygularımla yüzleşince eve dönüp romanın yeni baskısını okumaya başladım.
Okurken varoluşun kıvılcımlarını gölgeli kuytusunda barındırdığı halde ıskaladığımız o anları düşünüp, geçmişlerini avuçlarında kaygan bir nehir taşı gibi taşıyanların iç sesleriyle konuştuğu Mrs. Dalloway’e döndüm. Roman pişmanlıklarımın sesini hem kışkırttı hem de buruk bir mutlulukla yatıştırdı. Hayatını yeni baştan yaşamayı isteyen Clarissa o anlardan birisini seçiyordu Londra sokaklarında yürürken: “Ani bir aydınlanma oluyordu, insanın önce kontrol etmeye çalışıp sonra da, yanaklarına yayıldığını görünce koyuverdiği kızarıklık gibi, hani uzak bir köşeye kaçıp, orada titreyerek dururken, incecik derisini yaran, fışkırıp çatlaklara ve yaralara müthiş bir avutma gücüyle dolan şaşırtıcı bir anlamla, vecd içinde kabaran dünyanın üstüne geldiğini hisseder ya insan! Sonra, o an için, bir aydınlanma görmüştü; çiğdemin içinde yanan bir kibrit; neredeyse dışa vurulan bir iç niyet. Ama yakın olan uzaklaşmış, sert olan yumuşamıştı. Geçmişti o an.”
Vişne rengi bir tenhalık
Virginia Woolf haklıydı; zihnimizi parçalayan, bizi tek bir ânın mutluluğundan alıkoyan benlik çok kararsız bir şey. Taze bir nergis demetinin üzerinde, akordeon çalan kızın gözlerindeki aldırışsızlıkta, geleceğinden habersiz sokak ortasında uykuya dalmış bebeğin ılık uykusunda, unutulmuş bir itirafta, eksik kalan sarılma hayalinde, masmavi bir rüyada, aslında kırık kalan parçalardan oluşan gümüşi bir aydınlanma ânında saklı o an!
Ve geçti sandığınız hiçbir ‘an’ geçmiyor, biliyorsunuz değil mi? Bir gün kalabalık caddenin ortasında akordeon çalan güzel bir kızın yanında durup bir gününüzü, bir ânınızı düşünüyorsunuz. Belki Mrs. Dalloway gibi insanları içgüdülerinizle tanımak istiyorsunuz. Herkes başka bir yöne doğru koşturuyor. Her şeyin içinden “bir bıçak gibi keserek” geçiyorsunuz ama aslında her şeye dışarıdan bakıyorsunuz. Ne gençsiniz, ne de yaşlı. Ne doğru dürüst sevmeyi biliyorsunuz ne de sevilmeyi. İçinizde bazen okşayan bazen de perişan eden vişne rengi bir tenhalık var. Sonra hiç beklemediğiniz bir anda filmdeki o kadın gibi mırıldanıyorsunuz. Ama artık sizi kimse duymuyor... “İçimde her şeyin mümkün olabileceği gibi bir his vardı, kendi kendime şöyle dedim, işte mutluluğun başlangıcı bu ve her zaman daha fazlası olacak. Hâlbuki o başlangıç değildi, o mutluluktu, tam o andı işte! ”
(Saatler, Micheal Cunningham, Can Yayınları, Çev. İlknur Özdemir)
(Mrs. Dalloway, Vrigina Woolf, Kırmızıkedi Yayınları, Çev. İlknur Özdemir)
Kayıt Tarihi : 3.3.2016 15:00:00





© Bu şiirin her türlü telif hakkı şairin kendisine ve / veya temsilcilerine aittir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!