Takvim Şiiri - Çiğdem Yılmaz

Çiğdem Yılmaz
69

ŞİİR


2

TAKİPÇİ

Takvim

.
Takvim dağılmıştı... 1 yılı tam da 7 ay geçmişken dağıtmıştı kendi korkularıyla...

Takvimin sayfaları darmadağın duruyordu yerde... Her güne bir anı, her birine bin acı yükler gibiydi...


En son koparttığı yaprak elindeydi... 2 AĞUSTOS 2010... 1 yılı tam 7 ay geçmişti demek bugün ile beraber... Yarını yoktu bunun.. Aşk ölmüştü... Nasıl da boğazına sarılmışlardı... Nasıl da birikmişti o hınç? Elleriyle...

Başa dönselerdi...

2009...

3 OCAK... Bir takım imâlarda gizlenmişti aşk...

4 OCAK...

Bir kısa mesaj itiraf ediyordu içinde yaşlanan aşkı...

Bir ses, titreşimlerle sesine karıştırıyordu yaşadığı heyecanı...

Bir hafta sonraydı ancak herkesten uzak bir fırsat yaratmaları... İkisi de lafı bir o ucundan bir bu ucundan...

Ne söyleyeceklerdi şimdi? En son sözdü kulaklarda çınlayan: "EVET"

Kalakalmıştı yerinde... Gözlerinde öfke mi vardı? Hayata karşı olmalıydı... Yenilgi... Sanki kendisini tutmuş,sonunda teslim olmuş gibi...

Ne olacaktı şimdi?

İkisi de seviyordu deli gibi...

GEÇECEKTİ...

Sahi neredeydi o takvim yaprağı? 10 Ocak... Hayır yoktu...

Sanki tek deliliymiş de kaybetmiş gibi telaşa kapıldı, oysa her bir sayfayı... Hele ki o sayfayı... Gözlerinde dolup taşan yaşlar ile elleri titreyerek koparmıştı! Ah evet bulmuştu, rahatladı..

Ertesi gün onu aramıştı, eğer hemen gülümsemez ise nerede olduğunu önemsemeden yapabileceği şaklabanlıklar ile tehdit edecekti onu ki "Sen üzüldüğün için üzülmüştüm" dedi buruk bir ses ile... Dünyadaki en güzel sözler bir araya gelseydi ancak bu kadar duygu dolu olabilirdi diye düşündü kendi kendine..

Takvim yapraklarına dahil değildi şimdi hatırladığı... Daha da öncesi...

Çalın davulları çaydan aşağıya... Al başımdan bu sevdayı... Nasıl da titriyordu sesi,elleri? En son günlerinde ise sinirden...

O türküdeki o sözler... Kulağına hiç değmeden akmıştı kalbine...

En son sözleri ile arasında nasıl aşıldığı bilinmeyen uçurumlar vardı...

Korkak dedi onu düşünerek kendi kendine...

Ama hangi korkak uçurumları aşardı? Hangi güçle uçurumlar açardı?

Boşluğa bakıp kendisini son bakıştakı uçuruma yuvarladı...

Her öğlen saat onikiyi vurunca başlıyordu hasret ile tutuşan seslerin biriktirdikleri anlatılmak üzere depolanan...

Ve her bahanede uygun fırsatı yaratıyorlardı ahizenin bir ucuna yerleşmek için...

Birgün acı bir itiraf araladı o güzelim sevgiyi:23 Şubat 2009, daha az görüşmelilerdi... Öylesi gerekliydi...

Vazgeçmek üzereydi ertesi gün,ama acımasız olan vakitsizlikle imtihan eden,tüm suçu üzerlerine bir marka misali yapıştıran,yakıştıran hayattı...

Belki de imkanlar dahilinde dayanmalıydı bu acıya,direnmeliydi bu acımasızlığa...

Acıdı kendi yoksunluğuna,yoksunluklarına...

Ve gerçek en can alıcı haliyle karşısına çıktığında onca çaresizliğine ve hıncına rağmen gülümsedi ona,algılarını kapamıştı sanki dünyaya,sinir uçları hissiz olmak zorundaydı bu aşkın ortasında... Unutulmalıydı... O yüzden yoktu takvim yaprağının tarihi diğerleri arasında...

Oysa bakamıyordu artık aynaya...

Gülümsemişti gerçeğe,gülümsemişti ona, sinirlerindeki uyuşmanın da yardımıyla...

"Yeterince yüzsüz müyüm? "demişti ona içinde tuttuğu son soluğuyla... Herşeyi unutabiliyordu insan demek; tek bir bakışma, bir gülücük karşılığında...

GEÇECEKTi...

Ama ne zaman? Bugündeydi şimdi ve dün gerçekle tekrar yüzleşmişti bir telefon sesiyle...

Yine karşısındaydı dünyanın en acımasız gerçeği... Sesi sıradandı, hayret! Oysa onun kabusuydu...

Nasıl bir çelişkiye meydan vermişti hayatı? Dünyanın en kırılgan görüntülü meleği, güzelliğin sanki en saf tarifi,en büyük neşe kaynağı; en uzaklarda,en derinlerde gezinen gözleriyle, o gezindiği yerlerden o küçücük kelime dağarcığının yardımı ile ona sesleniyordu işte:"Gel..."

Aynaya baktı ilk fırsatta... Bu çağrı için yüzünü çöpe attıktan sonra...

Aynaya baktı, yüzü yoktu artık, sorun da...

Gidecekti... Gücünü topladı, bu da geçecekti... Geçecek miydi?

Gitme demişti en az elli kez... Defol diyen kimdi? Umurunda değildi...

Bir vapurda denize atlamadığı zamanlarda anlamıştı vazgeçmenin anlamını...

Dört... Hikayenin dört karakteri vardı: O, kendisi, acımasız bir gerçek ve kırılgan bir melek...

Içinde boğulmak işten bile değildi, her nasılsa o kırılgan meleğin kalbinde korunuyordu işte,yani en olmaması gereken yerde...

Bazen herşeyi bildiğini düşünüyordu o kırılgan meleğin,sanki bu yüzden açmıştı ona kalbindeki o korunaklı yeri...

Hayata bu hikayeyle gözünü açmış, herkesten önce geleceğin farkındaymış, aslolan sevgi deyip kendisinin farkına vardığı o ilk günün gecesinde bedensel bir telepati ile parmaklarında dolaştırmıştı kendi elini...

Şimdi hâlâ elini tutan bir tek o kırılgan melekti anlaşılan...

Razı olan bir gerçek ve tedirginlikle buna engel olmaya çabalayan O, bir de o meleğin bakışlarının hikayenin geri kalanı ile ilgili kısmına kendisini yerleştirmesinden bir derece rahatsız kendisi...

Neyi sağlamaya çalışıyordu,ne için bırakmaya razı gelmiyordu kendisini?

Bu hesabı boşvermesine sebep büyük bir kucaklama arzusu ile yanıp tutuşuyordu; tıpkı ilk karşılaşmalarında onu ilk andan beri tanıdığına dair açık bir ipucu olan o kucaklaşmadaki gibi...

Rahat bırakmalıydı... Geleceği artık rahat bırakmalıydı... Bir meleğin kanatları altında terkettiği yüzü acı ile kıvranıyordu... Ne de olsa O'nun karşısına çıkmak gerçeğe katlanmaktan daha acı olacaktı. Katlanırdı elbette,ama kendisini yitiriyordu gitgide! Üstelik... Kendi hikayesini yazması gerekmezmiydi artık... Hiçkimsesizken nasıl bir hikaye yazardı?

Şimdi de yazıyordu... Acıklı bir romandan başka ne çıkardı? En güzel tarafı bile çığlıklar kadar yalan olan...

Unutuluyordu... Takvim yaprakları hüzün kokuyordu... Acıyı taze tutmak için çabalamaktı bu... Bugün bomboştu çünkü! Hiç bunu hayal etmemişti! O'ndan yoksun kalmayacak gibi adamıştı her nefesini O'na...

Eninde sonunda diyordu hep; eninde sonunda! Yalnız ve yalnız kendisi kalmıştı şimdi,öylece bırakılmıştı ortada!

Kendisini hatırlayan melek de olmasa... Bugün yine planlar yapmıştı kalsın diye; vedalaşmamak için kaçmıştı ellerinden. Vedalaşmazlarsa gidemezdi çünkü... Kurallar böyle olmalıydı yaklaşık... Anlamadığı bir dünyaya ikna olduğu kurallarla hükmetmeye çalışıyordu... Sevmezsen geçerli olmayacak kurallar... Biliyordu sevildiğini demekki? Sadece bu muydu? Belki de bu kadar basitti işte...

Vedalaşmak için direttiği güne döndü birden: 2 Ağustos 2010 'Defol' hayır gitmemişti ardına dönüp,vedalaşmak gerekiyordu eğer seviyorsa! Demek buydu içini parçalayan o zaman... İşte bu kadar basitti,bir toka ve 'kendine iyi bak' 'sen de' diyen bir ses sonra sevildiğine inanmaya çabalayan...

Kovulduğu kapıda 'gel,gitme' diyordu bir melek... Sevildiğine olan inancı kaybolacaktı günün birinde silik hatıralar arasında... Nasıl razı olacaktı buna?

‎ 14 Şubat 2009... Takvim yapraklarının en güzeliydi! Cumartesi'ydi yine... Onların günü... Ne yapardı insanlar Cumartesi günleri? Unutmuştu... Unuttuğunu çok sonra anlayacaktı. Yıllar boyu her cumartesi onunla doldurmuştu hayatını...

14 Şubat... İlk kez cesaret etmişti sarılmaya... Dokunmuştu dudakları dudaklarına,elleri öpmüştü tenini...

O gün herşey çok özeldi,kuaför bilir gibi saçına özenmiş, makyajı ilk defa o kadar güzel olmuştu... Onu ilk gördüğünde O'nun yüzünde okuduğu o hayranlık ilkti...

Herşey çok güzel, herşey çok özeldi o gün...

Seni seviyorum adam, ne vardı tutsan sarılsan? Seni seviyorum adam,gerisi yalan!

Evet, o akşam,sardığında onu karanlığı; çizmişti resmini mutluluğun... O'ydu mutluluğu... Nasıl çürüyebilirdi böyle bir aşk? Çürümemişti, seviyordu hâlâ... Telefon tuşlarında gezindi parmakları... O'nun üzerine gelince korku kapladı içini... Korkusuna yenilmeyecek kadar çok özlemişti O'nu! Aradı,'özür dilerim' dedi kırık bir sesle... Sonra konuşmalılardı... BEKLEYECEKTİ...

Bir hafta sonraydı...21 Şubat 2009...Yine güzel bir Cumartesi...Kim bilebilirdi Cumartesilerin değerini onlardan başka?

Elini attığı herşey yanıyordu sanki... Özellikle... Evet, yıllardır çürüyen kablolar o gün onlar için yanıyordu sanki... Bütün sigortalar atıyordu. Tamiri zor bir hal aldığında vazgeçtiler uğraşmaktan. Bütün işler paydostu...

Çıktılar... Önce herkesle beraber oturup sohbet ettiler. Yüzleri gülüyordu elbette. Ama huzursuzluk içinde ne zaman yalnız kalacaklarını hesaplıyor, hissettirmemek kaydıyla huysuzlanıyorlardı. Bu kalabalığın başka işi yok muydu?

Durağa yaklaştılar. Aslında NŞA (normal şartlar altında) ayrılık vaktiydi. Kim anlayabilirdi ki onlardan başka bu aşkın kimyasını? Kim çözebilirdi bu mantık dışı, aşk içi denklemi? Üstüste gelen otobüslere komik bahanelerle binmiyordu. Onu bekliyordu işte... Evet sonunda binmişlerdi aynı otobüse. Arkalarda bir yer bulup oturdular. Aynı anda elini tutunca şaşırdı. Küçük dili artık yerinde değildi. Kalbi de...Kanatlarını aceleyle çırpan bir kuş gibi havalanmıştı yerinden... İçini büyük bir mutluluk kaplamıştı. Onun için herşeyi göze alıyordu işte...

Kimin ne dediği umurunda olmadan vakit geçireceklerdi sonunda. Bir çift sevgili olmuşlardı işte... Dünya durmuş, ama zaman akıyordu... Kırık sözcüklerle incitmeden söylenebilecek cümleler kuruyorlardı. Mutluluk böyle olmak zorunda mıydı? Hep böyle zamanların hayalini kurmuşlardı. İçten içe... Ama bu kadarcıkmış. Ayrılık vakti çattığında anladılar... En güzel hatıra bu kadardı... Bu kadar kısa ve bu kadar buruk... Daha sonra dünyadan koptukları iki seferde hep ayrılık olacaktı söz konusu... Nereden bileceklerdi ki bunu o zamanlar?

‎ 31 Mart 2009 aslında sürpriz olacaktı,ama bir gün öncesi 'istesen iki saatliğine de olsa gelebilirdin' demişti kırgınlığını sesindeki o üzüntüye ekleyerek. Ne kadar da çok seviyorlardı birbirlerini. O zaman sürprize kadar dayanamayıp açıklamıştı ona.

Evet iki saatliğine de olsa gitmişti yanına. O bahçede yürürken heyecanı yumruk olup yapışmıştı yakasına. Öncesinde hastane koridorları dar gelmişti,çıkılması en zor labirentti sanki. Ama bahçedeydi,yürüyordu hangi ayağının nerede olduğunu anlamayarak... Onu gördüğünde elbette koşup boynuna sarılmak, onu görmeye alıştığı haftasonunun onu görmeyince nasıl bir felakete dönüştüğünü uzun uzun anlatmak, saniyelerin ne kadar da uzun olduğunu gereksiz yere açıklamak istiyordu. Ama... Tabi ki hep içinde tutuyor, nasıl da sakin davranıyordu...

Hocanın birine yapıyorum demişti elindeki işi... Nakış nakış dokuyordu aşkını meğer... Aşk bakıyordu yüzüne... Mutluluk bakıyordu... Heves bakıyordu hep içte kalan...

Yine bir kıskanç aşık olmuştu; haklıydı o masada gördüğü ilgi hakkında... Ama suçlayacak kimse yoktu ortalıkta ve O kendisi için hazırlanıldığını biliyordu ne de olsa... Saçlarının kokacağı bahsi ile ilgilenen birini bu kez haklı olarak kıskanıyordu... Kendisi de hissetmişti bu kez...

O gün belirdi gözlerinin önünde, ikisi de anlamıştı ne olduğunu. Utangaç ve mizah dolu gülücüklerini içlerinde tutmak için zor tutmuşlardı kendilerini... Genç ve toy bir çift bu bahis üzerine mutlaka uzun nutuklar dolu bir kavgaya girişirlerdi...

Sevgi her zaman genç ruhluydu demek... Bunun ayırdına vardıkları içindi o utangaç ve içte tutulan kahkaha...

31 Mart 2009... Ayrılırken sanki yaşama hakları alınıyordu ellerinden... Yine bir Cumartesi'yi bekleyeceklerdi.

Dağılan takvime yeni sayfalar ekleniyordu, geçmiş değil bugün ekleniyordu sayfalara her yeni günde...

Barış rüzgarları kesik kesik esiyordu... Affetmek yüzdelere vurulmuştu...

Ama artık daha iyilerdi... Yıkmayan acı güçlendiriyordu gerçekten... 13 Ekim 2010... İlk defa yüzyüze gelmişlerdi "defol" seslerinden sonra... Konuşmalar kaldıkları yerden devam ediyordu... Aynı duyguların yakalanması ise zaman alacaktı belli ki... Yorgunluk vardı üstlerinde, neyi nereye koyacaklarını bilemeyecek kadar karışıktı kafaları... Tekrar aynı tutkuyu hissetmek için çırpınıyorlardı, o heyecan dolu zamanlar ikisi içinde hayatlarının en vazgeçilmez zamanlarıydı... Aynı mutluluğu sürdürebilmek için çaba harcarken de mutlu olunabilir miydi? İkisi de yanıtın "EVET" olması için duacılardı... Eski bir anılarındaki gibi...

7 Kasım 2010... Uzun zamandır kalabalığın arasında yaşamamışlardı aşklarını gizlice... Bakışmalardaki endişe yerini gülen gözlere bırakmıştı nihayet... Çizgiler yüzlerde değil kötü anıların üzerindeydi artık... Bir kalemde silinebildiğini ispat ediyordu her saniye giderek...

Birlikte yaptıkları şeyleri hatırlıyordu yaşanan her saniyede... Eski yapraklarını kurcalıyordu aklı takvimin... Hep gizli bir oyunları olmuştu kalabalığın içinde serbestçe oynayabildikleri... Adının konmasına gerek var mıydı?

Gözlerine bakınca Kayboluyorum;

Bir saklambaç içinde Saklanıyorum...

Aslında yakalanmaya çabalıyorum,

Gözünün önündeyim, Sense sanki körebe...

Canımı yakıyor; Uzak duruşun,

Ortasındayım işte, Bir yakartopun...

Adımı söylesen, Ben ebe;

Yağ da satarım, bal da; İste hatta; Olayım köle...

Bir oyun ki bu, Sıkılmadın;

Oynayalım öyleyse, Sıra bende;

Elim hâlâ sende sevgilim, hâlâ sende... Sobe! ! !



 Her satırı O'na yazmıştı... Nice şiirleri gibi...

 2 Haziran 2009 "Otuz" yazmışlardı pastanın üstüne... Yaşlanmaktan konuşuyorlardı hep... Gülüşüp durmuşlardı bütün gün... Yaştan değilse de, sitemini getirmek istemişti dile... Yine bir şiirle yazdı ona derdini...



 Mesele o değil;

Olabilirdim de kırk dokuz,

Yalnızlığım mesele,

Sevgilim! Anlıyor musun?

Aynı yastıkta yokuz...

Susmuştu bu şiirin üstüne... Konu yaş olsaydı iyiydi belki de...



 Daha kaç yaş yaşlanabilirdi ki insan, el ele değmedikçe?



 Bekliyordu hâlâ çaresizce... Gözleri gözlerine değsin yeterdi...Yetinecekti elindekiyle...



% 25 demişti... Eksiğini değil fazlasını sayıyordu... Yüzdelere vurulmuş aşkın kurtulan kısmıydı artıp duran... Kaybedilenler arasından bulunanlardı elde olan... 12 Aralık 2010... Az kalmıştı 2 yılın dolmasına...

Ama öncelere gitti yine takvim... 29 Temmuz 2008... Son dersleriydi o yılki... Hiç bir şey itiraf edilmemişti henüz... Ders iptaldi ama "yerine konulan" herşeyden daha özeldi...

"Çiğdem Der ki " diyordu Erdal Erzincan'ın dilinden... "sen âlâ"sın diyordu alenen... "Benim başıma belasın" diyordu içinde bir yerden... Kalbine yerleşmişti işte... Sessiz çığlıklar vardı ortalıkta... Ve herkes dili lâl olmuş düşünüyordu... Bu hikaye yazılmalı mıydı?

Hiç inandırıcı olmayan bir açıklama ile avutuyordu kendisini ve susturuyordu işte O'nu... Susulmalıydı bu aşk... Söylenmemeliydi türkülerden başka... Şimdi yine türkülere yanıyorlardı dertlerini... Zaman yüzdelik dilimlere ayrılmıştı ve O her bir parçasını zihnine kazıyordu... Kalemine yazıyordu... Bekliyordu hâlâ... Bekliyordu... BEKLEYECEKTİ...


O kadar emindi ki birşeyin eksik olduğundan... Halbuki derin bir nefesi tutar gibi içinde,tutuyordu bu aşkın takvimini kalbinde... Eksikti işte, ne yapsa konmuyordu yerine... Başka yaralar açıyordu her seferinde acısın diye, ama olmuyordu...... Bu acının acısı hep o eksikle en üstte duruyordu... Üç nokta ile sürdürüyordu bu aşkı... Hiç bitmiyordu...

Eksik vardı evinde, ne alsa bitti bu kez diye, yine bir eksik kalıyordu... Aşk eksikti, O eksikti! Biliyor ama çaresizlik içinde eksiği görmezden geliyordu... O yüzden aşktı o ev, her parçası aşk yerine alınmıştı. O görmeliydi bu aşkı. O görmeliydi...

Herkesin bulduğu huzur bu aşkın parçasıydı. Tamamlamaya çalıştığı puzzle hazırdı; bir tek parça vardı yerini alması beklenen... Aşk tahtı boş kalmamalıydı... Artık gelmeliydi... Gelecek miydi? Görecekti...

Beklemeliydi, beklerse belki o günü de görecekti... Takvim yaprakları yazılacakları günü beklerken O geleceğin hayalleri içinde geziniyordu. Gelişinin huzuru bir gün için bile olsa bütün bir geleceğe yetecekti... Bir gün mutlaka GELECEKTİ...



Bazı sabahlar gözünü açar açmaz o kırılgan melek tutuyordu yine elinden... Gözyaşları aralıyordu gözlerini uykudan... Biliyordu o an kendisini düşündüğünü o meleğin, ya da rüyasında bir yerde gezinmiş olmalıydı... Yine de kendisini kandırmış olmaktan çekiniyordu...

Yine öyle bir güne açmıştı gözlerini... Akşam güneş batmadan anlamıştı aralarındaki telepatik bağı... Aslında hep yan yana kalp kalbe olduklarını biliyordu... Ama bunu kabul etmek içindeki yarayı büyütüyordu...

"Olsun" dedi kendisini o duru güzelliğe bırakıp... Melek "Seni merak ettim" diyordu. "Nerdesin? " diye soruyordu... "Ben seni seviyorum" diye söylüyordu... Cevap veriyordu meleğe kalbi pır pır kanat çırparak...

İçinde bir yerlerde ise hâlâ cevap arıyordu...

Neredeydi? Neresindeydi bu hayatların... Kutsal olan sevgilerin arasındayken neden hâlâ güvende hissetmiyordu kendisini? Gerçek hâlâ ahizenin bir ucundaydı... Vardı... Her sözcüğü tonlarca yük bindirerek omuzuna... Tam karşısındaydı...

Melek onu çağırıyordu...

Geçmiş güzel anıları hatırlıyordu... Eski güzel anıları... Her ânı kıymetli olan zamanları...

Kendisi için hâlâ kıymetliydi elbette... Ama küçük şeylere mi takılıyordu yoksa değişmekte miydi değer verilen şeyler? Değişmediğine inanıyordu... Değişmemeliydi... Her bir anının yıldönümü varken içinde... Değişemezdi...


25 Ocak 2009... Pazar günü sabahıydı... Şiir yazdığı sitede bir tek şiir bırakmıştı okuyabilmesi için... Geri kalanı doğumgünü hediyesiydi... Ama bu kadar çabuk okutabileceğini düşünmemişti O'na bu şiiri...Kararlıydı... Karşılaşmışlardı işte nette... O okursa eğer bu şiiri; diline dolaşıp duran siz kelimesinden kurtarabilirdi kendisini...

Ben-Sen-Siz

Ben sensiz...

Bir aşk samimiyetine dönüşürdü belki bundan sonra o şimdi çok aradığı tatlı tedirginlikleri... O'na dokunursa eğer inanabilirdi bu aşkın sahici olduğuna... Hayal gibiydi çünkü hâlâ...

Okumuştu işte şiiri az önce... Hemen çıkmaya karar verdi... Ne diyecekti ki şimdi? ? ?

Utanmak bazen ne kadar da güzeldi...

"Ben de" diye yazmıştı sohbet penceresine... Neye karşılık yazılmıştı "Ben de"? "Seni seviyorum ve çıkıyorum" demişti öncesinde O'na... "Ben de çıkıyorum" mu diyordu? Yoksa "Ben de seni seviyorum" muydu bu "Ben de"? Dayanamayıp muziplik olsun diye sormuştu ona: "Ben de derken? " cevabı "Çıkıyorum" olacak diye üzülmeye başlamıştı bile gönder tuşuna bastığı anda... "Ben de seni seviyorum" diye belirivermişti yazı ekranda... "Oldu mu şimdi canım? " diye eklemişti ardından... "Oldu" demişti klavye üzerinden... Belki de içinden... Ne yaptığını bilmiyordu ki sevinçten... İlk defa söylemişti sevdiğini böyle alenen... Ses yüreğindeydi... Seni seviyorum diyordu...

Seni seviyorum adam,

Yeter de sustur beni...

Seni seviyorum adam,

Susmanın yolu belli...

"O adam ben miyim? " dediğinde içinde bir dolu yüzü kızarmış gülücüğü salıvermişti "Evet" derken...

"Seni seviyorum"sözcükleri çok sonra sese dökülecekti bir otobüsten inerken... Büyük bir mücadele sonrasıydı... Takvim sayfaları birbirine ne kadar da sıkı sıkı bağlıydı...

Dağıtmak nasıl mümkün olurdu ki... Yanılmıştı bir zamanlar dağıldığından bahseden satırlar... İşte yeniden canlanıyordu herşey...


TAKVİM HÂLÂ CANLIYDI...
5 Ağustos 2010, 02:22

Çiğdem Yılmaz
Kayıt Tarihi : 21.8.2014 12:45:00
Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Yıldız Şiiri Değerlendir
Hikayesi:


5 Ağustos 2010 dan itibaren parça parça yaklaşık 6 ayda yazılmıştır...

Yorumunuz 5 dakika içinde sitede görüntülenecektir.

Bu şiire henüz hiç kimse yorum yapmadı. İlk yorum yapan sen ol!

Çiğdem Yılmaz